BUZUKİ EROL (1938 - 2007)

Söyleşi: Serkan Seymen
6 Mayıs 2022
SATIRBAŞLARI

Erol Örter: Şimdi bak, ben Galatasaray’da büyüdüm. O zamanlar orası çok kozmopolit bir yerdi. İstanbullu Türkler, Levanten İtalyanlar, Fransızlar, Rumlar, Ermeniler o mahalledeydi. Bu dediğim 4O’lı yılların başları. 1944 yılında ilkokula başladım orada. Tabii, o zamanlar, şimdilerde hep dendiği gibi, bambaşka bir İstanbul vardı. Galatasaray Lisesi’nin yanından inen yokuşa gir, Boğazkesen’e iner, bir iyi su vardı, eskiden Hamidiye Suyu derlerdi. Hemen onun sağında otururduk. Pazar günleri karı kocalar iyi giyinir, Taksim’den aşağıya Tünel’e iner çıkarlardı. Şimdi bu tarz şeyler küçük kasabalarda olur sadece. Kasabanın tek caddesinde bir aşağıya bir yukarıya turlarlar, o zamanlar İstanbul da kasaba gibi bir yerdi işte.

Etrafımızdaki levantenler müziğe çok sevdalı insanlardı. Bütün levantenlerin evinde mandolin ya da gitar çalan, şarkı söyleyen bir insan olurdu. Bizim evde yoktu, ama komşularda vardı. Müzikle ilişkim ise tesadüfen zaten. Tesadüfen müzisyenim ben. Ama sesim vardı, annemin de sesi güzeldi, radyolarda çıkan şarkıları ezberler, söylerdim. İtalyan filmleri gelirdi o ara, radyolarda da o napoliten müzikler çalardı, ben de ezberlerdim. Babama bir gün dedim ki, “okulda ders veriyorlar, bana bir mandolin alsana, beni öldürecekti az daha. Bir daha da cesaret edemedim.

Buzukiyi dekor diye duvara astım

Delikanlılık çağları geldi sonra, asker oldum. Geri geldim. O İtalyanca, Rumca şarkılar hep aklımda. Bir de furya oldu o zamanlar, taksilerde 45’lik çalan pikaplar var. Evin az üzerinde bir taksi durağı vardı, onların plaklarını dinlemeye giderdim. Askerden gelince evlendim. Babam Haliç’teki tersanede ustabaşıydı. Askerden evvel bir ara çalışmıştım orada. Koltuk döşemeciliği, oto elektrik, marangozluk gibi işlerde de çalışmışlığım vardı. Askerden dönünce girdim gene tersaneye. Bir oğlum oldu o arada. Şu an 37 yaşında. Tersanede, ayın 17’sinde, bir de ay başında maaş alıyorduk. Oğlumun doğumu böyle maaş gününe denk geldi, tersanedeki samimi arkadaşlarımı aldım, Balıkpazarı’nda Hasırlı diye bir meyhane vardı, orada rakı ısmarladım.

Rum bir adam vardı, yaşlı başlı. İsmi Hırsız Apostol… Harbiden hırsız ama bu. Sabıkası var bir sürü. Ama artık ihtiyarlamış, hırsızlığa çıkamıyor, gözü görmüyor çünkü. Öyle bir gözlük var ki adamda, rakı şişesinin dibi gibi. O aralar Yunanistan’dan bir müzisyen gelmiş, Vasilis Çiçanis, rebet müziğinin duayenlerinden birisi. Bu adamın çalıştığı yerden Bizim Apostol gidiyor, adamın sazını çalıyor. Adam çoktan Yunanistan’a dönmüş. Apostol da Balıkpazarı’nda lotarya yapıyor, bu çaldığı buzukiyi de koyuyor lotaryaya. Ben, keyfim yerinde, beş tane numara yazdırdım kendime. Tam kalkmamıza yakın, Apostol geldi, “Sizin kısmetinizmiş” dedi, sazı bana verdi. Eve geldim, buzukiyi dekor olarak duvara astım.

Babam çok dürüst bir adamdı, acayip dürüsttü. Ne kadar boktan bir iş varsa tersanede, “oğlunu kayırıyor” demesinler diye, beni yollardı. Geminin en diplerine sintine derler, oraya muşamba döşememiz lâzım, beni yolladı bu işe. Oraya da paslanmasın diye zehirli boya yapmışlar. O boyadan zehirlendim, doktordan 15 gün istirahat aldım. Geldim evde yatıyorum, buzuki de duvarda asılı. Ee, genç adamsın, yataktasın, n’aparsın şimdi, tuttum buzukiyi aldım elime. İlk elime alışım bu. Başladım sıkıntıdan tıngır mıngır çalmaya. Aradan altı ay geçti, ben buzukici olarak çalışmaya başlamıştım. (gülüyor)

Geminin sintinesinde zehirlendim, evde yatıyorum, buzuki de duvarda asılı. Genç adamsın, yataktasın, n’aparsın şimdi, tuttum buzukiyi aldım elime. İlk elime alışım bu. Başladım sıkıntıdan tıngırdatmaya. Aradan altı ay geçti, buzukici olarak çalışmaya başladım.

Bak şimdi, olmayacak işlere…

Diyeceksin nasıl oldu, bak şimdi nasıl oldu anlatayım: Kumbaracı yokuşunda oturuyordum o sıralar. Bilir misin Kumbaracı’yı? Hah, işte oradayız. Mahallede iki-üç Rum çocuğu var, birisi biraz akordeon çalıyordu, öbürü biraz gitar… Bunlar evde buzuki çaldığımı, öyle tıngır mıngır, duymuşlar, “gel dediler “beraber çalalım. Biz başladık evde çalışmaya. Bu arada babamla harp devam ediyor. Niye müzikle uğraşıyorum diye kızıyor bana.

Domeniko diye bir adam vardı o zamanlar, emprezaryo kendisi, müzisyenlere iş bulan bir herif. Bu adam da tesadüfen bizim sokaktan geçiyor. (gülüyor) Bak şimdi, olmayacak işlere bak… Kapı vuruldu, indim aşağıya. “Ya” diyor, “kim yapıyor bu müziği?”. “Çalışır mısınız?” diyor bize, “size iş bulalım”. Yani hikâye böyle başlıyor işte. Topu topu on tane falan parça çalıyoruz. On birinci yok, belki o kadar bile değildi. Elime aldım buzukiyi, nota bilmem, müzik bilmem, alır almaz aklımda ne kadar ezgi varsa teller üzerinde hayata geçirdim. Ben de anlamadım nasıl oldu. O zamanlar İstanbul’da çalan yok bu buzukiyi. Anca Yunanistan’dan adamlar gelecek de onlar çalacak. Tepebaşı’nda Cumhuriyet Gazinosu falan var, orada çalarlardı. Tabii o zaman Rumlar vardı İstanbul’da. Onlar gider dinlerdi.

Adama dedim, “Dalga mı geçiyorsun ya? Biz bi şey bilmiyoruz ki…” “Olur olur” dedi, “merak etme”. 40 lira yevmiye teklif etti bana. Haftada üç gün Burgaz Adası’nda işe çağırıyor bizi. Burgazada’da o zamanlar bir gazino var, Cennet Gazinosu, Rumca da Paradisso yazıyor. Ben tersaneden 72 kuruş saat ücreti alıyorum o sırada. Mesai falan yapıyoruz, ayda en fazla 210 lira geçiyor elime. Adam bana diyor, şimdi bak: Haftada 120 lira! Babamla başladı kavga. “Sen” diyorum “ya hesap bilmiyorsun ya da benim düşmanımsın”. “Oğlum bu işler geçici işler” diyor bana.

İlk çalıştığımız hafta, enterasandır, bir saat biz çalıyoruz, bir saat de Cem Karaca… Mavi Çocuklar diye Ermeni çocukların kurduğu bir grup vardı, Cem Karaca onlarla şarkı söylüyor. Deri ceketler filan, o zamanlar rock’n’roll dalgası yeni daha… Bak, sonrasını dinle: Yıllar sonra Büyük Efes otelinde çalışıyoruz. Dario Moreno falan var. Cem Karaca da artık şöhretli, orada sahneye çıkıyor. Bir havalarda ki sorma. Orayı işleten Sabri Bey vardı, toprağı bol olsun, evinde ziyafet verdi, çalışan bütün müzisyenlere. Bana dedi, “Erolcum, Cem Bey’le tanışıyor musunuz?” Dedim “ben tanıyorum da, o beni tanımamazlıktan geliyor”. Cem dedi, “Biz tanışmadık ki!” O zaman, o ilk sahne aldığımız yerden bir hikâye anlattım ona: O zamanlar sinemalarda yer göstericiler hep Rumlardan olurdu. Onlardan bir grup Paradisso’ya gelmişler. Tam bitirim çocuklar, kasap falan oynarlar. Galata’nın çocuğu hepsi, hafif külhanımsı ayağındalar. Bu Mavi Çocuklar da o sıcakta deri ceketler filan, öyle rock’n’roll durumları ters geliyor bizim bu çocuklara. Programı da uzattılar mı biraz, bu delikanlılar sıkıldılar, başladılar homurdanmaya. Sahneye pişmiş tavuk fırlattı biri. Tavuk da iyi pişmiş, ama salçalı, gitti Cem Karaca’nın yüzüne pat diye çarptı. (gülüyor) Adam sildi yüzündeki salçaları, bir şey yokmuş gibi şarkıyı söylemeye devam etti. İşte o zaman, Sabri Bey sorunca, “ya onun bir tavuk yiyişi vardır hiç unutmam” dedim. (gülüyor)

Çevir kazı, paşa geliyor

Biz ne anlatıyorduk, haa, işte ordan başladık biz müzisyenliğe. Bu arada piştik tabii biraz. Orkestrayı genişlettik. Boğaz’da ne kadar taverna varsa hepsinin dibine darı suyu ektik. Arnavutköy’de Çamlıbahçe diye bir yer vardı, şimdi benzinci oldu orası. Kocaman bir yerdi. Nasıl biliyor musun, her gün doluyor mekân. İki ortak kumarbaz, garsonlar, komiler herkes kumarbaz. Ben de kumarı hiç sevmem. Akşam gazino doluyor, adam sabah geliyor, “Erolcum, 100 lira versene”, bütün parayı kumarda kaybetmiş… Bu arada, ben Rumca söylüyorum ama, o zamanlar ikide bir Kıbrıs dalgaları çıkıyor ortaya. Geliyor herif, “Kes lan Rumcayı” diyor. Bir kere dört kurşun sıktılar üzerimize. Çok cahil insanlar var, n’apacaksın! Ben de tutuyordum, şarkıların bazılarına Türkçe sözler yazıyordum. Sıkıştığım zaman, sakat durumlar ortaya çıkacak gibi oldu mu çeviriyorduk müziği Türkçeye.

Atina’da müzisyen kahvesinde iş bekliyorum sü­rekli. Herkes beni İstanbullu Konstantin olarak biliyor. Bana sürekli İstanbul’daki rebetlerin hayatını soruyorlar. Ben de ne duymak istediklerini bildiğimden tekkeler, sekiz marpuçlu nargileler falan derken masal anlatıp duruyorum. Ağızlarının suyu akıyor, diyorlar ki, “Ah vre Kosta, bir iş bulsan da İstanbul’a gitsek!” “Durun” diyorum, “şu Kıbrıs işi çözülsün, yaparız bir kumpanya”

Bak böyle bir hatıram daha var, yeri geldi anlatayım: Ankara’ya gittik, rahmetli Ergun
Özer ile birlikte Altan Kulüp diye bir yerde çalıyoruz. Dişsiz İhsan diye bir adam İstanbul’dan kaptı bizi oraya getirdi. O da ayrı bir hikâye ya, neyse, kitabımda anlattım onu da. Ergun dedi ki, ilk provadan sonra, “Erol, Dişşiz İhsan’ın kabadayılığına takılma sen. Buraya devlet erkânından adam çok gelir, İhsan’ın etekleri tutuşur. Çünkü aralarında Rumca istemeyen olur, hazırlıklı ol.” Bir gece tam sahnedeyiz, İhsan geldi, “Çevir kazı, paşa geliyor” dedi. Ergun da enseme eğildi, “İsmet Paşa geliyormuş, Türkçeye çevir” dedi. Hemen sakince Türkçeye geçtim. İsmet Paşa oturdu, yanında Hamido ve birkaç tanımadığım mühim zevat var. Paşa “seni gidi seni” der gibi kafasını sallayıp gülümsüyor müstehzi. İhsan kapının yanında ağlamaklı duruyor öylecene. Şarkı bitti, İsmet Paşa alkışladıktan sonra eliyle “gel buraya” yaptı, indim sahneden, bu arada Ergun “hah Paşa ananı belledi senin şimdi” dedi. Gittim yanına. “Oğlum” dedi, “Biz buraya ‘Aide to Malono’ şarkısını dinlemeye geldik, Türkçe dinlemek istesek Maksim’e giderdik”. Ben sahneye geri döndüm, Rumcaya başladım. Bu anıyı Yunanistan’da anlattığımda kimse inanmadı, “Hadi ya, İsmet Paşa Rumca şarkı mı dinlermiş” dediler hep.

Kıbrıs dalgası bir patladı…

Çamlıbahçe’den sonra, Bebek Belediye, Yıldız Gazinosu derken kendime dükkân açtım. Nigar Uluerer diye bir kadın vardı bir zamanlar, hatırlar mısın, hah işte onun kocası ile birlikte Büyükdere’de 600 kişilik bir yer açtık biz. Bir de işi bilen Yorgo diye bir şefimiz vardı. İşler çok iyi, evi hemen taşıdık, yeni koltuklar, perdeler falan alıyoruz. Parayı bulduk ya… Kıbrıs dalgası bir daha bir patladı akabinde. Karartma geceleri falan derken işleri yürütmek mümkün olmadı. Sarıyer’den serseriler falan gelmeye başladı. Emniyet amiri arkadaşımdı, adam bana “Koruyamam seni” dedi. Çıkarma yapılmış, şehitler falan var, “Rumca söyleme lan” diye basıyorlar mekânı. Bizim müşteri Rumlar, Ermeniler, İstanbullu Türkler, öyle kaliteli insanlar. Geliyor serseriler, kavga gürültü. Sinirime dokunuyor bu durum. Müzik müziktir ya, milliyeti falan yok ki! Olacak gibi değil, verdik orayı başkasına, topladık bavulları, Yunanistan’a gittik.

Yunanistan’dan iş müsaadesi vermediler bana. Oradan İngiltere’ye geçtim, dört yıl kaldım. Oxford’da bir yerde çaldık. Sahibi Türktü, ama Yunan müziği çalınıyordu. Beni oraya tüm prosedürleri yerine getirerek aldı. Yabancı bir müzisyen altı ay çalıştıktan sonra, bir süre ayrılıp tekrar altı ay çalışabiliyordu. Müzisyenler sendikası hep aynı insanlar çalışıp işleri kapatmasın diye böyle bir karar aldırmış. Oradan başka şehirlere geçtim, dört yıl geçti. Yunanistan’a geri geldim, Almanya’ya gittim geldim.

Yunanistan’da İstanbullu Rum diye tanıtıyordum kendimi, adımı Kosta, Yorgo falan diyordum. Rumcam da annemden dolayı çok iyi olduğundan anlamıyorlardı. Ama her defasında bir tanıyan çıkıyordu, numaramız çakılıyordu. Tam sahnedeyim bir defasında, Yunanistan’ın batısında bir yerde çalışıyorum. Herkes beni Kosta biliyor. Herifin biri çıkmaz mı “Vay Erol abim nasılsın”(gülüyor) Dediler “Ya bunun adı Kosta, ne Erol’u?” “Olur mu ya, bu bizim Erol, biz çok severiz. Adam İstanbullu bir Rum. Maaşa zam, işe nihayet tabii… İş müsademiz de yok. İş buluyoruz kolayca ama, her defasında bomba patlıyor elimizde. Yabancılar şubesi beni arıyor, çağırıp duruyorlar. Karıma diyorlar “sen kal, sen Rumsun, ama o gitsin”.

Yunanistan’da müzisyen yazıhaneleri var, oralara gidiyorum, iş arıyorum. Rumcam çok iyi, oranın diyalektini de iyi konuşuyorum. 15-20 günlük programlar çıkıyor. “Karım şarkı söylüyor, ben de buzuki çalıp söylüyorum” diyorum, iş buluyorum. “İsmin ne” derlerse, uydur uydur söyle işte… (gülüyor)

Şarkı bitti, İsmet Paşa alkışladıktan sonra eliyle “gel buraya” yaptı. İndim sahneden, gittim yanına. “Oğlum” dedi, “biz buraya ‘Ayde Tomalono’ şarkısını dinlemeye geldik, Türkçe dinlemek istesek Maksim’e giderdik”. Ben sahneye geri döndüm, başladım Rumcaya.

Ermeni bir arkadaşım vardı, adadan. Kanada’ya gitmiş, dönüşte Yunanistan’a uğruyor, benim de orada olduğumu duymuş, bulur muyum acaba diye arıyor beni. Sonunda buluyor da. İstanbul’da çaldığım yerlere gelir, benden “Kundurama Kum Doldu”yu isterdi. Espritüel bir adam da aynı zamanda. Ayakkabısını şef garsona vermiş, peçeteye sarılı olarak bana göndermiş. “Kunduruma Kum Doldu” demekmiş bu, espriye bak. (gülüyor) Nereden aklıma gelsin, şef geldi ayakkabıyı verdi, “bunu yolladılar” diye. Dedim kendi kendime, bombamız patladı gene, bizim kimliği öğrendiler, bana şut çekiyorlar. Bizimki arkalardan kalkıp bağırmaz mı: “Kundurama kum doldu yahu. Hemen sordular etraftan n’oluyor, sen nereden tanıyorsun bunu falan? Adam anlatmaz mı “İstanbul’dan tanırım, Erol’dur adı” diye anlatıyor herkese. Tabii, gene bize şut… (gülüyor)

Yunanistan’da ne var biliyor musun, polis, jandarma teşkilatı içinde, Yunanlı olmayan Yunanlılar var. Makedon, Sırp ya da Bulgar asıllı. Bunlar kraldan daha kralcı adamlar. Bu herifler hep bazı hadiseleri çıkarırlar hâlâ. Yoksa iki halk arasında, hep söylerler ya, hakikaten hiçbir sorun yok. Bizde hep böyle kapıya adam koyarlar ya “Yassak hemşerim” diyen, kendini adam zanneden, orada da hep kilit yerlerde böyle adamlar var işte. Poliste, jandarmada, içişleri bakanlığında böyle hayvanlardan çok var, aramızı bozan. Adam bunları yapacak ki, Yunanlı olduğunu ispatlasın… Bir gün nezarete aldılar beni. Biri dedi, “sen nasıl öğrendin böyle Rumca konuşmayı?” Dedim, annem Rumdu”. “Annen Türkle evlenmiş ha, benim annem olsa onu keserdim” dedi. Böyle şerefsiz adamlar. Diyeceksin ki, burada da yok mu onlardan. Ama bak şimdi, ben burada Rumca şarkı söyleyen bir adam olarak tanındım. Öyle kötü olaylar olmadı mı, oldu, ama polisle başım belaya girmedi Rumca söyledim diye. Orada da halk sana hiçbir şey demez Türkçe söyledin diye. Ama polisle başın belaya girer. Burada bu yüzden sana ters bir hareket yapıldığında polis korur onlara karşı.

Herkes beni İstanbullu Konstantin biliyor

Ama bir gün bak ne oldu. Atina’da müzisyenler kahvesindeyim. Birçoğu İstanbul’dan tanıdık, içiyoruz birlikte. Atina’da karşılaştığım Yenişehirli Niko derler bir arkadaş vardı, eski İstanbullu, o geldi, “iş var” dedi. Karpuzcu Ohannes diye İstanbullu bir Ermeni, karısı Rum olduğu için Atina’ya gelmiş, bir taverna açmış, ama işler berbat. Adamla anlaştık, bir grup kurdum, yüzdeyle çalışıyorum. Benim gerçek kimliğimi de biliyor. İlk başta işler pek iyi gitmiyor, tavernanın müşterisi yok. Ama ben müzisyenlerin parasını her gün cebimden ödemeye devam ediyorum. İşler bir düzeldi, tabaklar kırılıyor her gece. Sonra bir fark ettik ki, gitarist Yanni uyandırdı beni, adam bizi kazıklıyor. Aramızda tartışma çıktı, kavga ettik. Yunanlı müzisyenlere “siz çalmaya devam edin, daha fazla para veririm” dedi, ama hepsi “Erol nerede biz oradayız” dediler. Gitti karakola şikâyet etti beni, “Bu adam aslında Türktür, beni dövdü” dedi. Komiser bana dedi ki, “Sen bu adamı batmaktan kurtardın, işlemeyen bir tavernası vardı, orayı güzel bir yer yaptın, biz bile geldik birkaç gece eğlendik. Şimdi gördün mü, aranız bozulunca sen Türk oluverdin. Sen iyisi mi bunu tek başına bırak, kısa zamanda eski haline döner nasıl olsa, kalır beş parasız. Çalışma müsaaden yokmuş, ama işlem yapmayacağım, haberimiz vardı zaten, git şansını başka yerde ara…” Böylesi de çıktı yani. O adam da hakikaten kısa zamanda battı.

Atina’da müzisyen kahvesinde iş bekliyorum sü­rekli. Herkes beni İstanbullu Konstantin olarak biliyor. Bana sürekli İstanbul’daki rebetlerin hayatını soruyorlar. Ben de ne duymak istediklerini bildiğimden tekkeler, sekiz marpuçlu nargileler falan derken masal anlatıp duruyorum. Ağızlarının suyu akıyor, diyorlar ki, “Ah vre Kosta, bir iş bulsan da İstanbul’a gitsek!” “Durun” diyorum, “şu Kıbrıs işi çözülsün, yaparız bir kumpanya”. Thanos diye bir müzisyen var, dedi ki bana: “Yahu ne ilgimiz var bizim Kıbrıs’la, Biz Türkleri severiz, onlar da bizi. Bu işler hep İngiltere ile Amerika’nın başının altından çıkıyor, senin gibi gariban müzisyenler de göçmen oluyor.

Kos adasında “her yer karanlık”

Aslında Yunanlılar bize çok benzerler. İlk gittim, herkesi birilerine benzettim. İnsanlar bize çok yakındır… O ayakkabıyı bana gönderen adam, Kanada’da bir yerde rakı içmek istiyor. Bakıyor Yunan lokantası var. Giriyor, biraz da Rumca bilir. “Neyiniz var?” diyor Rumca. Adam diyor “Caciki, Dolmak!, Piyazaki…” “Ya” diyor bizimki bu kez Türkçe olarak, “İstanbul’da olmayan bir şey yok mu?” Adam aa” diyor “sen İstanbullu musun?” Adam da İstanbullu Rummuş meğerse. Sarılıyorlar, buna bir ilgi bir alâka. Canavar gibi sofra donatıyor hemen. Yunanistan’da gerçek kimliğim ortaya çıkınca kimse bana “Ne? Sen Türk müsün? Hadi defol” demedi. Ama polisten korktukları için, kapatırlar mekânını falan diye, “Ya işler pek iyi değil, kusura bakma” falan diye ezile büzüle son veriyorlardı işime hep. Üzülüyorlardı yani.

Kos adasında çalışıyorum bir ara. Bir tane de Türk köyü var orada. Yazlık yer, biliyorsun buzuki de elektrikli, epey gürültü çıkarıyoruz yani, hep şikâyet ediyorlar Türkler bizi polise. İkide birde ceza yiyor gazino. Adam dedi ki bana, “Ya sen İstanbullusun, bir tane Türkçe patlat da bu adamlar da bizi şikâyet etmesin”. Ben de bir patlattım Türkçe bir şarkı, “Her Yer Karanlık” diye girdim şarkıya, bütün köy boşaldı, gazinoya geldi. Ertesi gün gene papaz olduk plisle, Türkçe söyledik diye. Hüviyeti istiyor, iş müsaaden var mı, yok. Hadi sana güle güle. Ne maceralar ya!

Karın konsomasyon yapar mı?

Sisam adasında bir gün, Kıbrıs davası ayyukta gene… Sisam adasında askeri birlikler var. Karımın pasaportunu ibraz ettim otele, “benimki” dedim, “Atina’da kaldı”. Oradaki askerlerin başında da bir Yunan paşası var, her gün gelip izliyor bizi. Bir gün otelde gördü beni, “E Kostakimu, gel bir içki içelim”. Oturduk, adamla viskiye vuruyoruz. Üç-beş de genç adam var, yan tarafımızda boyuna bizi kesiyorlar. Paşa da resmi kıyafetiyle. Adam bana diyor ki, “Ah, sen Konstantinapolis’tensin. Neler çektiniz oğlum? Ama bir gün alacağız oraları yeniden.” Adam atıyor tutuyor, “tabii, sağolun efendim” diyorum ben de. O bize bakan adamlar da, oranın gizli servisiymiş. Bizimki arada çoşuyor, bağırarak konuşuyor, sonunda kurtuldum çıktım yukarı, zıırrrr telefon. Gitmiş adamlar resepsiyona, sormuşlar “Kim bu generalle konuşan?” İndim aşağıya, dedim “siz beni yormayın, ben de sizi yormayayım, olayın aslı budur. Dediler “çık yukarıya, biz seni çağırana kadar odadan çıkma”. Sonra çağırdılar, “sakın bir daha buraya gelip çalışmaya falan kalkma”. General de öğrenmiş mevzuyu, beni gördü, nasıl bakıyor bir görsen. Sicili bozulmuştur belki, sarhoş olup gevezelik yaptı bana diye. Belki casusum, ne bilsinler.

Yunanistan’da İstanbullu Rum diye tanıtıyordum kendimi, adımı Kosta, Yorgo falan diyordum. Rumcam da annemden dolayı çok iyi olduğundan anlamıyorlardı. Ama her defasında bir tanıyan çıkıyordu, numaramız çakılıyordu.

Ne maceralar ama..! Bir gün yazıhaneye gittim, iş istemeye. Dedim “karım da şarkı söyler”. Adam demesin mi, “karın konsomasyon da yapar mı?” Dedim, “seninki yapar mı?” Girdik birbirimize. Ortalık dağıldı. Şimdi, bu tarz müzik İstanbul’da nezih yerlerde çalınır. Orada ise daha batakhane işidir. Karılar falan da çalışır mekânda. Bir gün sahnedeyim, adamın biri geldi, dedi karın niye hep maksi giyiyor, mini giydirsene. Dedim sen bir mini giy de, ben sana iş tutayım”. Sahnede kavgaya girdik, taverna dağıldı. (gülüyor) Patronlar bir girişti adama, kıpkırmızı oldu dayaktan. Ben artık yalvarmaya başladım, ya tamam bırakın adamı” diye. Ya bırak şimdi bunları da rakıları al içeri geçelim, biraz müzik yapalım. (buzukisini fişe takıyor ve yeni şarkılarını birbiri ardına çalmaya başlıyor)

Gitme kal, hiç taksi yok durakta

“Gitme / Biraz daha kal / Yanıma uzan / Gitme kal / Kal daha yollar henüz çok ıssız / Yerler karlı etraf ışıksız / Gitme kal / Gece dolu binbir tuzakla / Koynuma gir beni kucakla / Gitme kal hiç taksi yok durakta / Hiç kimse yok henüz sokakta / Gitme kal / Biraz daha kal…”
Bu şarkı çok seviliyor. Arada bir, program yaptığım yerlerde çalıyorum kendi şarkılarımı, çok istek alıyor bu şarkım. Bak, bir de bunu dinle: “Hayatımdan kimler geldi kimler geçti / Edalısı, belalısı / Utanmazı, arlanmazı / Uslanmazı / Demek ki beterin de beteri varmış / Kurtaramadım kendimi senden / Benliğim artık sorulmaz benden / Nereden sevdim seni nereden / Sen nasıl bir kadınsın; evlere şenlik…”

Basçı Thanasis Karapavlos’un arşivinden, beraber çaldıkları 1972 yılında çaldıkları İstanbul tavernalarından, Sarıyer, Kurtuluş, Adalar’dan ortam kayıtları

Bak şimdi daha farklı bir ritm. Bu tam rebet havası:

Apostol’un tekkesi / Etrafı gül bahçesi / Külhan­ beyleri tutmuş / Nargilemin lülesini / Nargilemin ateşi sönecek be Apostol / Tazele nargilemi bahşişin olacak bol / Apostol bekliyor / Köşede erketesi / Bir dirhem bir çekirdek / Kaşına kaymış fesi / Nargilemin ateşi sönecek be Apostol / Tazele nargilemi bahşişin olacak bol / Tophane’nin sağ yanı / Galata’dır Galata / Apostol bir mastika / Yanına da salata / Nargilemin ateşi sönecek be Apostol / Tazele nargilemi bahşişin olacak bol…

Nasıl, umut var mı şarkılarda? Öyle kibarlık yapma ama, içinden geçeni söyle beğenmediysen. Dur, bir tane daha çalalım:

Başına takmış çemberi karanfil kulağında / Kaşı kara gözü kara salınır pazarda / Allı morludur renkleri / Kınalıdır elleri / Faka basmaz uyanıktır / Şu Roman güzelleri / Sepetinde radikası iç cebinde baklası / Mutlak yolunu bulacak / Para bekler babası / Allı morludur renkleri / Kınalıdır elleri / Faka basmaz uyanıktır / Şu Roman güzelleri / Mangalar arasında tutar evin yolunu / Gözü kimseleri görmez bulacak barosunu…”

Bir yerde çalışıyorum. Sahnede beni kimse alkışlamadı. Kafam bozulmuş, Hasırlı’da rakı içiyorum. Adamın biri beni dinlemiş, Bohem’di çaldığım yerin adı. “Oğlum ben seni dinledim Bohem’de, sakın üzülme. Bu meslek öyle bir meslektir ki, yüz kişi vardır bir kişi alkışlar, o bir kişi senin kişindir. Herkesin hoşuna gitmek zorunda değilsin” dedi. Bana çok cesaret verdi o sözler o gün, hiç unutmam.

Biz devam edelim:

Cennetin bir kenarında / Bir çilingir sofrasında / Oturmuşlar üç arkadaş / Demlenirler yavaş yavaş / Ergün Özer keman çalar / Esin Engin beste yapar / Tanju Okan kadınım der / Sonra da şakilik yapar / Beni görünce güldüler / Dünyamızdan ne haber? / Biz göçünce / Kimler, nasıl yerimize geldiler?

Bu adamlar var ya, çok müthiş adamlardı. Böyle şarkılar yaptım işte. Atilla Atasoy bir kaset yapmak istiyordu bunlardan. Bir gün televizyon­ da Hasan’la (Cihat Örter) bir tane çalıp söylediler, ama baktım, ruhunu veremediler. Tanju Okan’la çok çalıştık aynı yerde. Çok büyük adamdı. Çok da iyi içerdi. Bu arada sen öyle kuru kuruya içiyorsun rakıyı. Olmaz. Ben öyle bir şey yemeden rakı içen adam görmeye dayanamam, sinirim bozulur. Rakı öyle içilmez.

Bayramda Bodrum’da çalıştık bir yerde. Dolaşıyorum programdan sonra. Barların içerisi tıklım tıklım, adam elinde rakı bardağı, ayakta içiyor. Rakı öyle içilmez ki. Oturacaksın, meze olacak, muhabbeti olacak. Viski, konyak içersin, anlarım. Bu arada kendi yarattığım özel bir içkim var, onun da tarifini vereyim sana bak: İki ölçü bakardi, bir ölçü campari, iki ölçü limon. Biraz sert olur tabii, o ayrı… Barmenler bunun ismi ne diye sordular mı “con blöf” diyorum. (Bir şarkı daha var sırada)

Balıkpaza içinde / Barba’nın meyhanesinde / İçiyoruz her gece / Ama sen yoksun tadı yok be Yorgo / Beyoğlu’nu Pera yaptık / Boynuna inciler taktık / Daha neler neler yaptık / Sen­
siz tadı yok be
Yorgo / Hoppa hoppa pedakimu / Özledik bre Yorgakimu

Manges 5, ayaktakiler: Bojidar Çipof (gitar), Erol Genlik (gitar), Thanasis Karapavlos (bas) Giannis Satmari (davul), 1972

O çelebi adamları arıyorum

Şimdi bak bu şarkıyı niye yazdım… 16-17 yaşlarındaydım, biraz genç irisiydim, yaşım 25 falan gösterirdi. Hep giderdim içki âlemine. Rum meyhanelerinde içerdim ve kendimden büyük adamlarla arkadaşlık yapardım. Bu sonradan alışkanlık oldu. Bazen İstanbul’a inince, istiyorum gideyim Balıkpazarı’nda bir rakı içeyim. Bakıyorum yok yaa, o insanları arıyorum. Değişen ne söyleyeceğim şimdi sana. Çok çelebi insanlar vardı Rumların arasında. Mesela hiçbir zaman ayrılıkçılık yapmamışlardır, başkalarını dışlamamışlardır. Biz ise 6-7 Eylül falan, neler yaptık. Gittiler Yunanistan’a, orada da eziyet çektiler. Beni görünce orada, konuşunca hep ağlarlardı. Ermeniler mesela, daha kapalıdır içine. Yanlarına Türk çırak almazlar. Ama Rumlar, Türk ya da başka millet bakmazlar, yanlarına alırlar, sanat öğretirlerdi. Balıkpazarı’na girdim miydi, onları hatırlıyorum, o adamları. Lotaryacılar, boynunda gitar dolaşanlar… Bir Conpepe vardı, Balıkpazarı’nın delisi. Başında kovboy şapkası John Wayne tipi, belinde çift tabanca, yelek, bol paça pantolon, omuzunda telleri eksik bir gitar, Roy Rogers’ın tıpkısı! Meyhaneleri dolaşır, konser verir, para toplardı…

Kıbrıs’tan iş geldi bir kere, ama gidip çalmadım. Bir Ermeni arkadaşım vardı, pastırma tüccarı. Kızının düğününe davetliydim, çıktım, sahne aldım düğünde. Bir davetli vardı, adam Kıbrıslıymış, “ayıp değil mi Rumca söylüyorsun” dedi bana. Fedon’un da başına gelmiş böyle şeyler, o yüzden gitmedim. Biri bir şey der, kafam bozulur, boş ver.

Annem Rum diye söylemiyorum, onları eleştirirdim de… Yegâne takıntıları, kız alıp vermezlerdi. Babam annemi kaçırmış mesela. Bizimkilerin de hatası, tutmuşlar Rumları Tatavla’ya, Ermenileri Samatya’ya bir mahalleye toplamışlar, insanlar birbirleriyle kaynaşmamışlar. Şimdi çok oluyor Türk­le Rumun evlenmesi. O eski tutuculuk pek kalmadı. O zamanlar kaynaşabilseydik, bazı şeyler hiç yaşanmazdı. Uzak kalınca, başkaları da insanları kullandılar, kışkırttılar. Bu dünya bir gün düzelecekse eğer, kavga gürültü bitecekse, bu ancak birbirine yabancı olanların aralarının düzelmesiyle olacak. Herkes aynı insan, milliyet niye önemli ki? Allah istese herkesin alnına damga vururdu, hangi millete ait olduğunu belirten. Düşünsene adam Hıristiyan, 6-7 Eylül diye bir hadise olmuş, adam servetini kaybetmiş, kalkmış oraya gitmiş, bir de orada kötü davranmışlar. Niye? Bir yerde bir insan ekalliyette oldu muydu zordur.

Adam burada ekaliyette zaten. Ekalliyet nedir? Orada yaşamak için adamın bir işi herkesten daha iyi, herkesten daha namuslu yapması lâzım, çünkü göze batar, başarılı olması için öyle olmak zorunda. Burada her şeyini kaybetmiş adam, gidiyor oraya. Hepsi zanaatkâr adam, tornacı, döşemeci falan. Oradakilerden de daha iyi çalışıyor. Oranın adamı da ona düşman kesiliyor. Başlıyor “Türk tohumu” demeye, her şeyi söylemeye. İnsanlar söylerler, her şeyi söylerler… Kaç tane adam gördüm Yunanistan’da, ağlıyor adam, “keşke” diyor “gelmeseydim buraya, din kardeşiyiz ama, bize Türklerden daha kötü davranıyorlar, Türkler daha iyiydi”. Şimdi tabii biz de tuhafız, binlerce yılın birikimi var. Daha yeni yeni yerleşik duruma geçiyoruz. Binlerce yıl, savaşçı olmuşuz, haraçla yaşamışız, akınlar falan… Enteresan hikâyeler bunlar.

İşte bu şarkıyı ondan yaptım. Arıyorum o adamları. Yalnız ben mi? Orada bir dolu adam var, eski arkadaşlarını arıyorlar. Senelerce beraber orada akşamcılık yapmışlar. Oradaki birçok insanın hissiyatı bu. Efendi gibi içmişler, muhabbet etmişler. Şimdi git, iki kadeh içen anırmaya başlıyor. Bir balıkçı Ali vardı, toprağı bol olsun, Heybeli’dendi o da. Balıkpazarı’nda balık satardı. Bütün arkadaşları Rummuş, beş-altı tane. Hepsi gitmiş. Adam ağlardı ya, “arkadaşlarım gitti, şu vardı, bu vardı, şimdi oturup rakı içecek arkadaşım kalmadı” diye. Şimdi git yanında kadınla rakı iç oralarda, başın derde girer.

Babaannem dindar bir kadındı, ama bir gün annemin hakkında şikâyette bulunduğunu işitmedim. Annem de onun için tek laf etmezdi. Ailede hiç sorun olmadı annemin Rum olması.

Todori’nin kızkardeşi Eliso’nun arkadaşı Maria

Dedem sarayın yorgancıbaşısıymış. Annem, Sisam Rumlarından. 1930’lar falan, babam döşemecilik yapıyor, Lazzaro Franco diye ünlü bir mağaza var o zamanlar, orada birlikte çalıştığı arkadaşı Todori ile bir dükkân açıyorlar. Babam Todori’nin Tatavla’daki evlerine de gidip geliyor. Todori’nin kızkardeşi Eliso’nun da bir arkadaşı var, Maria, yani annem. Babam orada görüyor annemi ve âşık oluyor. Annemin babası kaptanmış, bir Amerika seferine gitmiş bir daha gelmemiş. Anneannem ve annemin beş kardeşi kalmışlar ortada ve kalkmışlar İstanbul’a, Tatavla’ya yerleşmişler. Annem, Eliso ile aynı terzide çalışırken arkadaş olmuş.

Bazen İstanbul’a inince, istiyorum gideyim, Balıkpazarı’nda bir rakı içeyim. Bakıyorum, yok yaa, o insanları arıyorum. Yalnız ben mi? Bir dolu adam eski arkadaşlarını arıyor. Çok çelebi insanlar vardı Rumların arasında. Mesela hiçbir zaman ayrılıkçılık yapmamışlardır, başkalarını dışlamamışlardır. Biz ise 6-7 Eylül falan, neler yaptık. Gittiler Yunanistan’a, orada da eziyet çektiler.

Ailesi evlenmelerine müsaade etmeyince, annem tutmuş, babama kaçmış. Bizim eve getirmiş babam annemi, babaannem ile üst kata yerleştirmişler, dedemin haberi yok. Aradan geçmiş zaman, annemin kardeşleri ve annesi gelmişler dedeme, “Senin oğlun bizim kızı kaçırmış” demişler. Dedem “benim oğlum Kemal mi kaçırmış, eğer öyleyse emin ellerde, merak etmeyin” demiş. Akşam eve gelmiş dedem, Kasımpaşa’da otururlarmış. Oturdukları sokağın bir sırası olduğu gibi dedeme aitmiş de, biraz hovarda bir adam olduğundan hiçbir şey kalmamış geriye.

Babaanneme “Eve gelin gelmiş, benim elimi öpmeyecek mi?” demiş. Annemi öyle çıkarmışlar tanıştırmışlar. Bizim evde hiç sorun çıkmadı. Babam annemin bütün bayramlarını kutlardı. İki tarafın bayramları da kutlanırdı. Bizde de hanım paskalyada yumurta boyar falan… Dinler insanları birbirine düşürmemeli bence.

Annem öldüğünde iyi bir cenaze yaptırmak, en yüksek rütbeli papazı getirtmek istedim. Cemiyet toplantılarında falan bedava çalmışlığım vardır yıllarca. Ama yüksek rütbeli papaz gelemezmiş cenazeye. Neden? Annem bir Türkle evlenmişmiş. Bozuk çaldım ben de. Türkle Rum birbirine düşman olsun da, birileri çıkar sağlasın işte. Çocuklarımı da öyle yetiştirdim. “Kimseyi dinine, milliyetine göre değerlendirmeyin, karakterine bakın” dedim. Rumdur, Çinlidir, Türktür, iyi insan olduktan sonra ne fark eder? Menfaat uğruna farklılıkları körüklemenin güzellik neresinde?

Bizim Şahap Enişte vardı. Karısı Rumdu onun da. Karısının akrabası da çok. Her gün bir azizin günü oluyor. O azizin ismini taşıyan akrabaya, doğum günü gibi hediye alıyorlar. Boyuna hediyeler taşınıyor. Aziz Nikolas günü, Aziz Yorgo günü falan… Adam sonunda patlıyor: “Bundan sonra diyor, mart ayının falanca günü Aziz Şahap günüdür. Herkes bana hediye getirecek.” Akrabalar da başlıyor o gün ona hediye getirmeye. İlişkiler böyleydi işte. Adamın burasına gelmiş hediye almaktan, ne yapsın. (gülüyor)

Aziz Nesin gibi güldürmek istedim

Benim kitabı yazarken aklımda hep bir insan vardı: Aziz Nesin… Hayranıyım. Üslûbunu çok severim. Bütün kitaplarını okudum onun. Bir gün gece yarısında bir kitabını okuyorum gene, kahkahalarla gülmeye başladım, karım sesime uyandı, bizim adama bir haller oldu diye korkmuş. Dedim ki kendi kendime, gecenin köründe evde kendi kendime otururken beni güldürüyor ve mutlu edebiliyor, bu ne büyük bir adamdır böyle. Ben de insanları okurken güldürmek istedim. İnsanları kolay kolay güldüremezsin. Üzmekse basittir. Okurken bir tebessüm etsinler istedim. Bir tane daha kitap yazdım, bakalım onu da yayınlayan çıkar mı? Acele etmiyorum, zamanı gelince olur her şey. Biri bir gün dinler bu şarkıları da, yayınlarız der, yayınlanır. Şimdi insanlar kaset yapmak için evini falan satıyor. Bu saatten sonra öyle şeyler yapacak halim yok. Şarkıların şansı da var, bir gün bunları da yayınlamak kısmet olacak bence. Olursa şöyle yaşlılıkta bir daha bir gündeme geliriz. Açıkça söyleyeyim, şöhret yakalamak değil derdim bundan sonra, biraz para bulup rahat edeyim artık. Doğrusu bu. Şimdi bu yeni şarkıları gidip de plakçılara götürmeyeceğim. Olursa, vakti gelmişse kendiliğinden olur zaten, kimse durduramaz. İşler de zor şimdi. Klip var, sponsor var. Kim niye bize sponsor olsun, bizle işi ne adamın?

Bu ülkede insanlar çok enteresan ya! Bak şimdi, öyle sosyalist mosyalist, o davalardan hiç anlamam, bilmem. Solculuk falan da lükstür zaten bizim ülkemize. Ama ülkemin İsveç gibi olmasını istiyorum. Yaşamı güvenceye alınmış, hastane bedava, belli bir yaşam standardı var. Bizde adam, kıçında bir tek don var, gidiyor ANAP’a, hatta daha sağ partiye oy atıyor. Ulan o don da gidecek yaa! Ne iştir anlamadım.

Zamanında otuz kadar 45’lik yaptım. Bir tane de LP yaptım… Eskiden Odeon firmasına yapmıştım 45’likleri. Giderdim dükkâna, satmıyor plak” derlerdi, para alamazdım. Bir ara İsrail’de çalışıyorum. Sahnedeyim, oynayanlar, yanıma kadar yaklaşıp serseri” diyorlar bana. Türkçe bilen bir müzisyen vardı, ona sordum “niye serseri deyip duruyor bunlar bana”. Müşterilerden bir kadın duydu ve Türkçe konuştu benimle: “Sizin ‘Serseri’ adlı şarkınızı istiyorlar” dedi. Benim Odeon’a yaptığım bir 45’likti “Serseri”, popüler olmuştu epey. Meğer birileri alıp İsrail’e götürmüş, orada bile satmış. Bizim haberimiz yok, firmadan bize plak satmadı diyorlardı hep. Şimdi biraz para almak istiyorum yani. O da rahat etmek için bundan sonra. Yoksa paraya da çok itibar etmem. Yıllarca çalıştığım yerlerde dükkân iyi iş yapmazsa kasaya gitmezdim o gece. Geçenlerde karşı tarafta bir yerden çağırdılar. Program yapıyorlar, buzukici gelmeyecekmiş, beni çağırdılar bir geceliğine. Canım sıkılıyor, gideyim çalayım dedim. Kalabalık orkestra, ama içeride var 13 müşteri. Gecenin sonunda adamlar gittiler paralarını aldılar, benimkini de ödediler. Ben hiç yapamadım bunu. Ama dükkân iş yapınca da bağırta bağırta aldım hakkımı. Gerçi bizim işler ne zaman çok iyi gitse bir Kıbrıs krizi patlak verdi ya! (gülüyor)

Ucuz vatanseverlik bunlar

Kıbrıs’tan iş geldi bir kere, ama gidip çalmadım. Bir Ermeni arkadaşım vardı, pastırma tüccarı. Kızının düğününe davetliydim, çıktım, sahne aldım düğünde. Bir davetli vardı, adam Kıbrıslıymış, ayıp değil mi Rumca söylüyorsun” dedi bana. Fedon’un da başına gelmiş böyle şeyler, o yüzden gitmedim. Biri bir şey der, kafam bozulur, boş ver. Halbuki Denktaş’ın oğlu, müzisyenmiş o çocuk, Rumca şarkılar söylermiş. Ne var yani? İnsanlar ne kadar boş, olmayacak şeylere takıyorlar. Oysa düşünmeli: Müzik bu ya, bununla derdin ne olabilir? Müziğin nereden geldiği önemli mi? Sonra hep birbirinden etkilenilmiştir müzikte. Herkes birbirinden bir şeyler almış. Bazısı geliyor, “bu saza verdiğin emeği kanuna falan verseydin” diyor. Ulan elime bu geçti, bunu çaldım işte. Öyle baktığımız zaman, Osmanlı zamanında bir sürü milletle kapışmışız, hiçbirinin müziğini dinlemeyecek miyiz şimdi? (gülüyor) Otur Fransızca Edith Piaf’ı da dinle, İngilizce ne bileyim Tina Turner’ı da. Ucuz vatanseverlik bunlar. Bak bir hikâye daha anlatayım…

Hayatımda ilk kez Türk gördüm

Sene 1962. Galatasaray’da bir yerde çalıyorum. Bohem’de. İki Rum çalıştırıyordu. Müşterisi de yüzde 90 Rum. Tünel’de de Şato gazinosu var, alaturka, alafranga karışık. İkisinde birden çalışıyorum. Gene böyle Kıbrıs davaları var, “Ya taksim ya ölüm” falan… Günlerden cumartesi, içerisi kalabalık. Birisi sahneye geldi, şak diye elimi tuttu. “N’oluyor ya?” dedim. “Bak” dedi, “arkadaşım, Kıbrıs Türktür”. “Ya şarkı söyleyeyim derken, Kıbrıs Türk değildir diye bir şey mi söyledim?” Adam sarhoş ama. “Bak, Kıbrıs Türktür, senin bu çaldığın saz da Yunan sazıdır. Çalmayacaksın, o kadar” dedi. Gitti masasına oturdu. İlk hırsım geçti, müşteri tedirgin bu arada. Patron “aman idare et” havasında. Bir sigara yaktım, gittim masalarına oturdum. Üç kişiler. Gencecik delikanlılar: “Beyefendi, Kıbrıs Türk ama, benim karım var, çocuğum var, anam var. Bunlar ne yiyecekler?” Çıkardı 50 lira verdi. Büyük para. “Al bunu, çalma” dedi. Not defterimi çıkardım, “adresinizi alayım” dedim. “Ne yapacaksın?” dedi. Dedim “Kıbrıs yalnız bugün mü Türk? Yarın ne olacak?” Bunu duyunca yanındakiler kahkahayı bastı. Adam da gülmeye başladı. “Özür dilerim, milli hislerim galeyana geldi, öyle bir bok yedim, kusura bakma” dedi. Parayı bıraktım, sahneye yürüdüm. Adam elli kâğıtla arkamdan geldi, “Erol bey, en sevdiğiniz bir Rumca parçayı benim için çalar mısınız?” dedi, (gülüyor) İnsanlar böyle dolduruşa geliyor işte.

İngiltere’de Birmingham’da çalışıyoruz, Kıbrıslıların restoranı var bir tane. Kıbrıslı Rum bunlar. Çok küçük bir yer, ama çok iyi çalışıyor. Bir gitaristim var, ben, eşim beraberiz. Çarşamba günleri ve pazarları Kıbrıslılar geliyor. Diğer günler İngilizler. Kıbrıslılar da Türkçe parça istiyorlar sürekli, bilhassa “Kadifeden Kesesi”ni… O gün oynayan oynayana, illa da “Kadifeden Kesesi” arka arkaya. Bir ara verdik, dinlenmek için. Üç kadın, üç erkek bir masadalar. Bir tanesi bana dedi ki: “Bir dakika baksana, gel otur şuraya.” Ulan dedim, gene papaz olacağız Türkçe yüzünden, ama İngiltere burası, kim niye takılsın. Adam böyle dayı havalarında, “ne içersin?” dedi. Bir viski aldım. “Sende kan yok mu?” dedi. “Bırak” dedi, “sanki normal bir şey yaparmış gibi Türkçe şarkı söylüyorsun”. “Ya bak” dedim, “bir bok yiyorsun, bilemezsin ne derece bir bok bu”. Bozuldu ama, kelime de ağır, anlamaya çalışıyor ne demek istediğimi. “Ne yaptın, biliyor musun? Bir Türke niye Türkçe şarkı söyledi diye bozuk atıyorsun, hem de İngiltere’de.” Herif bembeyaz oldu. “Sen” değil, “siz” demeye başladı. “Siz Türk müsünüz?” “Başka bir ispatı daha var, ama görmek istemezsin” dedim. (gülüyor) “Çok özür dilerim, hayatımda ilk kez bir Türk gördüm” dedi. “Boşver bunları, siz ne yapıyorsunuz burada” dedim. Doktorlarmış üçü de. İngiltere’de çalışıyorlarmış. Kıbrıslı değil, Yunanlı. Vurdum viskiyi, ayağa kalktım: “Bak ben bu işi Yunanistan’dan yazıhaneden aldım. Şurada gördüğün kadın benim karım. Rumdur kendisi ve çocuklarımın annesidir. Şimdi senin ülken gördüğüm kadarıyla bizim Türkiye gibi; bazı şeyler çok boktan. Yol yok, hastane yok. Doktor açığı var. Sen yolunu bulmak için gelmişsin buraya, memleketinin hali umrunda bile değil, bana burada şarkıyla ucuz vatanseverlik yapıyorsun. Sen okumuş adamsın, böyle yaparsan o cahiller neler yapar. İlk defa Türk gördüm dedin, anatomi okumadın mı sen, benim üç kulağım, boynuzum falan mı olacak, ilk kez Türk gördüm diyorsun.” (gülüyor)

Roll, sayı 32, Haziran 1999

^