Tam tamına 164 yıl önce, 25 Şubat 1856’da, Paris’te toplanan Osmanlı, İngiliz, Fransız, Avusturyalı, Piemonteli, Prusyalı ve Rus delegeler, üç yıldır yedi cephede süren Doğu Savaşı’na –bizdeki adıyla Kırım Savaşı’na– son vermek üzere görüşmeye başlamış ve 30 Mart’ta barış antlaşmasını imzalamıştı. Kırım Savaşı’nın siyasi sonuçları bir yana, önemli sosyal etkileri olmuş, Osmanlı’nın payitahtındaki gündelik yaşamın birçok veçhesinde dönüştürücü bir rol oynamıştı. 1853-1856 arasındaki üç yıla zaplıyoruz…
Osmanlı tarihinin sonuçları açısından ilginç savaşlarından biri 1853-1856 Kırım Savaşı’dır. Gerçi savaş Osmanlı ve müttefiklerinin askeri başarısızlığıyla biter, ama ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamda pek çok yeniliğe neden olur. Tanzimat (1839) ile başlayan “modernleşme” süreci, yeni bir yüze bürünerek hızlanır. Savaş önce Osmanlı devlet adamlarına, sonra daha geniş kesimlere birçok toplumsal yenilik ve uygulamalar getirir.
1853 yılının ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nu hegemonyası altına almak amacıyla savaş çıkarmak isteyen Rusya, sınır ihlâllerine başlar. Bu saldırıların bütün diplomatik girişimlere rağmen durmadığını, tam tersine giderek arttığını gören Osmanlı İmparatorluğu da 4 Ekim 1853’te Rusya’ya savaş ilan eder. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nu bu kez İngiltere ve Fransa’da askeri güçleriyle desteklemektedirler.
Üç yıl süren ve Rusya’nın ateşkes istemesiyle çatışmalarının durduğu ve 25 Şubat 1856’da Paris’te bir araya gelen tarafların 30 Mart’ta imzaladıkları antlaşma ile resmen sona eren bu savaşa, genel olarak “Kırım Savaşı” veya “Türk-Rus Savaşı” denir. Kırım, bu savaştaki yedi cepheden sadece biridir. Kırım dışında ordular Aşağı Tuna boyunda, Karadeniz’de, Baltık’ta, Kafkasya’da çarpışırlar. Batılıların bu savaşa verdiği isim ise “Guerre d’Orient” (Doğu Savaşı) olacaktır.
Şehre gelen yabancılardan etkilenen ahali Avrupai kıyafetler giymeye başlar. Müslüman kadınların giyimleri serbestleşir. Varlıklı kadınlar arasında Fransız elçiliğinde düzenlenen bir baloda ilk kez görülen ve “malakof” adı verilen tuvalet moda olur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zaten kötü olan mali durumu savaş nedeniyle daha da bozulur ve bu nedenle devlet tarihinde ilk kez Avrupalılardan borç alınır. Ancak bu çıkmaz sokak, başlarda çözüm gibi gözükse de sonradan ülkenin başına büyük dertler açacaktır. Gene ilk kez imparatorluk topraklarına yabancı askerler müttefik olarak gelecek, aylarca yerli nüfusla yan yana yaşayacaktır. Osmanlı insanı, gene tarihinde ilk kez bazı teknolojik yenilikleri, başka kültürlerin insanlarını, farklı hallerini, davranışlarını kılık-kıyafetlerini görür.
Avrupa’nın “hasta adam”ı ve Rus çarı
1850’li yıllarına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu ile Çarlık Rusya’sı arasında ilişkiler bir kez daha bozulmuştur. “Dini bütün” olduğu söylenen I. Nikolay kendisini Ortodoks âleminin lideri saymakta ve Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoks cemaatlerin kendi himayesine verilmesini istemektedir. Ayrıca Tanzimat ile başlayan yeni dönemde “hasta adam” adını verdikleri Osmanlı’da bazı reformlar yapıldığını ve hastanın yavaş yavaş dirildiğini görmektedir. Ve tabii bundan hiç memnun değildir. Ağır bir darbeyle Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden silinebileceğini düşünmektedir.
Ancak ne İngiltere ne de Fransa Çar’ın paylaşma tekliflerine evet der. Hatta İngiliz elçisi Çar’ın yüzüne bakarak şunları söyler: “Niçin daima Türkiye’nin öleceğini hesaplayarak bu felakettin öncesi veya sonrası için tedbirler almayı düşünmeli? Niçin hastayı tedavi etmeyi düşünmemeli?” Sonuç olarak, Çar aradığı uluslararası desteği bulamaz. Elde ettiği sadece Prusya ve Avusturya’nın tarafsızlığıdır. Lakin I. Nikolay’ın vazgeçmeye niyeti yoktur.
Padişahın ortodoks tebaanın himayesini Çar’a verilmesini reddetmesi üzerine Rus orduları Eflak ve Boğdan’ı işgal eder (22 Haziran 1853) ve güneye doğru ilerlemeye başlar. Bunun üstüne Osmanlı İmparatorluğu Rusya’ya savaş ilan eder. (4 Ekim 1853) Bölgedeki Osmanlı kuvvetleri bu ilerleyişe karşı direnir ve yer yer başarılar kazanır. Balkanlarda bu gelişmeler olurken Rus donanması Sinop’u bombalar. (30 Kasım 1853) Bu ağır darbe İngiltere ve Fransa’nın Rusya’nın Karadeniz’deki gücünü anlamasını sağlayacaktır. Artık İstanbul ve Boğazlar Rus tehdidi altındadır. Osmanlı-Rus anlaşmazlığı bir kez daha bir Avrupa meselesi haline gelmiştir.
Daha önce Çar’a anlaşmaya yanaşmadığı takdirde Osmanlı’nın yanında yer alacağını açıklayan İngiltere ve Fransa, Sinop olayından sonra, Kraliçe Victoria ile III. Napeleon’un Osmanlı-Rus sorunlarını çözmek için arabulucu olmalarını teklif eder. Çar’ın teklifi reddetmesi üzerine bu iki ülke Rusya’ya ültimatom verir. Eflak ve Boğdan’ın boşaltılması, Osmanlı İmparatorluğu’nun mülki bütünlüğünün korunması ve Ortodoks tebaanın himayesi fikrinden vazgeçilmesi istenmektedir. Çar bunu da reddeder ve dahası Rus ordularına Tuna nehrini geçme emri verir. (9 Şubat 1854)
Bu arada Osmanlı gazeteciliği açısından da bir yenilik yaşanmış, imparatorluktaki iki Türkçe gazeteden biri olan Ceride-i Havadis geniş bir şekilde savaş haberlerini vererek basının işlevini ve önemini göstermişti. İlerleyen yıllar bağımsız gazetelerin sayısının çoğaldığı, gazetecilik dilinin sadeleştiği ve okur sayısının arttığı yıllar olacaktır.
Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, Rusya’ya savaş açılmasına karar verir. (12 Mart 1854) Osmanlılar ile yeni dostları arasında üç antlaşma yapılır. Bu antlaşmalarla İngiltere ve Fransa, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü kabul eder. Yenileşme hareketleri desteklenir. Ayrıca iki devlet Osmanlı İmparatorluğu’ndan özel çıkarlar sağlamak düşüncesinde olmadıklarını açıklar. Bu arada yapılacak barışın ilkeleri de tespit edilir.
Savaş çok geniş bir coğrafyada gerçekleşir: Karadeniz’in Rumeli ve Anadolu kıyıları dışında, Baltık’ta, Kafkasya’da, hatta Pasifik’te rakip güçler birbirine taaruz eder. Başlarda pek çok savaşta olduğu gibi bu savaşın da uzun sürmeyeceği zannedilir. Ancak öyle olmaz, üslerinden uzakta savaşan İngiliz ve Fransız ordularının buna yeterince hazır olmadıkları bir süre sonra anlaşılır. Ayrıca müttefik güçler arasında güç birliği yoktur. Bütün bunlar savaşın uzamasına yol açar. Bu arada salgın hastalıklar da başgösterir.
Bu savaşın Osmanlı İmparatorluğu için bir başka anlamı da zaten mali kriz içinde olan devletin savaş masrafları yüzünden zor durumda kalması ve yabancılardan borç almasıdır. İlerleyen yıllarda bu borçlar ödenemeyecek, yeni borçlar alınacak ve bu süreç Düyun-u Umumiye’nin ülkeyi teslim almasıyla noktalanacaktır.
Bütün bu olumsuzluklar savaşın sonucunu değiştirmez. Müttefik orduları Rus ordularını yenip Çar’ı barış istemek zorunda bırakırlar.
Adettendir, her savaştan sonra taraflar bir masanın etrafında buluşup antlaşma imzalar! Bu savaşta da öyle olmuş. Cephelerde askeri yenilgileri devam eden Rusya’ya bir darbe de tarafsız durumdaki Avusturya’dan gelir; Rusya’nın barış görüşmelerini kabul etmemesi halinde müttefiklerin yanında savaşacağını açıklar. Rus Çarı III. Aleksandr sonunda masaya oturmayı kabul eder. 25 Şubat’ta Paris’te, Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Sardinya-Piemonte, Prusya, Avusturya ve Rusya arasında başlayan görüşmeler, 30 Mart’ta imzalanan antlaşma ile sona ermiştir.
Islahat Fermanı
Kongrenin yaklaştığı günlerde Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli bir gelişme yaşanır: Islahat Fermanı ilan edilir. Islahat fermanı, Osmanlı İmparatorluğu içinde kurulması kararlaştırılan yeni düzenin prensiplerinin genel hatlarıyla programlaştırılmasıdır. Buna göre, tebaanın can, ırz ve namusunun korunması, kanun önünde eşitlik, devlet ve askerlik hizmetlerine bütün tebaanın katılması, mezhep ve eğitim alanında hürlük, vergilerde eşitlik, iltizam usûlünün kaldırılarak vergilerin doğrudan toplanması, mahkemelerde şahitlik hususunda eşitlik, af hususunda padişahın yetkileri, mal müsadere usûlünün kaldırılması, işkencenin kaldırılması, resmi yazılarda Hıristiyanlara hakaret anlamı taşıyan tabirlerin kullanılmaması, rüşvetin kaldırılması vb. gibi hususlar devletçe garanti altına alınmıştır.
Ancak müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki ayrımları kaldıran bu ıslahat daha çok Avrupa devletlerinin baskısıyla yapılmış, konferans öncesi Osmanlı’nın elini güçlendirmek için kabul edilmiştir. Öncelikle düşünülen, büyük devletlerin Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyanları koruma bahanesiyle imparatorluğun iç işlerine karışmasının engellenmesidir.
Sultan Abdülmecid bütün memurlara pantolon giyme mecburiyetini getirir. Böylece II. Mahmud’un askerlere mecburi tuttuğu pantolon sivil memurlar için de zorunlu olur. Onunla birlikte boyunbağı (kravat) takılması da yaygınlaşır. Redingotun yerini İstanbulin alır.
Çantasında böyle bir proje ile Paris’e gelen Osmanlı heyetinin umutlarının boşa çıkacağı bir süre sonra görülmeye başlanmıştır. Savaşta gösterdikleri birliği konferansta göstermeyen müttefik devletler Rusya’nın durumunu güçlendirmiş ve pek çok sorun çözülmeden kalmıştır. İmzalanan antlaşmaya göre, Rusya savaş sırasında işgal ettiği Osmanlı topraklarını geri vermiş ve savaş esirleri karşılıklı olarak serbest bırakılmıştır. İngiltere, Fransa, Sardinya-Piemonte, Prusya, Avusturya ve Rusya, Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletler topluluğuna girmesini ve Avrupa hukukundan yararlanmasını kabul ederek topraklarının bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti altına alır.
Ayrıca antlaşmayı imzalayan devletlerden biri veya birkaçıyla Osmanlı Devleti arasında bir anlaşmazlık çıkarsa, hemen silaha başvurulmayacak, antlaşmayı imzalayanlar arabulucu olarak devreye girecektir. Karadeniz’de savaş gemisi ve savaş gemisi inşa edilebilecek tersane bulunmayacaktır.
Savaşın siyasal sonuçları, sosyal etkileri
Tarihçi Candan Badem, Paris Antlaşması’nın siyasal sonuçlarını şöyle yorumluyor:
“Savaşın sonuçları bütün bütün Osmanlı devletinin yararına değildi… Zafer kayda değer bir maddi kazanç, bir savaş tazminatı bile getirmedi. Aksine Osmanlı hazinesi masraflar yüzünden neredeyse iflas etti… Paris Antlaşması’nın birçok garantisi ve taahhüdü kısa sürede yok oldu… Osmanlı İmparatorluğu teoride Avrupalı büyük devletlerin mensubu olmasına rağmen pratikte bir Avrupa mandası oldu.”
Uluslararası ilişkilerde ve cephelerde bütün bunlar olurken Osmanlı İmparatorluğu’nun cephe gerisinde o güne kadar görülmeyen bazı yeni olgular görülmeye başlar. Savaş nedeniyle başta İstanbul olmak üzere ülkenin bazı yerlerine dost yabancı askerler gelir. Bu tarihte bir ilktir. İnsanlar bu yabancıların yaşamlarını, kılık kıyafetlerini, farklı hallerini görür. Bazı yeni teknolojik buluşlara şahit olurlar.
Candan Badem savaşın yarattığı sosyal etkileri ise şöyle anlatıyor:
“Savaşın ilk gözle görünür etkisi İstanbul’a gelen ziyaretçilerin sayısındaki artış ve Avrupalılar ile Osmanlılar arasında yapılan her düzeyden temaslardı. Savaş yıllarında İstanbul’a Avrupa’dan birçok insan geldi: Askerler, subaylar, rahibeler, diplomatlar ve aileleri, tüccarlar, turistler, mühendisler vs. Osmanlı İmparatorluğu ve İstanbul da Avrupa gazetelerinde geniş yer aldı… Askerlerin ve subayların müttefikler olarak İstanbul’da bulunmasının sıradan insanların zihinleri üstünde karma bir etkisi oldu. Binlerce İngiliz bir süre Üsküdar’da yaşadı… Müslüman ahali ‘gâvur’ askerini imparatorluğun güvenliği için kanlarını dökmek üzere gelmiş gerçek müttefikler olarak gözleriyle gördüler.”
Ancak, kısa bir süre sonra başka sorular da akla gelmeye, bazı tatsız olaylar yaşanmaya başlar. Niçin müttefik askerlerinin payitahtta bu kadar uzun süre kaldıkları, niye Varna ve Silistre’ye gitmediklerini sorgulanmaya başlar. Ayrıca Boğaziçi’ndeki birçok eve müttefik subayların el koyması, sahiplerinin çıkmaya mecbur kalmaları, bazılarına hiç kira ödenmemesi rahatsızlık yaratır. Müttefikler, özellikle de Fransız askerleri, denizcilik ve tıp okullarının da dahil olduğu birçok kamu binasını kışla ve hastane olarak işgal edip Osmanlılar’a yalnızca iki bina bırakırlar.
“İsraf ve safahat alabildiğine artarak ordunun masrafları için borç alınmak durumunda kalındığı gibi, günlük harcamalar için de borçlanmaya başlanmıştır. Sultan Abdülmecid borç almaktan çekinir ve mali dengeye dikkat ederdi. Lakin o da bu akıntının önünde sürüklenip gitmeye mecbur olmuştur. Devrin zorlamalarına karşı durulamamıştır.”
Davutpaşa, Maltepe, Ramizçiftlik, Taşkışla, Gümüşsuyu ve Gülhane kışlaları ile Beyoğlu’ndaki Rusya Elçilik Sarayı’na Fransız askerlerine tahsis edilir. Maslak’ta ordugâh kurup Ayasofya Mahallesi’ne de Fransızlar yerleştirilir. Selimiye Kışlası da İngilizlere verilir.
Zaman zaman ahali ile müttefik askerleri arasında başka sorunlar da çıkar. Namaz kılınırken camileri dolaşan, sokak köpeklerini zehirleyen, güvercinlere ateş eden, kadınlara sarkıntılık eden “Frenk” askerleri büyük tepki toplar.
Candan Badem, bazı sürtüşmelerin yaşandığını kayıtlara dayanarak şöyle anlatıyor:
“Örneğin, Davutpaşa Kışlası’na yerleştirilmiş olan Fransız askerleri Galata’daki Fransız merkezine gidip geliyorlardı ve bazen, özellikle geceleri yollarını kaybedip müslüman mahallelerine giriyorlar, gürültü ve sarhoşça nümayişler yapıyorlardı… Sarhoş müttefik askerlerinin Osmanlı polis memurlarına saldırdıkları da oluyordu ve Galata’da Mısırlılar ile Fransız askerler arasında kavgalar çıkıyordu. Bazı dükkân sahipleri de (onlardan) şikâyet ediyordu. Başka bir sefer yerli halk evlerini Fransız doktorlara kiralamak istemedi, ama doktorlar buna rağmen evlerine yerleştirildi… Yetkililer de bu gibi durumlara engel olmak için yollara, camilere Türkçe ve Fransızca uyarı levhaları koyulmasına karar verirler!”
İlkler geçidi
“Yenilikler” sokaklarla sınırlı kalmaz, sarayda da bazı ilkler yaşanmaya başlar. O güne kadar padişahın yabancı elçilerle siyasi meseleleri görüşmemesi âdeti terk edilerek yabancı elçiler kabul edilir. Şeyhülislam da ilk kez onlarla bir araya gelir. Hatta sultan yabancıların nişanlarını kabul eder! Artık padişahın göğsündeki nişanlardan biri Fransızların layık gördüğü “Legion d’Honneur”, diğeri de İngiliz büyükelçisinin taktığı “Order of the Garter”dır (Dizbağı nişanı).
Yine bir “ilk”, savaşın bitişinden sonra, 1856 yılının şubat ayında yaşanır. Sultan Abdülmecid önce İngiltere elçiliğinde, sonra da Fransız elçiliğinde balolara katılır. İngiliz elçiliğindeki kıyafet balosunu İngiliz borç denetçisinin eşi şöyle anlatıyor:
“Büyük bir törenle gelen sultanı elçi, eşi ve kızları merdivenlerin başında karşıladılar. Kostümlerin yarısını bile saymak benim bir günümü alırdı. Fransız, Sardunyalı ve İngiliz subaylarının bir araya gelmesinden maada ülke halkı da kendi muhteşem ve değişik kostümlerinde görünüyorlardı. Çok güzeldiler. Rum patrik, Yahudi hahambaşı merasim elbiselerini giymiş olarak oradaydılar. Gerçek İranlılar, Arnavutlar, Kürtler, Sırplar, Ermeniler, Rumlar, Türkler, Avusturyalılar farklı elbiseleriyle oradaydılar ve birçoğu müzeyyen silahlarını takmıştı. Peçesiz Türk hanımları vardı. Abdülmecid sakın bir şekilde peşinde muhteşem şekilde bir alay teşkil eden paşalarla birlikte balo salonu boyunca yürüdü…”
“Kadın efendiler de zamana uyarak arabalarla gezmeye başladılar ve tabii olarak şehirdeki emsallerinden daha üstün görünmek için israf ve safahata daldılar. Bunun sonucu olarak onlar da borçlandılar ve alışverişlerine aracı olan kahveci ve baltacılar pek acayip surette yolsuzluklara giriştiler.”
Ayrıca, bu yıllarda İstanbul ile imparatorluğun diğer şehirleri ve Batılı ülkeler arasındaki telgraf hatları tamamlanmıştı. İngilizler ve Fransızlar 1855 yılında eksik hat bırakmamış ve bu hatlar kullanılarak dünyaya duyurulan ilk haber, Sivastopol’un alınışı olmuştu. Bu arada Osmanlı gazeteciliği açısından da bir yenilik yaşanmış, imparatorluktaki iki Türkçe gazeteden biri olan Ceride-i Havadis geniş bir şekilde savaş haberlerini vererek okuyucuya modern bir ülkedeki basının işlevini ve önemini göstermişti. İlerleyen yıllar bağımsız gazetelerin sayısının çoğaldığı, gazetecilik dilinin sadeleştiği ve okur sayısının arttığı yıllar olacaktır. Ve de gazetecilerin başlarının beladan kurtulamadığı yıllar…
Kıyafet reformu
Savaş yıllarından itibaren, şehre gelen yabancılardan etkilenen, başta yerli hıristiyanlar olmak üzere, ahali Avrupai kıyafetler giymeye başlar. Müslüman kadınların giyimleri serbestleşir. Varlıklı kadınlar arasında Fransız elçiliğinde düzenlenen bir baloda ilk kez görülen ve “malakof” adı verilen tuvalet moda olur. Beli sıkılmış ve içine konulan balenlerle belden aşağı kabarık şekilde inen bu kıyafete, Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı hanımların “sepetli fistan” adını verdiklerini yazıyor.
Aynı dönemde Sultan Abdülmecid bütün memurlara pantolon giyme mecburiyetini getirir. Böylece II. Mahmud’un askerlere mecburi tuttuğu pantolon, sivil memurlar için de zorunlu olur. Onunla birlikte boyunbağı (kravat) takılması da yaygınlaşır. Redingotun yerini İstanbulin alır. Öyküsünü Koçu’dan dinleyelim:
“Redingot, kıravatlı ve kolalı yakalı Frenk gömleği ile giyilen bir Avrupalı kisvesi idi. Siviller bu ceketi resmiyet icap ettiren yerlerde, toplantılarda giyerlerdi. Yaşlılar için kolalı gömlek içine girmek, boğazına kaskatı kolalı yakayı takmak, onun üstüne boyunbağını bağlamak kolay alışılır şey olmadı. Toplantılarda çoğu yaşlı olan devlet erkânı ile yüksek memurların redingot içinde azap ve işkence çekeceklerinden gayri, kıyafet aksaması ile de garipsenecekleri düşünülerek sivil memurlara resmi bir kisve olarak İstanbulin icat edildi. Redingottan farkı göğsünün tamamen kapalı olması, kolalı gömleğe, kolalı yakaya ve kravata lüzum göstermemesi idi.”
“Devrin zorlamaları”
Tarihçi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa’nın (1822-1895) bizzat yaşadığı bu dönemle ilgili yazdıkları da hayli ilginçtir. Zeki bir gözlemci olan Paşa bu yılları şöyle anlatıyor: “Öteden beri Osmanlı devleti gelirlerine göre harcama yapardı. Memurlar da zamanında maaşlarını alarak bir ay boyunca buna göre idare ederlerdi. O zaman batı tarzında evler ve yalılar yoktu. Sarayın masrafları ise mütevazı ve derli toplu bir durumdaydı. Şehzadeler kendi dairelerinde tutulurken, kadınlar da bir tarafa çıkmazlardı. Saray Ahırı’nın masrafı saman, ot ve yulaf gibi yem masrafından ibaretti. Ve hatta ecnebi misafirler gelip de nakil için beygire ihtiyaç duyduklarında, vekillerden beşer-onar koşumlu at alınırdı. Bu tür şeyler için Saray hazinesinin masrafı olmazdı.”
Ancak bu durumun Osmanlı devletinin benimsemiş olduğu medeniyet anlayışına aykırı düşerek, dost-düşman nazarında çirkin bir görüntü verdiğini belirten Paşa, bunun üzerine devlet ileri gelenleri fayton ve araba edindikleri gibi, saraya lüks eşyalar alınmasının benimsendiğini ifade ediyor. Daha sonra olanları okuyalım:
“Fakat sonraları iş tabii halinden çıkıp israf ve safahat alabildiğine artarak ordunun masrafları için de borç alınmak durumunda kalındığı gibi, borç almaya alışıldığından, günlük harcamalar için de borçlanmaya başlanmıştır. Sultan Abdülmecid Han hazretleri hep borç almaktan çekinir ve mali dengeye hep dikkat ederdi. Lakin o da bu akıntının önünde sürüklenip gitmeye mecbur olmuştur. Devrin zorlamalarına karşı durulamamıştır.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu dönem için şöyle diyor: “Zevkte, eğlencede, elbise ve muaşerette mirasına konduğu ilk Tanzimat yıllarının attığı tohumların geliştiğini görülür… İmparatorluğun bütün imkânları saraya ve etrafında toplanmıştır. Aslında yaratıcı olmamaktan doğan rahatsızlığını bir türlü israf ve debdebe ile avutmaya çalışan bir mirasyedi yaşayışı bu zamanın ayırıcı vasfıdır.”
Bu yıllarda yaşanan başka bir olay da, Mısır’dan İstanbul’a pek çok paşaların, beylerin ve eşlerinin gelmesi olmuştur. Büyük olanaklara sahip yüksek fiyattan konaklar ve yalılar alan, buraları Avrupa’dan getirttikleri eşyalar ile döşeyen ve bol para harcayan bu insanların yaşamları taklit edilmeye başlanmıştır. Cevdet Paşa, bu durumdan öfke ile söz ediyor:
“Safahat kapısını açtılar. Vekiller ve İstanbul eşrafı, bu Mısır döküntüleriyle yarışmaya ve vekil hanımları da Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın kızı Zeynep Hanım’ı taklit ederek israf ve safahata kalkıştılar… Sadrazamlık maaşı yetmez oldu. Sultan hanımları ise mutlaka ve tamamiyle vekil hanımlarından üstün olmak üzere hesapsız ölçüde masraf etmeye başlayıp artık maaşları idare etmez olduğundan borç batağı içine düştüler.
Kadın efendiler de zamana uyarak arabalarla gezmeye başladılar ve tabii olarak şehirdeki emsallerinden daha üstün görünmek için israf ve safahata daldılar. Bunun sonucu olarak onlar da borçlandılar ve alışverişlerine aracı olan kahveci ve baltacılar pek acayip surette yolsuzluklara giriştiler.
Mesela bir tüccardan yüz bin kuruşluk mal alırlar ise elli bin kuruş da nakit alıp iki yüz elli bine senet verirlerdi. Bu bakımdan sarayın üç sene içerisinde üç milyon kese akçe borcu çıktı. Bu da yeterli gelmeyerek sultanların ve kadın efendilerin kıymetli takıları Beyoğlu sarraflarının elinde rehin kaldı. Velhasıl Mısır’dan gelenler, İstanbul ahalisinin ahlâkını bozmuş, devlet ve millete büyük zarar vermiştir.”
Bu özenilen yaşamı taklit eden, yalnızca saray ve yakın çevresi değildir, kervana esnaf da katılır. Fransız ve İngiliz askerleri İstanbul’a gelince altınları “su gibi” akıtırlar, esnaf bu yüzden yüklü kazanç sağlar. O sıralarda meydana gelen şehzadelerin sünnet düğünü ve kızlarının evlendirilmeleri sebebiyle çarşı esnafı ve özellikle kuyumcular olağanüstü bir şekilde bundan faydalanır ve onlar da “kibar” yaşamaya alışarak Boğaziçi’nde yalı tutmaya başlarlar. Kiralanacak yalı bulunamaz hale gelir. Savaştan önce çok kaliteli tütün altmış kuruşa alınırken savaş sırasında birden üç yüz kuruşa çıkar.
Esen yeni rüzgârdan herkes etkilenir. Cevdet Paşa’nın anlatımıyla, “O zaman Boğaziçi cennetten bir numune idi. Hele mehtap geceleri denizin yüzü, seyirci kayıklarıyla resmi alınacak bir görüntü durumdaydı. Bilindiği gibi en güzel mehtabı olan Bebek Koyu ile Büyükdere Koyu’dur. Halk ‘gümüş servi’ seyri için (bu sahillere) inerdi.”
İsraf ve debdebe
Savaş üç yıl sürer ve müttefikler nihayet, Eylül 1855’de Sivastopol’u almayı başarırlar. Ardından bölgedeki başka yerleri de işgal ettilerse de aralarındaki sorunları halledemedikleri için ilerlemeyi durdururlar. Bu bekleme durumunu bozan Avusturya’nın Rusya’ya barış görüşmeleri için verdiği ültimatom olur (28 Aralık 1855). Rus Çarı kısa bir tereddütten sonra Ocak 1856 yılında şartları kabul ettiğini bildirir.
Ve aynı yıl, şubat ayının sonlarına doğru Paris’e gelen Osmanlı, İngiliz, Fransız, Avusturyalı, Piemonteli, Prusyalı ve Rus delegeler 25 Şubat günü toplanırlar. Görüşmeler 30 Mart’a kadar devam eder ve sonunda antlaşma imzalanır. Ancak gözlemciler kimsenin masadan memnun kalkmadığını yazıyor. Zaten ilerleyen yıllarda da taraflar elbirliğiyle antlaşmayı kadük hale getirirler.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu dönem için şöyle diyor: “Zevkte, eğlencede, elbise ve muaşerette mirasına konduğu ilk Tanzimat yıllarının attığı tohumların geliştiğini görülür… İmparatorluğun bütün imkânları saraya ve etrafında toplanmıştır. Aslında yaratıcı olmamaktan doğan rahatsızlığını bir türlü israf ve debdebe ile avutmaya çalışan bir mirasyedi yaşayışı bu zamanın ayırıcı vasfıdır.”
İsrafın, debdebenin, Avrupa mallarının kullanılmasının yine Avrupai tarzda eğlencenin öne çıktığı ve yaygınlaştığı bu dönem ilerleyen yıllarda yazılan pek çok romanın konusu olacaktır. Bazıları yanlış Batılaşmanın tehlikelerine karşı okuyucularını uyarırken bazıları da hesapsız kitapsız yaşamanın neden olduğu faciaları anlatıp “doğru yolu” gösterecektir.
Ancak bu yeni dönem olumlu anlamda bazı gelişmelerin de habercisidir. Kısa bir süre sonra ülkede yayımlanan gazete sayısı artar, modern Türk edebiyatı şekillenmeye başlar, eğitimin önemi giderek daha çok anlaşılır, yeni bir aydın sınıf doğar ve Osmanlı imparatorluğunda ilk kez yönetim şekli tartışılır. Bu yazının sınırlarını aşan bu konuları şimdilik bir kenara bırakırsak, diyeceğim şu: Pek çok savaşa göre kısa süren Kırım Savaşı’nın etkileri hayli uzun sürmüştür.