YILDÖNÜMÜNDE 6 ŞUBAT DEPREMLERİ –I: ADALET ARAYIŞI  

Söyleşi: Tuba Çameli, Bekir Avcı
5 Şubat 2024
Adıyaman’da bir duvar yazısı, hellallik isteyen cumhurbaşkanı Erdoğan'a yanıt veriyor. Fotoğraf: Özkan Zülfikar/Evrensel
SATIRBAŞLARI

Beşi tutuklu on bir sanığın yargılandığı İsias Otel Davası’nın 3 Ocak’ta başlayan ilk duruşması dört gün sürdü. İkinci duruşma 26 Nisan’da. İsias Otel 6 Şubat depremlerinin sembollerinden oldu. İlk duruşmadaki izlenimleriniz nasıl?

Deniz Özbilgin: Adıyaman’da çok kişinin hayatını kaybettiği başka davalar olmasına rağmen İsias Otel kamuoyunda çokça konuşuldu, evet. Bunun bir sebebi İsias’ta karşımıza çıkan girift ilişkiler ağı. Ama asıl sebep ailelerin bir arada hareket edebilme kabiliyeti. Çünkü ilk günden itibaren, özellikle Kıbrıslı aileler bir araya gelip organize hareket ettiler. Öyle ki, depremin hemen ardından, 7 Şubat günü, henüz AFAD ortada yokken aileler Kıbrıslı arama-kurtarma birimleriyle enkazın başındaydı.

İsias Otel Kıbrıs tarihindeki en büyük kayıplardan biri aslında. 72 kişinin yaşamını yitirdiği İsias Otel’de 35 Kuzey Kıbrıs yurttaşı hayatını kaybetti. Dört kişi kurtulabildi. Kurtulanlar veliler, onlar da çocuklarını kaybetti. Çocuklarını kaybeden bu kişiler de duruşmada hem tanık hem çocukları adına şikâyetçiydi. KKTC’nin başbakanı Ünal Üstel, Milli Eğitim Bakanı ve İçişleri Bakanı da duruşmadaydı. Milli Eğitim Bakanı arama-kurtarmada bizzat görev almıştı. Onların tanıklıkları da dinlendi.

Deniz Özbilgin

Duruşma için gelen Kıbrıslı ailelerin ruh halleri nasıldı?

Önce, Adıyaman’da kalmayı ruhen kaldıramayacakları düşüncesiyle “Urfa’da kalacağız, Adıyaman’da nasıl kalalım?” dediler. Sonra, bu durumla yüzleştiler, Adıyaman’da bir otelde beş gün kaldılar. Hatta ruh hallerini açıkça anlatan şöyle bir şey oldu. Dördüncü gün duruşma bitti, akşam saatlerinde hep beraber otele gittik. Lobiye biz önden girmiştik. Yanımda meslektaşım Eren Turan vardı, kendisi Adanalı. Otel lobisinde Adana Demirsporlu 13-15 yaşlarında çocuk sporcular vardı, İsias’ta yaşamını yitiren Kıbrıslı sporcu çocuklarla yaşıt hepsi. Hepsinin üzerinde formaları, otel lobisinde oturuyorlardı. Eren abiye önce “hemşerilerin gelmiş” dedim, sonra bir anda dank etti bende. Arkadan aileler geliyordu. Onlara baktım. Elektromanyetik bir alan gibi düşünün lobiyi. Otel lobisine giren çarpılıyordu adeta. Adıyaman’da bir otel lobisinde formalarıyla sporcu çocuklar! Antrenör durumu fark etti, bütün çocukları odalarına gönderdi.

Duruşmaya katılmaya mecali olmayanlar var mıydı?

Bir rehber ya da sporcu düşünün, otel enkazından sağ çıkıyor, lâkin oda arkadaşı ya da kafile partneri orada kalıyor. Sırf yatağınız pencereye yakındı da pencereden atlayabildiniz diye, sırf oda arkadaşınız değil de siz o gece pencere kenarı yatağa yattınız diye aynı odadan sağ çıkıyorsunuz. Psikolojiniz nasıl olurdu? Aileler arasında çocuğunu kaybedip kendisi hayatta kalanlar oldu ve bunu duruşmada anlatmak zorunda kaldılar. Bir sağ kalan düşünün ki, duruşmaya gelemiyor, çünkü Adıyaman’a gelmeyi kaldıramıyor. Geride kalanlar açısından ruh hali böyle.

Dosyadaki sanıklar kimler?

Müteahhit olduğunu kabul etmeyen, arsanın, projenin ve otelin sahibi Ahmet Bozkurt. Bu kişi anonim şirket kurarken eşine ve çocuklarına da hisse vermiş. Bu yüzden eşi ve çocukları da şirket ortağı olarak dosyada sanık. Ahmet Bozkurt’la beraber oğulları Mehmet Fatih Bozkurt ve Efe Bozkurt tutuklu. Fenni mesuller mimar Erdem Yıldız ve inşaat mühendisi Halil Bağcı da diğer tutuklular. Tutuksuz yargılanan sanıklarsa Seda Bozkurt Zeren, Şule Bozkurt Özbek, Ulviye Bozkurt ile diğer fenni mesuller Hasan Aslan ve Mehmet Göncüoğlu. İlk duruşmada bu kişilerin adli kontrol tedbiriyle tutuksuz yargılanmalarının devamına karar verildi.

İsias’ta karşımıza girift bir ilişki ağının çıktığını söylediniz, nasıl bir ilişki ağı bu?

Evet, İsias’ı özel kılan durumlardan biri karşımıza iç içe geçmiş ilişki ağını çıkarması. Mesken olarak inşa edilen bina nasıl otele dönüştü? Yapı-denetimden nasıl geçti? Bu otel nasıl inşa edildi? Belediyeden nasıl ruhsat aldı? Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izni nasıl aldılar? İki defa kapasite artırım başvurusu yapıyorlar, nasıl kapasite artırımı aldılar? Tüm bunlar iç içe geçmiş ilişki ağlarına işaret ediyor. Deprem illerinde sorumlu kurum, kuruluş ve kişiler açısından benzer ilişkiler ağı var. Bizim adalet arayışındaki talebimiz, her kim ki bir tuğla, bir çivi, bir imza, bir görmezden gelme, bir umursamamayla buna sebep oldu ise, onu sanık sandalyesinde görmek ve dinlemektir.

Kapasite artırımı nasıl oluyor?

Biz bunu otelin genişletilmesi veya büyütülmesi olarak yorumluyoruz. Yani otelin aldığı insan sayısının artırıldığını söylüyoruz. Otel sahiplerinin iddiasıysa başka. Duruşmada sanıklar “Hayır, biz konferans salonu açarak ya da restoranın masa sayısını çoğaltarak kapasite artırımı yaptık” savunması yaptılar. Kapasite artırımı otelin koşullarının güncellenmesidir. Peki, bu “güncelleme” sırasında burası nasıl denetleniyor, izinler nasıl veriliyor? Bu soruların tamamı tartışma konusu. Bizi en çok rahatsız eden bu iç içe geçmiş ilişkiler ağı. Vicdani olarak bizi bu kadar yaralayan şey, deprem coğrafyasında göz göre göre bu binaların nasıl bu şekilde inşa edildiği ve buraların 30-35 yıl nasıl hizmet verebildiği.

İsias’ın enkazında hangi cenazenin hangi odadan çıktığının nasıl tespit edildiğini biliyor musunuz? Bu bile binanın ne kadar çürük olduğunu gösteriyor. Odalardaki gardıropların içinde yer alan çelik kasalardan öğrenildi cenazelerin kimlikleri. Bu kasaların üzerine oda numaraları yazılmış çünkü. Enkaz kazılıyorlar, diyelim 102 numaralı kasa çıkıyor, orada cenaze var, ama kimliği tespit edilemiyor. Bakıyorlar, 102’de kim kalıyor, ona göre belirleniyor. Öyle bir yıkım ki, yaşam üçgeni oluşamamış, kâğıt gibi, dümdüz olmuş bir enkazdan bahsediyoruz.

Depremin yerle bir ettiği şehirlerde enkaz altında kalanların yakınlarının bekleyişi günlerce sürdü

İsias Otel’in depremde hasar görebileceği şüphesi var mıymış?

1992’de binanın temeli atılıyor, mesken olarak inşaatına başlanıyor. Şantiyede bir işçinin yaşamını yitirmesi sebebiyle bir süre inşaat duruyor. Onun teknik verisi gelecek, inşaatı savcılık mı mühürledi, yoksa Ahmet Bozkurt’un dediği gibi, “vicdan azabı çektiği için” mi çalışma durduruldu, bilmiyoruz. Tekrar başlandığında mesken değil, otel inşaatı olarak devam ediliyor. Dışı betonarme bir bina olarak hizmet veriyor. Daha sonra binanın dışına çelik konstrüksiyon ve cam kaplama yapılıyor. “Cam kaplama binanın statiğini bozar mı?” gibi bir teknik soru var ortada. Ama mantolama ya da mozaik kaplamanın bile bir binanın statiğini bozabildiğini biliyoruz. Ayrıca, binada kaçak kat var. Kaçak kat, bu kata bindirilen yük, binanın statiğini bozar mı? Bunları ben ya da siz anlayamayabiliriz, ama yıkımdan önce bir inşaat mühendisi binayı karşı kaldırımdan seyretse bu binanın usûle aykırı olduğunu anlardı.

Kamunun sorumluluğuna gelirsek…

Her şeyden önce, belediye yapı ruhsatı veriyor. “Mesken + işyeri” diye geçiyor. İşyerinden kasıt da şu, ilk iki katı banka şubesi ya da market olan binaları bilirsiniz, yani ilk iki katı işyeri, üstteki katlar konut olarak kurgulanmış. Bu yüzden sanık tarafı “biz ruhsatı işyeri olarak aldık” diyerek top çeviriyor. Ama hayır, ruhsatta “mesken + işyeri” yazıyor.

Bu ruhsat 5 Ocak 1993’te veriliyor, ‘98’de ruhsatın süresi doluyor. Ayrıca, ruhsat ‘75 yılı mevzuatına göre alınmış. 1997’de mevzuat değişiyor. Bu da demek oluyor ki, ‘98’de yeniden ruhsat alacaksanız ‘97’deki son mevzuata göre almanız lâzım. Ama bina ‘75 mevzuatına göre yapılıp bitiriliyor. Çünkü ruhsat ‘93 tarihli. Şayet ‘97 yılında binanın yapımı bitmiş olsaydı bu tartışmayı yapmayacaktık. Ama bitmemiş.

Belediye bu ruhsatı nasıl onaylıyor?

Belediyenin 1998’de, ‘98 tarihli yeni bir ruhsat görmeden ruhsatı nasıl verdiği dev bir soru işareti. Belediye bunun ‘93 ruhsatı olduğunu, son kullanma tarihinin dolduğunu, ‘97’de mevzuatın değiştiğini, yeniden bir inceleme yapılması gerektiğini nasıl fark edemez? İkinci soru da ‘93 tarihli belgeleri belediyeye 1998 belgeleri diye sunmak evrakta sahtecilik değil mi? Bu açıkça sahtecilik. Bu işi kim yaptı? Bilinçli taksir/olası kast tartışmaları sadece kolon kesmek ya da kaçak kat üzerinden yürüyor. Ama bir binanın henüz inşa aşamasında “Ne olacaksa olsun” demek de olası kasta götürmez mi? Üstelik ‘98 yılında buranın otel olacağını, normalden fazla insan kalacağını öngörerek bunu yapıyorsanız?

Bakın, İsias’la aynı hizada sekiz katlı valilik binası var, tahminen 2010’larda yapılmış ve sapasağlam ayakta. Ayrıca, Öncel Plaza var, o da ayakta. Şöyle anlatayım: Atatürk Bulvarı’na çıkan iki sokak düşünelim. Sokaklardan birinin köşesinde Öncel Plaza var. Girişle beraber yedi kat olarak ayakta. Ama 212, 214, 216, 218 ve 220 numaralı binalar yıkıldı. 220 numara İsias Otel. Yani parselin bir köşesi Öncel Plaza, bir köşesi İsias, arada dört bina var. İsias’la beraber dört bina yıkıldı. Ama Öncel Plaza ayakta. Aynı zemin, aynı yükseklik. Öncel Plaza yeni bir yapı değil. Adıyaman’da Samsat depremi (2017) olduktan sonra güçlendirmesi yapılmış. Bu da bizi olası kasta, iddiamıza ve talebimize götürüyor.

İsias’ı özel kılan durumlardan biri karşımıza iç içe geçmiş ilişki ağını çıkarması. Mesken olarak inşa edilen bina nasıl otele dönüştü? Yapı-denetimden nasıl geçti? Bu otel nasıl inşa edildi? Belediyeden nasıl ruhsat aldı? Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izni nasıl aldılar? Nasıl iki defa kapasite artırımı aldılar?

İddianamede sanıklar hakkında “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan iki yıl 8’er aydan, 22 yıl 6’şar aya kadar hapis cezası talep ediliyor. Siz davanın “olası kasttan” açılmamasına itiraz ettiniz. Bu iki suç arasındaki temel fark nedir?

Taksir, hata demek. “Taksirle ölüme sebebiyet vermek” yanlışlıkla öldürmek demek. Kast ise bilerek ve isteyerek demek. Kasten öldürme ile taksirle ölüme sebebiyet verme arasında ise geçişken bir alan var. Bilinçli taksirde, yani taksirden kasta bir adım daha yaklaştığınızda, yani İsias dosyasının dayanağında denir ki, “fail bu sonucun meydana gelmesini istemez, ama yaptığı kural ihlâli ile bu sonuç oluşur”. Olası kast ise, bilinçli taksirden bir adım daha ileri gider, kasıtlı öldürmeye bir adım daha yaklaşır ve der ki, “fail bu sonucun meydana gelmesini istememiştir, ama yaptığı hatanın farkındadır” ve sözünü ettiğimiz kural ihlâlini yaparken “olursa olsun, bana ne” umursamazlığı içerisindedir.

Soma maden katliamında da, Giresun’daki sel felâketinde de tartışılması gerekli bir ayrım bu. Şüphesiz, Soma’da maden sahibi, Çorlu’da TCDD yetkilileri insan öldürme arzusunda değildi. Şüphesiz depremde un ufak olan binaların sorumluları da bina dikerken “Deprem olsa da insanlar ölse” demedi. O zaman soruyu şöyle soralım: Bunca can alan yıkık binalardaki kaçak katlar, kolon kesmeler, usûle aykırı malzeme kullanımları, zemin etüdü eksiklikleri, ruhsat üzerinde evrakta sahtecilikler, denetimden kaçınma ya da daha vahimi yasaya aykırı denetimler için “bilinçli taksir” diyerek, “Bu sonucun olmasını istememişti, ama kural ihlâli yaptı” mı diyeceğiz? Yoksa, “Bu sonucun oluşmasını istemediler, ama oluşup oluşmayacağını da umursamadılar” mı diyeceğiz? Zira, bilinçli taksir için yasa uygulanırsa dört–beş yıl gibi bir ceza mümkünken, olası kast için bu sınır 20-25 yıl seviyesine çıkıyor.

O zaman soruyu ben sorayım: Caydırıcı olup yeni ölümlerin ve yeni kural ihlâllerinin önüne geçecek olan, umursamazlığı tarihe gömecek olan yargılama pratiği hangisidir?

Sadece bir örnek: Diyarbakır’daki Diyar Galeria’da 89 kişi yaşamını kaybetti. 6 Şubat öncesi deprem riski üzerinden başvurular olmasına karşın, sanıklar bilinçli taksirle yargılanıyor, bu yargılama da ceza azlığına, bazı sanıkların tahliyesine neden oluyor.

Deprem bölgesinde herhangi bir belediyeye açılmış dava var mı?

Şu an bildiğimiz yok. Ama İsias’ın belediye ayağıyla ilgili bir savcılık soruşturması var, İsias dosyasından ayrıldı. Kamu çalışanlarının yargılanması izne tabi ve henüz izin verilmedi. İzin verilirse soruşturma yürütülecek, nihayetinde kusurlu bulunurlarsa da haklarında bir iddianame yazılacak. O iddianame sonrası İsias dosyasıyla birleşebilir. Öte yandan, on bir ayda bu izni vermediyseniz unutturmaya, soğutmaya, üstünü örtmeye çalışıyorsunuz demektir.

İsias özelinde belediyenin yanı sıra hangi kurumların sorumluluğu var?

Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Mahalli İdareler ve tabii otel olması nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanlığı.

İnceleme yapmak üzere Adıyaman’a ilk ne zaman gittiniz, nasıl bir manzarayla karşılaştınız?

İlk kez 16 Şubat’ta gittim. Arama-kurtarma faaliyetleri sürerken ve cenazelerin çıkarılması sürecinde enkaz kat kat tıraşlanmıştı, ama tam anlamıyla kaldırılmamıştı. 28 Mart’ta tekrar gittiğimde enkaz artık kaldırılmış, karot örnekleri alınmıştı. Bu sefer yanımda bir mühendis de vardı. Beraber enkazı fotoğrafladık, videolar çektik, hatta çıplak elimle kolonu parçalayabildiğim bir video da var.

Gittiğimizde savcıyla da görüştük. Savcılar da dışarıdan gelmiş, neyin içine düştüklerini anlamaz vaziyetteydi. Onlar da benim gibi bir statik raporu okumayı, plan-proje incelemeyi, neyi nereden isteyeceklerini bilmiyorlardı. O süreçte biz bilirkişilerden, uzmanlardan destek alarak ilerlemek zorunda kaldık. Savcılık ise İstanbul Teknik Üniversitesi’ne (İTÜ) bir yazı yazarak karot dayanıklılığıyla ilgili görüş istedi.

İsias’ta “karot” için önce İTÜ’ye sonra KTÜ’ye (Karadeniz Teknik Üniversitesi) başvuruluyor. İTÜ raporuyla başlayalım. Rapor ne diyordu?

O süreçte kamuoyunda yoğun bir karot tartışması vardı. Savcı biraz da kamuoyu baskısıyla, karot örneklerini İTÜ’ye yolladı. Biz inşaat mühendisleriyle görüşüp “Nedir bu karot?” diye sorduğumuzda, karotun sağlam binadan alınması gerektiğini öğrendik. Böylece bina yıkılırsa, ne yönde yıkılacağı, nasıl yıkılacağı anlaşılabilirmiş. İsias örneği üzerinden anlatayım. 26 kolon var. Her bir kolondan karot örneği alınmalı, her kattan ayrı ayrı alınmalı ki binanın neresi zayıf, bu tespit edilebilsin. Bina yıkıldığında karot örneğini nereden alıyorsunuz? İsias’ta temelden alındı. E temel ayakta zaten, yıkılmadı ki. O zaman karot örneği sağlam çıkacak. Oysa kum yığınına dönüşmüş bir bina var. İnşaat mühendislerinin bize söylediği şuydu: Eğer bir bina yıkıldıysa, orada sıfır çarpan etkisi vardır. Malzemeye bakacaksın, demire bakacaksın, plana bakacaksın, statiğe bakacaksın. “Nerede hata yaptık da bu bina yıkıldı?” diyeceksin. Yani ilk aşamada sınırlı bir rapor istenmiş, İTÜ de vermiş.

İsias Otel enkazında üçüncü gün

KTÜ’den farklı bir rapor mu isteniyor?

KTÜ’den ne iş yapılacağı madde madde isteniyor. Bu anlamda savcı dosyasına çalışmış. KTÜ de her madde için inceleme yapmış, ama gerekli veri KTÜ’nün bilirkişi heyetine sunulmamış. Bazı başlıklarda “Bunu yapamadık, buna dair veri yok elimizde” şeklinde rapora notlar düşülmüş. Bu anlamda, İTÜ’nünki için baştan yarım bir rapor, KTÜ’nünki için de eksik hazırlanmış bir rapor diyebiliriz. Eksikliğin bilirkişi heyetinden değil dosyanın oluşturuluş biçiminden kaynaklandığını düşünüyorum. Nihayetinde savcının önüne giden KTÜ bilirkişi raporu. Savcı bunu alıp iddianameye çevirdi. Şimdi, depremin üzerinden bir yıl geçmiş, biz yeni bilirkişilerle eksiklikleri tamamlamaya çalışıyoruz.

KTÜ raporundaki temel eksiklikler neler?

Raporda asli ve tali kusurlular sayılıyor. Örneğin, fenni mümessilleri, otelin izin başvurularını yapanları asli kusurlu kabul ediyor rapor. Bence raporun en büyük eksikliği kamu sorumluluğunu hiçbir şekilde tartışmaması. Ama raporu hazırlayan teknik bir mühendis ekibi. Teknik ekip, örneğin, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın denetleme yapıp yapmadığını zaten incelemez. Dosyaya İdare’nin sorumluluğunu tartışacak bir hukukçu bilirkişi de konulabilirdi veya bunu savcının kendisi yapabilirdi. Hukuk fakültesinde, ikinci sınıfta hepimiz İdare Hukuku okuduk, savcı bunu yapabilirdi.

Piyonların yargılandığı, vezirlere dokunulmayan 10 Ekim veya Soma davalarına benziyor.

Çok benziyor. Hakeza Çorlu tren faciası ve Reyhanlı katliamı davalarına da. Bu ülkede kamu sorumluları asla yargılanmıyor. Reyhanlı’dan bir örnek vereyim. Katliam 11 Mayıs 2013’te yaşandı. 8 ve 10 Mayıs günlerinde MİT’in iki istihbarat bildirimi var. İkinci istihbarat bildiriminde bombayı taşıyan araçların plakaları, markaları belirtiliyor. “Beyaz Mitsubishi kamyonet şu saatte sınırdan geçecek” diye yazılmış. Bu kadar istihbarat varken, bombanın hangi plakalı araçla getirileceği dahi bilinirken kamuyu nasıl tartışmazsınız? Bu ihbarı kim aldı? İl Emniyet mi, karakol polisi mi, kim aldı? MİT bu bilgiyi kime verdi? Ve bakıyoruz, ihbar belgeleri Reyhanlı katliamı dosyasında yok. Niye? O zaman gelin savcıları tartışalım.

Pek çok bina enkazının demir örneği vs. alınmadan, gerekli incelemeler yapılmadan kaldırılması yüzünden delillerin ortadan kaldırıldığı söylenebilir mi?

Aynen öyle oldu. Delillerin büyük bir kısmı gitti. Öte yandan, en büyük toplu ölümlerden birinin gerçekleştiği, bin kişinin can verdiği Antakya’daki Rönesans Rezidans’a gittiğimde yangın sürüyordu. 10 Şubat günü enkazın başındaydım. O zaman Türkiye Barolar Birliği göreviyle gitmiştim. Rönesans’ta yaşayan, ulaşılamayan avukatlar vardı. Onunla ilgili tespit yapabilmek için enkazın başındaydık. Dediğim gibi, yangın sürüyordu, o durumda nasıl bilirkişi incelemesini yapacaksınız, hangi numune örneğini alacaksınız? Depremin üçüncü gününde yangın söndürülememiş.

Bana kalırsa enkaz kaldırma konusunda birkaç aşama vardı. İlk aşamada canlı insanlara ulaşmaya çalışıldı. Enkazın biçimi, nereye nasıl yıkıldığı önemli değildi. Altı katlı bir bina yıkılmış ve zemin katta bir canlı varken amaç o altı katı oradan kaldırmak, canlıya ulaşmaktı. İkinci aşamada, canlılardan ümit kesilince bir an önce cenazelere ulaşmak hedeflendi. Çünkü cenazeler bir yandan halk sağlığı sorunuydu. Salgın hastalık riski vardı, hayvanlar enkaza girip cenazeleri parçalamaya başlamıştı. Bu yüzden enkazın kaldırılıp definlerin yapılması gerekiyordu. Üçüncü aşamadaysa araçların geçişi için enkazlara müdahale edildi. Bunlar kabul edilebilir aşamalar, tamam. Bu aşamalarda belki bilirkişi incelemelerini yapamadınız. Ama sonraki aşamada hayatı durdurmanız gerekiyor. Drone’la mı yoksa olay yerine giderek mi fotoğraflarsınız, ama yapacaksınız. Bilirkişileri sahaya yollayacak, Mimar ve Mühendisler Odaları Birliği’nden destek isteyeceksiniz. İnşaat Mühendisleri Odası’na bağlı 150 bin mühendis var, onları çağıracaksınız.

İsias’ın enkazında, odalardaki gardıropların içinde yer alan çelik kasalardan öğrenildi cenazelerin kimlikleri. Kasaların üzerine oda numaraları yazılmış çünkü. Öyle bir yıkım ki, yaşam üçgeni oluşamamış, kâğıt gibi, dümdüz olmuş bir enkazdan bahsediyoruz.

Aksine, özel sektör, taşeronlar sahaya sürüldü…

Orada şöyle bir ikileme düştüler. Çağrılacak mühendisin dosyanın herhangi bir aşamasında, statiğinde, inşasında, plan-projesinde ya da belediye onayında görev almış olma olasılığını düşündüler. Oysa bunu önlemenin basit bir yöntemi var. Deprem bölgesinin dışından, Çanakkale’den, Edirne’den, İstanbul ya da Ankara’dan mühendisleri göndereceksiniz. Bilirkişi raporlarında eksiklik fark edilirse dava aşamasında itirazlar gelir. Ama bunu hiç yapmamanın bahanesi olamaz.

İsias Otel’de 35’i KKTC yurttaşı, 72 kişi hayatını kaybetti

Arama-kurtarma ekipleri canlıları kurtarmaya çalışırken diğer yandan profesyonel ekipler binalardan numuneleri toplayamaz mıydı?

Olması gereken buydu. Ama devletin buna hazırlığı yoktu, inanılmaz bir organizasyonsuzluk vardı.

Bugüne geldiğimizde, “işi üç-beş müteahhide yıkalım, ne yerel yönetimler, ne bakanlık, ne kamu sorumluları zarar görsün” diye mi düşünülüyor?

Bu söylediğiniz savcılar eliyle yapılıyor. Yargılama aşamasında hâkimler de kamusal sorumluluklara girmeyecektir.

Diğer yandan, deprem bölgesine geç giden bir AFAD, sahaya sürülmeyen garnizonlar var. Bunlara dair açılmış bir dosya, yürütülen bir soruşturma var mı?

Arama-kurtarmanın gecikmesiyle ilgili kamu sorumluluğuna dair bir soruşturma yürütülmüyor. Hatırlayalım, 17 Ağustos 1999’da gece 3:02’de deprem oluyor. Sabah 6 itibarıyla, üç saat içinde 300 bin askeri personel sahada enkaz kaldırıyordu, enkaz kaldıramayan çadır kuruyor, çorba yapıyor, elektrik tesisatı çekiyordu…

Bir de, 6 Şubat depremlerine Adıyaman üzerinden bakalım. Deprem 4:17’de oluyor. Emir-komuta zincirinin uykuda olduğu bir saat diyelim. Ama sabah saatlerinde Adıyaman garnizonu sahaya, enkazlara çıkıyor. Arama-kurtarma faaliyetlerine, trafik düzenleme, çevre güvenliği alma gibi belli faaliyetlere başlıyorlar. İsias’tan somut örnek vereyim. Bina Adıyaman’ın kalbi olan Atatürk Bulvarı’na doğru yıkık, trafiği kapamış. İsias’ın enkazının kapattığı yolu açmak için ilk müdahaleyi yapan Mardin Büyükşehir Belediyesi. Sabah saatlerinde Mardin’in dozerleri İsias’ın başında. Asker de orada. Fakat öğlene doğru asker kışlaya çekiliyor.

Taksirle ölüme sebebiyet vermek yanlışlıkla öldürmek demek. Bunca can alan yıkık binalardaki kaçak katlar, kolon kesmeler, usûle aykırı malzeme kullanımları, zemin etüdü eksiklikleri, evrakta sahtecilikler, denetimden kaçınma, yasaya aykırı denetimler için “bilinçli taksir” mi diyeceğiz?

Neden?

Bilmiyoruz. Ama kişisel tahminimi söyleyebilirim. Askerliğini yaparken Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma’da (EMASYA) subay eğitimleri de almış biri olarak diyebilirim ki, “işgüzar” bir komutan ilk etapta “Arkadaşlar hep beraber gidiyoruz, yardım edeceğiz” dedi, sonra “iş bilen” bir idareci, bir takım elbiseli, “Üstünüze vazife mi, kışlalarınıza, hadi bakayım!” diyerek geri gönderdi

Kim o “takım elbiseli”?

AFAD’ın il temsilcisi de olabilir, vali de. Merkezden de olabilir. Adıyaman valisi sağlık sorunlarını gerekçe gösterip istifa etmişti. Bir kamu görevlisinin istifa ettiği, aynı zamanda bir kamu görevlisinin üstü kapalı bir şekilde özür dilediği tek şehir Adıyaman. Erdoğan gidip “helâllik” istemişti. Adıyaman’da Sıratut Mahallesi’nde büyük bir duvar yazısı var: “Bazı haklar helâl edilmez”.

1999’da geçici konutlar yapılabilmişti, bugün yapılmadı. Buradaki sorumluluklara dair bir soruşturma yürütülüyor mu?

Maalesef bu aşamaya dair açılmış bir soruşturma yok. Önce sorumlulukları anlatayım ki, sorumlular netleşsin. Her şeyden önce Afet Öncesi Risk Yönetimi diye bir şey var. Deprem olacağını biliyoruz. AFAD’ın sitesine girin, depremin nasıl olacağı, hangi ilde kaç personel çalışacağı hepsi yazılı. Afet Öncesi Risk Yönetimi’nin alt başlıkları var. Birincisi, Planlama; ikincisi, Riski Azaltma. Depremi önleyemezsin, ama yıkımı azaltabilirsin. Üçüncüsü, Mekânsal Tedbirler. En basiti, toplanma ve çadır alanları. Dördüncüsü, Yapısal Risk Azaltma. Depremde hastanelerin, kamu binalarının, okulların yıkılmaması gerekiyor. Okullar yıkıldı ama. Oysa okullar Kriz Yönetim Merkezleri’ne çevrilebilecek en organize binalar.

Hatay’da AFAD binası bile yıkıldı…

Evet. 2022’de de Ankara’daki AFAD başkanlığı binasının dış kaplamaları şiddetli rüzgârın etkisiyle uçmuştu. Dünyanın başka yerinde fıkra diye anlatılır. Demin sıraladıklarım afet öncesi içindi. Bir de afet olduktan sonra yapılacaklar var: arama-kurtarma, kurtarılanlara sağlık müdahalesi, yerleştirilme vs. Bunların hepsinde sınıfta kalındı.

Afet ânı?

Afet ânında elektrikler kesildi, kesilir de. Çünkü doğalgaz tesisatı var. Ama kaç saniyede, ne kadar süreyle? Elektrik kesildikten sekiz saniye sonra mobeseler de gitti. İsias ’ı gören mobese var, ama biz bir şey göremiyoruz. Hangi binanın nasıl yıkıldığına bakabilirdik. Bunların hepsi afet ânında kriz yönetimiyle ilgili eksikler. Bunların hazırlığının afet öncesinde yapılması lâzımdı.

Hatay’da hâlâ halkın sağlıklı suya erişimi yok. Deprem öncesinde, ânında ve sonrasında sorumluluğu olan Belediye Başkanı Lütfü Savaş yine aday. Deprem sonrasında partiler de belediye başkanları hakkında bir iç soruşturma yapmadı…

Buradan şunu mu anlamalıyız? Yıkım öncesi öyle bir rant döndü ki, bu defterlerin açılmaması için aynı adayın devam etmesi lâzım…

Depremde hayatını kaybeden voleybol takımı kafilesinden 12 kişinin defnedilmesinin ardından Mağusa’da düzenlenen anma töreni (12 Şubat 2023)

Sizce afet öncesi, afet ânı ve afet sonrası yapılması gereken, ama yapılmayanlara, tüm bu aşamalardaki organizasyonluğa, kişi ve kurumların sorumluluğuna dair merkezi iktidarın rolü ne?

Rejim merkezi iktidarı güçlendirdikçe, her şeyi merkeze bağladıkça, yerelin müdahale olanaklarını, kapasitesini azalttıkça bu gibi afetlerde yerelin eli kolu bağlanır. AFAD genel müdürünün uyanmasını beklersiniz, Saray’dan gelecek emri beklersiniz veya garnizon komutanı olarak şapkanızı önünüze koyup valinin sizi aramasını beklersiniz. Sebep merkeziyetçilik. Depremde yaşadıklarımızsa sonuç.

Marmara depremi kapıda. Bu davalar vesilesiyle kamunun sorumluluğu konusunda yüzleşme yaşanmadığı sürece beklenen depremler konusunda da bir adım atılabilir mi?

Bu işleri merkezileştirdiğiniz sürece, yerel yönetim inisiyatif alamaz. Muhtar bile sorumluluk alıp bir çadır kent veya konteyner kent organizasyonuna giremez. Çünkü bunun organizasyonu için AFAD müdürlüğünden talimat gerek, o da Ankara’dan talimat bekler. Nihayetinde, nereye nasıl konteyner kurulacağına Ankara karar veriyor. Böyle bir şey mümkün mü? Hatay’da rüzgârın ne yönden estiğini nereden bilecek Ankara? Hatay’daki konteyner kentlerini 18 Ocak’ta su bastı. Maraş’ta, Malatya’da, her yerde yaşandı bu.

Belediye ayağıyla ilgili savcılık soruşturması İsias dosyasından ayrıldı. Kamu çalışanlarının yargılanması izne tabi ve henüz izin verilmedi. İzin verilirse soruşturma yürütülecek. On bir ayda bu izni vermediyseniz, unutturmaya, soğutmaya, üstünü örtmeye çalışıyorsunuz demektir.

Depremin üzerinden bir yıl geçti ve ne kadar can kaybı olduğunu net olarak bilmiyoruz aslında. Açıklanan resmi ölü sayısı 50 bin civarında. Ama gerçek sayının bundan çok daha yüksek tahmin ediliyor. Savcıların açtıkları dosyalardan bir sayı çıkabilir mi?

Bir gazeteci depremin yıktığı illerden birinde ölü sayılarını öğrenmeye çalışıyordu. Hastaneler ölü sayısını vermiyor. Beni aradığında ona Mezarlıklar Müdürlüğü’ne gitmesini ve son bir haftada kaç defin yapıldığını sormasını söyledim. Mezarlıklar Müdürlüğü’ne gittiğinde resmi rakamın 12 katı defin yapıldığını öğrendi. İldeki resmi ölüm sayısının 12 katı! Kendi memleketine cenazesini götürenler, toplu definler, kimliksiz definler hariç.

Bunu bütün illere teşmil edersek…

Bu anlattığım ilk haftalarda yaşandı. Sonraki haftalarda resmi verilerle gerçekleşen arasındaki fark 12 kat olarak devam etmemiştir. Fakat bu örnek resmi sayıların gerçeği yansıtmadığını gösteriyor. Felâketten üç ay sonra seçim yapıldı. Seçmen kütüklerinden, kullanılan oy sayısından bile bu verileri tespit edebilmemiz lâzım. Ama, net olarak bilmiyoruz.

Hukukta “gaiplik” kavramı var. Beş yıl kadar bir süre ulaşılamayan, haber alınamayan bir kişi “gaip” kabul ediliyor, ölmüş olarak işlem yapılabiliyor. Mal varlığıyla ilgili tasarrufta bulunulabiliyor, mirasçıları tespit ettirilebiliyor. Gaiplik süresine bağlı olarak 2028’i bekleyeceğiz. O zaman resmi 50 bin sayısı değişecektir. Gaiplerin de katılmasıyla 60 bini geçecek. Bir de kimsesizler mezarlıkları, toplu mezarlar var.

Buralara gömülenlerden sağlıklı bir biçimde DNA örneği alınamadığı dile getirildi sahadaki gönüllüler tarafından…

1999 depreminde görevlilere kulak temizleme çöpleri ve kilitli poşetler dağıtılmıştı. Bir cenazeden açık yarası varsa kan, yoksa gözünden veya dilinden sürüntü örneği denen sıvı örneği alınıyordu. Sonra da çubuk ortadan kesiliyordu, çünkü sınırlı olanaklar sebebiyle bir çubuğu iki kişi için kullanmak gerekiyordu. O örneği poşete koyuyordunuz. Cenazeye bir numara, poşete de bir numara veriyordunuz. İleriki yıllarda cenazesini arayan kişinin DNA’sıyla kimliği tespit edilememiş cenazenin arşivlenmiş DNA’sı eşleştiğinde, aile gidip yakınının cenazesini bulabiliyordu. Bu basit yöntem 1999’da uygulanabildi. Dijital kütüklerin olduğu 2023’teyse bu yapılamadı. Adli tıp uzmanları gönüllü olarak ellerinden geleni yaptı, ama sorumlu kurumlar işleyen bir sistem kuramadı.

Kayıp çocuklarla ilgili bir bilgi var mı?

Net sayı orada da tespit edilemiyor. Kimsesiz kalan çocuklar var, bir kısmı anne babasının adını veremeyecek kadar küçük. Onlara ne olduğunu şeffaf bir veri akışı olmadığı için bilmiyoruz. Çocukların kaçı yetiştirme yurtlarında, kaçı özel yurtlarda –bunlar çoğunlukla tarikat yurtları–, kaçı kamunun denetimde veya korumasında, bilmiyoruz.

Kayıp olan, ama ölü kabul edilenler üzerinden yürüyen dosyalar var mı?

Var tabii. Banka kasası var, içinde ziynet eşyaları var, ama kişi ortada yok. Yakınlarının evi yıkılmış, yeni bir ev alacaklar, prefabrik yaptıracaklar ya da şehir değiştirecekler, ama banka kasasındaki ziynetlere ulaşamıyorlar, çünkü kasanın sahibi ortada yok. Cenaze olsa, ölüm belgesiyle veraset ilamı çıkartıp kasayı açtıracak, ama cenaze yok ortada. Böyle çok sayıda dava var. Adıyaman Adliyesi’nin girişinde “şehitlerimiz” diye bir köşe var. Depremde ölen hâkim, savcı, adliye personeli ve avukatların yer aldığı bir tablo asılı. O listedeki avukatlardan birinin cenazesi hâlâ ortada yok. Avukat meslektaşımız da ölü kabul edilerek resmi oraya konmuş. Ama cenazesi yok, mezarı yok.

Ölünün bulunmamış olmasının miras hukuku açısından ne gibi etkileri var?

Diyelim bina yıkıldı, sizin de orada hisseniz vardı. Enkaz kaldırıldı, yeni bina yapılacak. Hissedarlar kim? Neredeler? Rezerv alan meselesinin altında biraz bunlar da var. Devlet, “Burayı rezerv alan ilan ettim, boşaltın” diyor. Çünkü bütün zarlar hileli olunca oyunun tablasını değiştirmek zorunda kalıyorsunuz.

Dava açanlar ve müdahiller açısından yargı süreci bundan sonra nasıl ilerleyecek?

Üç tip yargı modelimiz var. Biri, idari yargı. Bir tarafın kamu otoritesi olduğu davalar bunlar. Diğeri, özel hukuk. Taraflar arası alacak-verecek meselesine dair davalar bu kapsama giriyor. Bir de ceza hukuku var. Bunlar da cezai sorumluluğun tartışıldığı davalar, İsias davası gibi. Üç yargı tipi için ayrı yollar ve ayrı sonuçlar var.

Örneğin, rezerv alanı için idari yargıya gitmeniz gerekiyor. Yaşam destekten yoksun kalma tazminatları için yıkıma sebebiyet veren kusurluya gitmeniz gerekiyor. “Bu ölümün faili tespit edilsin, yargılansın ve cezalandırılsın” diyorsanız ceza yargısına gitmeniz gerekiyor. Ceza yargısı resen, savcılar tarafından açılıyor. Siz takip etmeseniz de o davalar yürüyor. Ama özel hukuk dosyalarında tarafların başvurusu gerekiyor. Ve işin kötü yanı, bunlar süreli başvurular.

Rejim merkezi iktidarı güçlendirdikçe, her şeyi merkeze bağladıkça bu gibi afetlerde yerelin eli kolu bağlanır. AFAD genel müdürünün uyanmasını beklersiniz, Saray’dan gelecek emri beklersiniz. Sebep merkeziyetçilik. Depremde yaşadıklarımızsa sonuç.

Süre sınırı ne kadar?

Yapacağınız başvuruya göre süre değişiyor. Haksız fiilden kaynaklı bir sorumluluk davası açıyorsanız fiilin ortaya çıkmasından itibaren iki yıl, zararınızın tespitinden itibaren iki yıl. Örneğin, az önce bahsettiğim gaiplik durumunda beş yıl zaman zarfı var, beş yılın sonunda kişi ölü kabul ediliyor. Ama biz iki yılı o beş yılın sonunda başlatabilecek miyiz? Böyle bir dava yedi yıl olabilir. Hukuksal olarak karmakarışık bir düzlem var. Mesela, hasar tespiti için sürelerin hepsi doldu. “Benim evim orta hasarlıydı, niye hafif hasarlı gösterdiniz?” gibi başvuruları yapmak için süre kalmadı. İnsanlar şehirlerini terk etmeye mecbur oldu, ailelerini kaybetti, kentlerden uzaklaştı. “Yargıda süreler durdu” deniyor. Ama öyle olmadı. Bu başvurular için yargıda süreler işledi. Bu korkunç hak kayıplarına sebep verecek. Bunun sorumlusu kamusal bilgilendirme yeterliliğini yerine getiremeyenler.

İsias Otel Davası’nda KKTC’li ‘bilinçli taksir’ yerine ‘olası kast’ suçlamasıyla yargılama istiyor. İlk duruşması 3-6 Ocak’ta yapılan davanın bir sonraki duruşması 26 Nisan’da.

Bunun önüne geçmek için ne yapılmalıydı?

Kamu spotları yayınlanabilirdi. Madem olağanüstü bir durum var, süreler bu insanlar için askıya alınabilir. Mesela bir yazlık eviniz var, aralıkta ya da ocakta eviniz soyuluyor. Temmuzda yazlık evinize gittiğinizde eve hırsız girdiğini fark ediyorsunuz. Hırsızlık suçlarında şikâyet süresi altı aydır. Ama temmuzda öğrendiğiniz için sizin altı ay sınırınız temmuzda başlar. Bütün hak taleplerinde bu yüz yıllık içtihadımızı uygulayalım. Kaldı ki, “süregiden zarar” diye de bir kavram var. Misal, travmamı üç yıl sonra üzerimden atabildim ya da depremde bacaklarım koptu, üç yıl sonra idareden, sorumlu kişiden talepte bulunabilecek hale geldim. Üç yıl sonra başlat süreyi. Bunlar olmayacak şeyler değil. Bu ülkede kış lastiğinin bile KHK’yla düzenlendiği bir hukuk rejimine girdik madem, buyurun sürelerle ilgili bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarın.

İsias’ta başvuru süresine takılanlar var mı?

Anne, baba ve iki çocuk depremde öldü, aynı aileden geriye ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi bir çocuk kaldı. Bu çocuk adına başvuruları kim yapacak? İsias’ta böyle bir ailemiz var. Bu çocuk 18 ya da 25 yaşına geldiğinde, “Bundan şu kadar yıl önce böyle bir olay yaşanmıştı, kimdir bunun sorumluları?” diyemeyecek mi? Belki Ahmet Bozkurt o zamana kadar hayatta kalmayabilir, ama devletin sorumluluğuna dair başvuruyu 20 yıl sonra niye yapamasın? Deprem sonrası onarma da bir kamusal sorumluluktur. Bunu sadece maddi tazminat değil, psikolojik destek olarak da düşünün. Bu anlamda faillerin en üst hadden ceza alması mağdurlar için manevi tatmin ve vicdani bir onarımdır. Bu mekanizmaların bürokratik engellere takılmaması gerekiyor.

Farklı bir örnek olarak da şunu aktarmak isterim. İsias’ta ölenlerden birinin adı Serkan Solar. Otel personeli değil, otel müşterisi değil, Kıbrıslı kafilenin ya da rehber kafilesinin içinde değil. Serkan Solar kim? 72 maktulü tanıyoruz, ama Serkan Solar’ın kim olduğunu bulamıyoruz. Kim olduğunu dava açıldıktan sonra öğrendik. Otele ekmek getiren işçiymiş. Serkan Solar ekmek getiriyor, işini bitirip dönerken otel ekmek arabasının üzerine yıkılıyor. Fırının sahibi mahkemede tanık olarak dinlendi. Arabada kendisinin olduğunu, deprem ânında arabadan kaçtığını anlattı. Peki Serkan Solar kim? Onu enkazdan çıkaran arama-kurtarma ekiplerine kadar bulduk. Fırının ekmek arabasının içinden çıkarılmış. Ama tanık olarak dinlenen fırın sahibi Serkan Solar’ın varlığını kabul etmiyor. Çünkü sigortasız. Şimdi, soruyorum: Serkan Solar’ın ailesi bu bir iş kazasıysa şayet, bunu nasıl iş kazasına sokacak? Buyurun size özel hukuk sorusu, SGK sorusu, vergi sorusu, tazminat sorusu.

İsias davasının ilk duruşmasına dönersek, heyete dair izlenimleriniz neler?

Diğer illerde, Diyarbakır’da, Maraş’ta eylülden itibaren başlayan yargılamalar var. Ama İsias Adıyaman’daki ilk deprem dosyası. İlk gün sanıklar dinlendi, ikinci gün ailelere geçildi. Ben daha önce Soma ve 10 Ekim davalarında da avukatlık yaptım. Soma davasında eşlerini, çocuklarını kaybeden kadınların beyanlarını dinledik. 10 Ekim davasında çocuklarını, eşini, dostunu yitirenleri dinledik. Burada farklı bir durum vardı. Kıbrıslı ailelerin çoğu çocuklarını enkazdan kendileri çıkarmıştı. Düşünsenize, bir anne baba Kıbrıs’tan Adıyaman’a geliyor, el yordamıyla enkazı buluyor, çıplak elle enkazı kazıp çocuklarını çıkarıyor. Her bir anne baba çocuklarını nasıl bulduklarını, enkazı nasıl elleriyle kazıdıklarını anlattılar mahkemede. Çok travmatikti, zordu. Uzun sürdü. Üçüncü gün tanıklar dinlendi. Dördüncü güne sarktı. Savcı görüş verdi, tarafların avukatları ve tabii sanıkların da beyanları alındı.

Türkiye genelinde şu an 45 civarı tutuklu var.Cezasızlık hâkimlerin uygulaması değil, sistematik devlet politikası. Öyle yargılamalar yapabilirsiniz ki, herhangi bir sorumluluğu olan herkesin uykuları kaçar. Nürnberg Mahkemesi’nde olduğu gibi.

Adalet Bakanı, 28 Temmuz 2023’deki açıklamasında, “Toplamda 11 vilayetimizde, deprem bölgesinde 1757 şüpheli hakkında işlem yapıldı, 351 tutuklama gerçekleşti” diyor. Deprem dosyalarında toplam kaç tutuklu var?

Sayılar çok oynuyor, çünkü ara celsede tahliye olanlar var, soruşturma aşamasında tutuklanıp bırakılanlar var. Tam sayıyı sadece Adalet Bakanlığı bilebilir. Basından takip edebildiğim kadarıyla Türkiye genelinde şu an 45 civarı tutuklu var.

Onlar da genelde müteahhit, değil mi?

Evet. Ve kaçma şüphesi görülüp yakalanan kişiler.

1999 depreminden Veli Göçer’i hatırlıyoruz. 18 yılla yargılanmış, yedi yıl yatıp çıkmıştı. 6 Şubat depremlerindeki kayıpların sorumlularının akıbeti de benzer mi olur?

Yalova’da 198 kişi hayatını kaybetti. 2004’te 18 yıl 9 ay ceza aldı Veli Göçer, 7 yıl 6 ay tutuklu kaldı. Bu tutukluluğun bir kısmı da açık cezaevinde. Bilinçli taksir/olası kast tartışması bu yüzden yapılıyor; cezasızlık ve caydırıcılık çok önemli. Cezasızlık hâkimlerin uygulaması değil, sistematik devlet politikası.

Öyle yargılamalar yapabilirsiniz ki, sürecin herhangi bir aşamasında sorumluluğu olan herkesin uykuları kaçar. Nürnberg Mahkemesi’nde olduğu gibi. Nazi Almanya’sı yargılamalarında toplama kampına giden trenlerin makasçısı dahi yargılandı. Caydırıcılık istiyorsanız, bunu yapacaksınız. Belediyedeki kalem personelinden tutun valilikteki müdahale birimlerine kadar öyle bir yargılarsınız ki, herkes kendisine çekidüzen vermek zorunda kalır. Mevcut görevliler, yapı-denetçiler, mühendis ve mimarlar, hatta bu alanların fakülteleri müfredatlarını değiştirmek zorunda kalır. Toplumsal süreç hukuki sürece yansır.

Mart 2023

Bu sürecin hukuki mücadelenin yanı sıra etkin bir hak mücadelesine dönüşmesi, toplumsallaşma olasılığı var mı?

Var tabii. Depremlerde bu kadar kişi ölmüşken neden İsias bu kadar konuşuluyor? Çünkü İsias’ta aileler bir araya geldi ve kamuoyu baskısı oluşturabildi. Hatay’daki platformlar hakeza, Hatay’ın yeniden ayağa kaldırılması için sorumluluk alıyorlar. İsias’ta hayatını kaybeden turist rehberi Önder Cırık adına öğrencilere burs veriliyor. Sivil toplumun bu işin peşine düşmesi önemli. Kıbrıslı aileler dernekleştiler. Hem hukuk mücadelesini sürdürmek hem de yaşamını yitirenlerin anısını yaşatmak için Şampiyon Melekleri Yaşatma Derneği’ni kurdular. Çorlu’da kolektif bir şekilde hareket ediliyor ve Çorlu davası kamuoyuna aksediyor. Ama Pamukova davası konuşulmadı. Hendek havai fişek fabrikası davası sürüyor ve konuşuluyor, ama Amasra maden katliamı davası o derece gündeme gelmiyor, oysa her ikisi de çok taze acılar.

Toplumsal ayağın hem hukuki hem de geride kalanların ekonomik dayanışması bakımından inşa edilmesi önemli. Kamu gücüyle adaletin terazisi bozuluyorsa, Adliye binası dışında oluşturacağınız kamuoyu gücüyle teraziyi dengelemeye, kendi lehinize çevirmeye çalışmalısınız.

Hatay-Dikmece’de halk zeytinliklerinin ve tarım arazilerinin kamulaştırılmasına karşı örnek bir mücadele yürüttü. Demografik ve ekolojik yıkıma karşı açılan davada yürütmeyi durdurma kararı verildi. Ama valilik, TOKİ ve bakanlığın itirazı üzerine yürütmeyi durdurma kararı iptal edildi.

Selçuk Kozağaçlı’nın güzel bir tespiti var. “Bir reformla çözebileceğimiz şey yok ortada” diyor ve şöyle ekliyor: “Çünkü mevcut hukuk sisteminin bir formu yok. Hukuk sistemi içinde görev alanların formasyonu yok. Bu işi yapacak bir formül yok.” Dolayısıyla, reform değil, form tartışması esas olan. Yapısal dönüşüm gerekiyor. Yani bu yasaları yırtıp baştan yazacağız. Biz bugün mevcut hukuk sisteminde, bu bataklık içinde yaraları sarmaya çalışıyoruz. Aileler ve avukatlar olarak bu bataklıktan yapabileceğimizin en iyisini çıkaralım istiyoruz.

Bu şartlardaki “en iyi” ne olabilir?

Bir, cezasızlık olmasın. İki, caydırıcılık olsun. Üç, aileler için buradan manevi tatmin çıksın. İsias ’ta Ahmet Bozkurt ismini bugün herkes biliyor, ama belediyedekileri kimse bilmiyor. Bu insanlar çocuklarının ölümüne sebebiyet verenleri ismen ve cismen tanımıyor. Dosyaya sanık olarak girenleri bile duruşmada karşılarında göremediler. Küçücük bir ekranda, SEGBİS’ten görmek zorunda kaldılar. Onların yüzüne karşı acılarını dile getiremediler. Yargılama biraz da böyle bir şeydir, yargılamanın bir boyutu yüzleştirmedir. Pişmanlık gösteren bir sanığa iyi hal indirimi yapılabilir, ama SEGBİS’le bunu yapamazsınız. Sanığın yüz ifadesini göremiyorsunuz, aile konuşurken ağlıyor mu, gülüyor mu, tutuksuz sanık cep telefonundan Instagram’a mı giriyor o anda, bunu bilemiyorsunuz ki SEGBİS’le. Dosya karar aşamasına geldiğinde pişmanlığı, iyi hali nasıl tartışacaksınız? Aileler “Kim bu, yüzünü göreyim” diyor, tanımak istiyorlar çocuklarını öldüren kişiyi.

Neden İsias bu kadar konuşuluyor? Çünkü İsias’ta aileler bir araya geldi ve kamuoyu baskısı oluşturabildi. Kamu gücüyle adaletin terazisi bozuluyorsa, Adliye binası dışında oluşturacağınız kamuoyu gücüyle teraziyi dengelemeye, lehinize çevirmeye çalışmalısınız.

Deprem bölgesinde kaç dava yürütüldüğü, kaç kişinin tutuklu olduğu gibi verileri Adalet Bakanlığı’nın açıklayabileceğini söylediniz. Barolar Birliği tüm deprem bölgesindeki davaların bilgisini bir araya getiremez mi?

Türkiye Barolar Birliği 81 ilden 83 baronun çatı örgütü. Desem ki, sadece avukatların öldüğü davalar takip edilsin, bu bile çok ağır bir hukuksal sorumluluk. Nasıl bir gönüllü kadro ya da bütçe bulacaksınız bu işin takibi için? Depremin ilk haftalarında, binlerce gönüllü avukat dört ilde günlerce saha görevi üstlendi, delillendirme yaptı, hukuksal bilgilendirmede bulundu, çadırları gezdi, hatta erzak dağıttı, enkaz kaldırdı. Ama bunu organize şekilde dönüşümlü yaptı. Yıllarca sürecek davalar için nasıl bir avukat organizasyonu yapılabilir? Dava dediğiniz akçeli de bir iş, buradan maddi kazanç elde edilecekse bunu il baroları üzerinden o ilin kendisi de depremzede olan avukatları almalı. Tepeden değil, yerelden örgütlenmeli hukuksal destek ve hukuk kanalıyla mücadele.

Bu duygusal, ruhsal yükü çok ağır davalar için çabalarken siz nasıl etkileniyorsunuz?

10 Ekim’de bomba patladığında alandaydım. Devamındaki 36 saat boyunca adli tıpta görev üstlendik arkadaşlarla. Sonra psikolojik destek aldım. Ben de meslektaşlarım da ondan sonra ancak dosyada avukatlığa giriş yapabildik. Deprem için de durum benzer. Arama-kurtarmacılar, hekimler, öğretmenler, AFAD gönüllüleri, avukatlar, tamamının psikolojik destek alması gerekiyor. Hem mesleki süreci daha sağlıklı şekilde yürütebilmeleri hem müvekkilleri veya hastalarıyla daha sağlıklı iletişim kurabilmeleri için.

Son söz?

Bir hukukçu olarak bu söyleyeceğim garip gelebilir, ama mücadeleyi sadece hukuki zemine endekslememek gerekiyor. Maraş’taki Ezgi Apartmanı’nda Nurgül Hanım iki çocuğunu ve torununu kaybetti, inanılmaz bir mücadele verdi. Enkazın üzerinde yatıp kalktı deliller kaybolmasın diye. Kepçe tuttu, enkazın bir kısmını kazdırdı ki numune alınabilsin. Kendisi bilirkişi götürdü, enkazda fotoğraflama yaptırdı. Dilekçe vermedik yer bırakmadı. Bakın, bunların hiçbiri hukuki değildi. Hepsi bireysel bir hak mücadelesiydi. Nurgül Göksu’nun oğlunun ve gelininin avukat olduğunu öğrenince kendisine ulaştık, tanıştık. Dosyasını bize yolladı. Elinde bilirkişi raporlarından inceleme kayıtlarına kadar, her evrak var. Bir de bunun kolektif emekle, kolektif bir bilinçle yapıldığını düşünün. Toplumsal örgütlenme için dernek, vakıf şart değil, emekli amcalardan liselilere, facebook ya da WhatsApp grubu kurarak, yurttaş inisiyatifleri ya da komşu birliktelikleriyle yaşanmış depremin yaraları ve yaşanacak depremin riskleriyle ilgili uğraşmaya başlamalı.

^