OSMAN KAVALA İLE ANADOLU KÜLTÜR’ÜN 2O. YILI

18 Ekim 2022
Osman Kavala Ani'de
SATIRBAŞLARI

For the English version of this interview: Confronting root-fascism

Anadolu Kültür’ün ilk beş senelik faaliyeti için hazırlanan kitaba baktığımızda bile, kapsamlı bir toplamla karşılaşıyoruz. Diyarbakır Sanat Merkezi’nden başlayarak Hakkâri’ye ve komşularına, Trabzon’a, Çanakkale’ye, Kars’a ve Ermenistan’a, Azerbaycan’a uzanan sergiler, film gösterimleri, konserler, paneller, hafıza çalışmaları, atölyeler, üretim destekleri… Yirmi yıl önce Anadolu Kültür’ü kurarken gönlünüzde nasıl bir yapı vardı, Anadolu Kültür’ün Türkiye’ye nasıl bir katkı sunacağını murad ediyordunuz?

Osman Kavala: Anadolu Kültür’ü kurarken sanat-kültür faaliyetlerinin karşılıklı anlayışı geliştireceği, birbirlerinden uzak yaşayan, farklı çevrelerden gençlerin ortak çalışmalarla önyargılarını aşabilecekleri düşüncesini temel almıştık. Geçmişte yaşanan acı olayların sanat yoluyla hikâyeleştirilmesi, aktarılması ve dinlenilmesinin yabancı dillerde reconciliation kavramıyla ifade edilen, önemli iç değişiklikleri gerektiren ya da yaratan barışma/anlaşma süreçlerini teşvik edeceğini düşünüyorduk. Diyarbakır’da sanat merkezi açılmasının, Ermenistan’dan, diasporadan sanatçılarla yaptığımız çalışmaların bizim için böyle bir özel anlamı da vardı. Bu düşüncelerimizi haklı çıkaran birçok proje gerçekleştirdik, değerli deneyimler yaşadık. Örneğin Diyarbakır’dan ve Trabzon’dan kadınlar ortak bir piyes sahneye koydular ve her iki şehirde gösterimler oldu. Ermenistan diasporasından sanatçılarla diyaloğu teşvik eden sergiler gerçekleştirdik, Cem Mansur ile Türkiye-Ermenistan Gençlik Senfoni Orkestrası konserleri düzenledik. Ülkemizde demokratikleşme sürecinin yaşandığı Avrupa Birliği perspektifinin canlı olduğu yıllardı. Avrupalı sanatçılar ve kurumlarla ortak çalışmaların ve bu çalışmaları İstanbul dışında şehirlerde gerçekleştirmenin sürece katkıda bulunacağına inanıyorduk. Sivil toplum alanındaki bu tür çalışmalar demokrasi ortamında, demokratikleşme yönünde dinamiklerin güçlü olduğu dönemlerde çok daha anlamlı oluyor. Siyasi ortamın olumsuz yönde değişmesi ise çalışmaların etkisini azaltıyor. Ayrışmayı destekleyen, önyargıları besleyen bir siyasi iklimde sivil toplum faaliyetleriyle değişim sağlayabilmek mümkün olmuyor.

Benimle ilgili hazırlanan iddianamede, kurulduğu tarihten 15 yıl sonra, Anadolu Kültür’ün Kürtlerle, Ermenilerle, azınlık topluluklarıyla ilgili faaliyetlerinin onları devlete karşı kışkırtmak amacını taşıdığı iddiasında bulunuluyor. Ülkemizdeki siyasi ortamın değişmesiyle iktidar çevrelerinde ve kamuda hâkim hale gelen ideolojik bakış açısının bu suçlamalara yansımış olduğunu düşünüyorum.

Hitler prensiplerine göre yargıçların temel görevi bireylerin haklarını değil, bir cemaat olarak tarif edilen milletin bekasını korumak olmalıydı. Böylelikle, yasaların keyfi kullanımının önü açıldı. Bizim ceza yasalarımızda bu tür bir değişiklik yapılmamış olmasına rağmen savcı aynı davranışı gösterdi.

Anadolu Kültür’ün web sitesinde 1999 depreminin ardından aktif iş hayatını bırakıp sivil toplum alanına yöneldiğiniz yazıyor. Bu kararı almanızda İzmit depremi ve sonrasındaki ekonomik kriz nasıl bir rol oynamıştı? Yerel yönetimlerin, sivil toplumun güçlendirilmesine yönelik çalışmalarınızda bu iki önemli olayın etkisi var mıydı?

1999 depreminden hemen sonra arkadaşlarla destek çalışmalarını yürütmek için Sivil Koordinasyon Merkezi adını verdiğimiz bir girişim başlatmıştık. Bu sayede ben de deprem bölgelerini sık sık ziyaret ettim, mağduriyet yaşayan, yakınlarını kaybetmiş insanları tanıma, onlarla birlikte çalışma fırsatım oldu. Bu deneyim, sivil toplum alanında faaliyetlere şahsen katılmanın, benim için iş yaşamından daha tatmin edici, heyecan verici olduğunu iyice idrak etmemi sağladı. Ekonomik krizden dolayı bazı yatırımlarımızdan vazgeçme mecburiyetinde kalmamız da önceliğimi sivil toplum alanına vermemde etken oldu.

Marmara depremi bizlere çarpık şehirleşmenin, keyfi imar uygulamalarının, ticari kaygıların ve kolektif sorumsuzluk halinin ne büyük insanlık trajedilerine yol açtığını gösterdi. Bu felaketten ders çıkarılmamış olması, İstanbul’da deprem yaşanacağının unutulmuş olması acı verici. Deprem sonrası toplanma yeri olarak ilan edilmiş Gezi Parkı’nda bir alışveriş merkezi yapma girişimi bu durumu çarpıcı biçimde simgeliyor. Agresif yapılaşmaya, kamusal alanların ticarileştirilmesine bir direniş olan Gezi hareketi, güvenli kentsel yaşam ve kentsel çevre haklarıyla ilgili meselelerin dayanışmacı bir perspektifle tartışılmasına imkân verdi. Bu tartışmaların depremle ilgili duyarlılıkları, paylaşılması gereken kolektif sorumluluk hissini güçlendirmiş olduğunu ümit ediyorum.

Eşi Ayşe Buğra ile Silivri Cezaevi’nde

Çok sık yazı yazmadığınız biliniyor. Ancak 2009’da Express’te hukukçu Haluk İnanıcı ile birlikte kaleme aldığınız yazı Ergenekon davasının en fırtınalı günlerinde evrensel hukuk ilkeleri açısından bir uyarı mahiyetindeydi. Davanın kontrgerilla faaliyetlerine yoğunlaşmak yerine hükümete karşı darbe girişimiyle kısıtlandığını, suç tanımlarının muğlaklaştığını vurguluyordunuz ve “şüpheliden yola çıkarak kanıt bulmaya çalışmanın” bir “Engizisyon pratiği” olduğunu, bunun bir “cadı kazanı”na yol açacağını söylüyordunuz. 2009 yılında “hukuk devleti” vurgusu yapmaya neden ihtiyaç duymuştunuz, bu yazı nasıl tepkiler almıştı?

Ergenekon davasının seyrini izlemek benim için öğretici oldu. 2000’li yıllar, söyledim, AB ile katılım müzakerelerinin başladığı, anti-demokratik yasaların değiştirildiği bir dönemdi. Ancak Susurluk kazasıyla ortaya dökülen, güvenlik güçleri ile kriminal unsurlar arasındaki ilişkilerin aydınlatılması, devlet kurumlarının şeffaf hale getirilmesi konularında kamuoyunu tatmin edecek adımlar atılmıyordu. Göz göre göre Hrant Dink’e suikast düzenlenmişti. Ergenekon davasında karanlık faaliyetler ve cinayetlerle ilgili adları geçen bazı kişilerin tutuklanması bende de umut yaratmıştı. Ancak davanın seyri, “derin devlet” diye tabir ettiğimiz alanlara odaklanacak yerde gazetecileri, ÇYDD gibi sivil toplum kuruluşu üyelerini hedef alması düşüncelerimin değişmesine neden oldu. Haluk İnanıcı sayesinde yargı sürecinde yaşanan hukuksuzlukları daha net biçimde gördüm ve öncelikle benim gibi iyimser olanları uyarmak istedim. Yazının önemli bir etki yarattığını söyleyemem, ancak, düşüncelerine değer verdiğim bazı arkadaşlardan olumlu tepki gelmesi beni mutlu etti.

Bir şey daha eklemek istiyorum: Ülkemizin siyasi davalarla ilgili tarihi, malûm, hukuk ilkelerinin çiğnendiği örneklerle dolu. Hukuka, insan haklarına aykırı kararların yargıç ve savcıların anti-demokratik siyasi ortamlarda beslenen tehdit ve tehlike algılamalarını içselleştirmelerinden, bunlara uygun bir dünya görüşü geliştirmelerinden kaynaklanmış oldukları sanırım ortak bir tespittir. Ergenekon davasında bu tür hukuksuz uygulamalardan öte bir şey daha vardı; savcı ve yargıçların kendi başlarına hazırlamış olamayacakları izlenimi veren kapsamlı bir komplo teorisi eksenine oturtulmuştu. Bir farklılık olduğunu hissettim, ancak bu davanın, siyasi odakların yargıya doğrudan müdahalesinin ilk örneği olduğunu idrak edemedim. Ergenekon’la başlayan bu süreç Gülencilerin etkili oldukları birkaç başka büyük davada devam etti, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL ile iktidar daha etkili yargıya müdahale yöntemlerini kurumsallaştırarak fiilen yargı bağımsızlığına son verdi. Bu değerlendirmeyi yapmamış olmamız yazıyı eksik bıraktı diye düşünüyorum.

Mayıs 2021’deki savunmanızda Arthur Miller’ın Cadı Kazanı oyununu tekrar andınız. Savcılığın hakkınızdaki casusluk iddialarını “fantastik” diye nitelerken Nazi dönemi hukukuna da referanslar vermeye başladınız. Kasım 2019’da Sebastien Haffner’in kitabı üzerine Birikim’e yazdığınız Hitler Üzerine Notlar’ın Düşündürdükleri başlıklı yazı bu dönemi etraflıca düşünmeye başladığınızı gösteriyor. Dört yılı aşkın süre çeşitli düzeylerde hukuksuzluklar barındırarak iç içe geçen dava süreçleriniz sizi hangi aşamalarda III. Reich iktidarı, hukuku ve toplumu üzerine düşünmeye götürdü?

İlk iddianamede de bazı benzerlikler fark ettim, ancak casusluk suçlamasıyla tutuklanmam ve arkasından 15 Temmuz darbe girişimine katılma iddiasıyla birlikte bu suçlamayı içeren ikinci iddianame bana çok güçlü biçimde Nazi dönemi uygulamalarını düşündürttü. Duruşmada da söylemiştim, Nazi Almanyası’nda ceza yasasında yapılan değişiklikle “yasasız suç olmaz” ilkesi lağvedilmişti. Halkın sağlıklı vicdanına, yani halkı temsil eden Nazilerin bakış açısına göre cezalandırılmayı hak eden kişinin eylemleri yasalardaki suç tanımlarına uymasa da, ana fikri suçlamalara en yakın yasaya göre cezalandırılması bir yükümlülük haline getirilmişti. Hitler prensiplerine göre yargıçların temel görevi bireylerin haklarını değil, bir cemaat olarak tarif edilen milletin bekasını korumak olmalıydı. Böylelikle, yasaların keyfi kullanımının önü açıldı. Bizim ceza yasalarımızda bu tür bir değişiklik yapılmamış olmasına rağmen savcı aynı davranışı gösterdi. Cumhurbaşkanı ve MHP Genel Başkanı’nın beni hedef alan Sorosçuluk ithamlarına en yakın suçun casusluk olduğunu düşünerek, meşru sivil toplum faaliyetlerimi suç haline getirebilmek için yasalarda tanımlanmış olanın dışında bir casusluk suçu kurgulandı.

Nazi dönemini hatırlatan bir başka unsur da, ikinci iddianamede Açık Toplum kuruluşlarının kozmopolit kültürü yayarak milli ve yerli kültürleri yozlaştırdıkları ve böylece bu toplumları hâkimiyetleri altına almaya çalıştıklarına dair komplo teorisi oldu. Malûm, Naziler Yahudiler için benzer tezleri ileri sürmüşlerdi.

Şunu da ekleyeyim: Hakkımdaki ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının karar gerekçesinde, bunun vicdani kanaate göre verilmiş olduğu yazılmış. Suç işlemiş olanların hangi şartlarda suç sayılan eylemi yaptığının değerlendirilerek suçluluk derecesinin belirlenmesinde önemli olan vicdani kanaatin, burada, Nazi dönemi uygulamalarında olduğu gibi, ideolojik kanaate dönüştüğünü ve suç olmayan eylemlerde bulunanları cezalandırmanın gerekçesi olarak kullanıldığını görüyoruz.

Kasım Akbaş ve Tora Pekin Mart 2020’de birartibir.org’da yazdıkları yazıda, sizin davanızla ilgili olarak, 1933-38 arasında Berlin’de avukatlık yapan Ernst Fraenkel’in 1941’de kullandığı “İkili Devlet” kavramına başvuruyorlar: Bir yanda kurumları ve hukuk usûllerini işler gibi gösteren “norm devleti”, diğer yanda güç sahiplerinin keyfi yönetimiyle şekillenen siyasal alan, “imtiyaz devleti”. varlığı kolay ispat edilemeyen “derin devlet” kavramsallaştırması yerine “ikili devlet” tanımı size ne ifade ediyor?

Fraenkel ikili devlet kavramıyla tamamen Nazi hâkimiyeti altına girmiş olan devletteki ikili işleyişi anlatıyor, yoksa devlet ikiye bölünmüş değil. Olağanüstü hal ortamında devletin bekasının korunması, Alman halkının özsel birliğinin sağlanması gerekçeleriyle Naziler tarafından belirlenen önlemler, hukuk normlarının önüne geçiyor. Öbür taraftan, kapitalist ekonominin rasyonel işleyişinin sürdürülmesi için bazı hukuk normları korunuyor, bu alanlarda ortaya çıkan ekonomik veya idari ihtilaflarda mahkemeler bu normlara göre karar vermeye devam ediyor. Siyasi alanda olağanüstü hal ortamı sürekli; siyasi gücün önceliklerine aykırı olmamaları kaydıyla, kapitalist ekonomi düzeninin gerektirdiği faaliyetlerin ise olağan biçimde yürütülmesi gerekiyor. Fraenkel’in kullandığı anlamda ikili devlet kavramının ülkemizdeki yargının işleyişine de ışık tutabileceğini düşünüyorum. Daha önce birtakım ideolojik saplantıları olmakla birlikte bağımsız çalışan yargı, III. Reich’ta olduğu gibi siyasetin kontrolüne girmiş durumda. HSK’nın müdahaleleriyle, doğrudan emir alan savcılar aracılığıyla ve iktidara yakın bakış açısına sahip yeni yargıç ve savcıların göreve başlatılmasıyla, siyasi erk yargıya organik biçimde nüfuz etmiş durumda. Ancak bu durum, hukuk normlarının bütünüyle geçersiz kılındığı anlamına gelmiyor. Ekonomik ihtilaflarla ilgili davaların yanısıra iktidar açısından önem taşımayan siyasi davalarda da mahkemeler, özellikle yüksek yargı organları, karar verirken hukuk normlarını dikkate alıyorlar, mahkeme heyetlerinde böyle davranan üyeler bulunuyor. Buna karşılık, iktidarın taraf olduğu, taraf olduğu mesajının verildiği konularda ve davalarda bu üyeler kararları etkileyemiyor, ancak karşı oy yazılarıyla hukuksuzluğa dikkat çekmeye çalışıyorlar. Hukuk kurumlarının hâlâ eskisi gibi çalışır olduğu izlenimini vermesi bakımından bu ikili işleyişin iktidar için işlevsel rasyonalitesi olduğunu düşünüyorum.

Derin devlet kavramı bu durumu açıklamak için çok uygun değil. Derin devlet, devletin çıplak gözle görülmeyen, kamusal alana yansımayan faaliyetlerini, bunların yürütüldüğü resmi, yarı legal kurumları betimliyor. Yargının siyasi amaçlarla kullanılması aynı zamanda ideolojik hegemonyanın konsolidasyonuna, algı yaratmaya da hizmet ettiği için son derece aleni, herkesin gözü önünde; iktidar yanlısı, iktidarın denetimindeki medyanın da propaganda niteliği taşıyan yayınlarıyla destekleniyor.

Birikim’deki yazınızda günümüz popülist iktidarlarının kuvvetler ayrılığı karşısında kamusal kurumları eritmeye, siyasi imtiyazlarını ve keyfi uygulamalarını artırmaya yöneldiğini ifade ediyorsunuz. Sizce Hitler döneminin hukuk ve siyaset yöntemleri tarihin o momentine has pratikler mi, yoksa faşizm dönüşen, farklı zamanlarda farklı kılıklarda varolan bir politik hareket ve ideoloji mi?

Malûm, “faşist”, Mussolini ve yoldaşlarının kendilerine yakıştırdıkları bir söz. “Fasces”, yani odundan balta sapı demetleri, eski Roma’da mahkemelerin cezalandırma yetkisinin simgesi olarak yüksek yargı mensuplarının önünde taşınırmış. Nazi rejimi Mussolini İtalyası’ndan farklıydı, bugün kullandığımız anlamda daha koyu “faşist”ti. 1930’larda ortaya çıkan bir ideolojinin, siyasi hareketin, kılık değiştirerek bugün de varlığını devam ettirdiğini söylemek belki aşırı bir genelleme olur. Ancak bugün karşılaştığımız popülist hareketlerle faşizm arasında ortak noktalar bulunduğu da bir gerçek.

Umberto Eco Beş Ahlâk Yazısı kitabındaki “Ebedi Faşizm” başlıklı makalesinde “kök-faşizm” kavramıyla faşizmin temel unsurlarını betimlemeye gayret etmiş. “Düşman” bunlardan biri. Eco, kök-faşizm ideolojisinde uluslararası nitelikli bir komplo saplantısı olduğunu, bunu açığa çıkarmak için yabancı düşmanlığına başvurulduğunu, içerde de işbirlikçilerin arandığını yazıyor. Toplumda farklılıkların yarattığı gerilimleri korkuya çevirerek görüş birliği yaratma çabasını da bir başka kök-faşizm unsuru olarak saymış. Fraenkel de Nasyonal Sosyalist düşüncede “düşman”ın “siyaset tasavvurunun kurucu unsuru” olduğu tespitini yapmış. Sürekli olağanüstü hal mitosunun bu kavrama ihtiyaç duyduğunu söylüyor: “Reel bir düşman yoksa, bir düşman icat etmeniz gerekir. Düşmanlar olmadan tehlike olmaz, tehlike olmadan cemaat bilinci olmaz, cemaat bilinci olmadan da milli cemaat olmaz.” Eco “Ebedi Faşizm” yazısını “görevimiz kök-faşizmin her yeni belirtisine işaret etmektir, her gün ve dünyanın her yerinde” diye bitirmiş.

Cezaevinde neler okuyorsunuz, size daha önce düşünmediğiniz boyutlar kazandıran hangi kitapları anmak istersiniz? Bu kitaplar sizce bugüne ya da “insanlık durumu”na dair neler söylüyor?

İyi yazılmış tüm edebiyat eserleri insanlık durumlarına bakışımızda bir değişikliğe, düşüncelerimizde, duyarlılıklarımızda derinleşmeye yol açıyor. Burada klasikleri yıllar sonra tekrar okumanın ne kadar yararlı olduğunu keşfettim. Zweig, savaş felaketini yaşadıktan sonra tekrar okuyunca Montaigne’in meramını daha iyi anladığını söylüyor. Ben, gözaltına alınınca iki hafta, bazı günler üç-dört kişiyle birlikte, küçük bir hücrede kaldım. O sırada Montaigne okumak çok iyi gelmişti, daha sonra da okumaya devam ettim. Bu bağlamda aklımdan hiç çıkmayan büyük yazar Shakespeare. Her okuduğumda yeni bir şey keşfediyorum. Karmaşık insanlık durumlarının yanısıra, bugünlerde ülkemizde yaşananlar da dahil, insan ilişkilerinde, siyaset sahnesinde kendini gösteren kötülüklerin kaynaklarının daha iyi anlaşılması için Shakespeare okumak çok yararlı.

Kendi durumumla mukayese etmek ve böylelikle moralimi sağlam tutmak bakımından Nazi kampında kalmış Primo Levi’nin, Jean Améry’nin ve tabii Viktor E. Frankl’ın kitaplarını okumak iyi oldu. Frans de Waal’ın kitapları, hayvan deyip kendimizden uzak tuttuğumuz yakın akrabalarımız hakkındaki düşüncelerimi geliştirdi. Ama galiba düşünceyi tetikleme anlamında en güçlü etki yaratan az önce sözünü ettiğim Jean Améry’nin Suç ve Kefaretin Ötesinde kitabı oldu. Kendisi Nazi kamplarında tutsak kalmış, çıkınca Alman adını değiştirmiş, yıllar sonra da benzer deneyim yaşayan bazı Yahudi entelektüellerin yaptığı gibi intihar etmeyi seçmiş. Kitapta, yaşadığı deneyimin üzerindeki etkilerini anlatıyor, İkinci Dünya Savaşı sonrası uğradıkları ağır yıkımdan kurtulma gayreti içinde olan Alman toplumunu işlenen suçla yüzleşme konusunda güçlü bir irade göstermemiş olmakla suçluyor. Ancak benim için asıl zihin acıcı olan Aydınlanma ile ilgili yazdıkları oldu. Dediklerini tam olarak yansıtmak için not etmiş olduğum sözlerini aktarmak istiyorum:

Shakespeare’i her okuduğumda yeni bir şey keşfediyorum. Karmaşık insanlık durumlarının yanısıra, bugünlerde ülkemizde yaşananlar da dahil, insan ilişkilerinde, siyaset sahnesinde kendini gösteren kötülüklerin kaynaklarının daha iyi anlaşılması için Shakespeare okumak çok yararlı.

“Aydınlanma kavramı şüphesiz çok dar bir çerçeve içine sıkıştırılmamalıdır; çünkü benim anladığım biçimiyle bu kavram yalnızca mantıksal tümdengelim ve ampirik doğrulamadan daha fazlasını kapsıyor; bu ikisinin de ötesine geçecek fenomenolojik bir kurguya, empatiye, aklın sınırlarına yaklaşma gayretine ilişkin bir isteği ve beceriyi içeriyor. Ancak Aydınlanma’nın yasasını yerine getirdiğimiz, ve aynı zamanda aştığımız takdirde, la raison’un derinliksiz ve sonuçsuz akıl yürütmelerle götüremediği tinsel alanlara ulaşabiliriz. Duygular mı? Benim bir itirazım yok onlara. Aydınlanma’nın duygulardan arınmış olması gereği nerede yazıyor ki? Bana tam tersi doğru gibi geliyor.”

Bu sözlerden, Améry’nin, akıl yürütmelerle yetinilmemesi gerektiğine, bizden farklı deneyimler yaşamış, bizden farklı insanların durumlarını anlamaya çalışan, empati yetisini kullanan bir düşünce tarzı sayesinde Aydınlanma’nın hakkının verilebileceğine işaret ettiği anlaşılıyor.

Bundan kısa süre önce okuduğum Antonio Damasio’nun kitaplarında geliştirdiği tezler Améry’nin yazdıklarını yeniden, daha derin düşünmeme neden oldu. Spinoza’yı Ararken ve Descartes’ın Yanılgısı kitaplarında duyguların gerekçelendirme temelli akıl yürütme yetisine destek olduğunu anlatıyor. Hislerden, duygulardan arındırılmış bir akıl yürütmenin sapmalara yol açtığını, bizleri insan yapan rasyonaliteye, toplumsal mutabakatları, etik kuralları içselleştirmemize zararı dokunabileceğini yazıyor. Damasio, belirli bazı duyguların bir araya gelmesiyle zihinde yaşanan tinsellik deneyiminin dua ve ibadetten kaynaklanabileceği gibi, düşüncenin doğaya odaklanmasının, bilimsel keşfin, önemli bir sanat eserinin de bu deneyimi tetikleyen duygular yaratabileceğini söylüyor.

Bu değerlendirmelerle birlikte düşününce, Améry’nin uyardığı, Aydınlanma düşüncesinin “derinliksiz ve sonuçsuz akıl yürütmelere” dönüşmesi ile Aydınlanma’nın estetik deneyim sağlayan ve empati yeteneğini geliştiren sanat ve edebiyattan kopuk bir ideoloji haline gelmesi arasında ilişki olabileceği sonucuna vardım. İdeolojinin baskın olduğu düşünme biçimlerinde akıl yürütme duygulardan ari soyut modellemeler üzerinden gerçekleşiyor. Bazı durumlarda, ideolojilerin içerdiği yüksek amaçlar ile uyarıların, duyguların bu amaçlara odaklanan kolektif duygu ifadeleri içinde asimile olmaları da düşünce ile duygular arasındaki sağlıklı etkileşimi, dengeleri bozabiliyor. Bu düşünce doğruysa, sanırım sosyalizm için de, hatta dini inançlar için de, insanlık halleri üzerine derin düşünmeyi ve tinsel alanlara ulaşmayı zorlaştıran bir ideolojileştirme etkisinden söz edebiliriz.

ODTÜ yıllarında (ortada), solunda Sedat Ergin

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’nda Alman İmparatorluğu’yla kader birliği yaptı ve yenildi. Ancak savaş sonrası yaptırımları ve ekonomik buhran dönemini Almanya kadar ağır geçirmedi, II. Dünya Savaşı’na da girmedi. Sizce vaktiyle müttefik olan bu iki devletin benzerlikleri ve farklılıkları, bu tarihin bugünün toplumuna yansımaları nasıl oldu?

Kuşkusuz, yakın tarihle ilgili farklı kaynaklardan bilgi edinmek, yurttaşı olunan devletin ağır mağduriyetlerle, kitlesel kırımlarla sonuçlanan edimlerini eleştirel bir gözle incelemek ve tavır almak her birey için ahlâki bir sorumluluk. Ancak, malûm, bir toplumun geçmişiyle yüzleşebilmesi bireysel çabalarla olmuyor; iktidarın buna uygun bir bellek politikası izlemesi, siyasi aktörlerin bunu teşvik eden bir tartışma ortamı yaratması gerekli. Ülkemizde siyaset alanında ve sivil toplumda hâkim olan söylemler o dönemde olanlarla ilgili samimi bir yüzleşmeyi teşvik edici nitelikte değil. Bir tarafta, Osmanlı’nın fetihlere dayalı emperyal geçmişinin şanına leke süreceğini düşündükleri olayları yok sayan, Müslümanların utanç verici şeyler yapmayacağı iddiasında bulunan bir söylem hâkim. İşgalci güçlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı’na ve Türkiye Cumhuriyeti’nin seküler bir ulus devlet olarak kurulmasına odaklanan tarih anlatısı da anti-emperyalist vurguya uygun olmadığı için Osmanlı’nın emperyal geçmişiyle, Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin Anadolu’nun otokton halkları oldukları gerçeğiyle ilgilenmiyor.

79 ilde milyonlarca kişinin katıldığı protestoları organize etmiş, yönetmiş olduğuma dair kurgunun benim yaşımda birisi için gurur okşayıcı bir yanı yok değil, ancak o kadar irrasyonel ki, böyle bir işi yaptığımı bir an için dahi hayal bile edemiyorum. Fantastik olma niteliği, bu iddianın iktidar açısından işlevsel rasyonelliği olmadığı anlamına gelmiyor.

İki olayın vuku bulduğu dönemlerde belirleyici olan siyasi dinamikler arasındaki farklılıkları da dikkate almak gerekir. İkinci Dünya Savaşı’nı Almanya başlattı, bir dizi askeri zafer sonucu Rusya’ya kadar hemen hemen kıta Avrupası’nın tamamını kontrol altına aldı. Daha önce anlaşma yapmış olduğu Sovyetler Birliği’ne saldırmasaydı, Sebastian Haffner’in Hitler Üzerine Notlar’da söylediği gibi, Avrupa üzerindeki hâkimiyeti kalıcı olabilirdi. Gene Haffner’in işaret ettiği gibi, Rusya bozgunundan sonra tam bir soykırıma dönüşen, Hitler’in Almanya’yı ve Avrupa’yı Yahudilerden temizleme planı, Almanya’nın hâkim güç olma hedefi açısından hiçbir rasyoneli olmayan, hatta bunlara zarar veren, ideolojik/ırkçı bir takıntıydı. Malûm, Yahudiler Almanya’da ya da Avrupa’nın herhangi bir bölgesinde teritoryal bir ihtilafın tarafı olmadılar, Yahudilerin ulus devlet kurmalarını savunan seküler Siyonizm hareketi, Yahudilerin Filistin’e göç etmeleri propagandasını yürütüyordu. Alman toplumu, İkinci Dünya Savaşı Almanya için hezimetle sona erdiğinde, sadece Yahudi soykırımından değil, Avrupa’nın ve Almanya’nın başına gelen bütün felaketlerden Nazi yönetiminin suçlu olduğunu, bu yönetimi destekleyen, Yahudilere uygulanan ayrımcılığa ve şiddete ses çıkarmayan Alman Devleti yurttaşlarının da sorumlu olduğunu kabul etmek durumunda kaldı. Gene de Alman devleti ve toplumunun Nazizm geçmişiyle gerçek bir hesaplaşmayı 60’lı yıllarda, Almanya’nın yıkımın, bölünmenin ve Avrupa’nın suçlu devleti damgalamasının travmasından kurtulmasıyla yapabildiği söylenebilir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Namibya’da yaptığı, bazılarınca soykırım olarak kabul edilen katliamlarla yüzleşmesi ise çok daha yeni.

Birinci Dünya Savaşı’nın şartları farklıydı. Savaşın çıkmasında Osmanlı Devleti’nin rolü olmadı. İttihat ve Terakki hükümeti Balkanlar’da kaybedilen toprakların geri alınması için bir fırsat olarak gördüğü için savaşa katıldı, ancak savaş Osmanlı için gittikçe ağırlaşan bir trajedi haline geldi. Çanakkale’de, Sarıkamış’ta verilen ağır kayıplar, doğuda Rus birliklerinin ilerlemesi, Antep’in işgali, yenilgiden sonra kapsamlı Yunan harekâtı, tarihinde ilk defa Osmanlı devleti yönetimine ve Müslüman tebaaya Anadolu’da büyük toprak kayıpları travması yaşattı ve bu deneyim kamusal belleğe kazındı.

Türkiye Cumhuriyeti İkinci Dünya Savaşı’na katılmadığı için siyaset ve devlet kademelerinde olanların Avrupa ve azınlıklarla ilgili tavırlarında, Birinci Dünya Savaşı deneyiminden kaynaklanan algılamalar etkili olmaya devam etti. Türkiye’nin resmi tezlerine göre, Ermeni tehciri savaş sırasında başvurulmuş zorunlu bir güvenlik tedbiriydi. Ancak, o dönemin siyasi dinamikleri, Osmanlı ile Avrupa ve Rusya arasındaki sorunlar dikkate alındığında, asıl güvenlik kaygısının savaşla ilgili olmadığı anlaşılır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılması sonrası yeni ulus devlet sınırlarının belirlendiği bu dönemde komşu ülke halklarıyla aynı etnik ya da dini aidiyete sahip azınlıkların devletlerine sadakatleri sorunlu görünüyordu. Rusya kendisini Anadolu’da Ortodoks Hıristiyanların hamisi ilan etmişti. 1878 tarihinde toplanan Berlin Konferansı’nda Doğu Anadolu’da altı vilayette yoğun olan Ermeni nüfusun durumlarının iyileştirilmesi için idari düzenlemelerin talep edilmesi ve bunları denetlemek üzere Avrupa’dan iki komiserin yetkilendirilmesi kararı, şüphesiz Osmanlı yönetimi açısından bağımsız Ermeni devleti kurulmasına yol açacak bir özerklik dayatması olarak görülmüştü. Abdülhamit döneminde Doğu Anadolu’da Ermeni isyanları kanlı biçimde bastırılmış, Ermeniler üzerinde baskı oluşturmak için Kürt aşiretlerden sağlanan milislerle Hamidiye Alayları kurulmuştu. Siyasi gücü ele geçirdikleri ilk yıllarda dini azınlıkların desteğini alan, Taşnak Partisi ile yakın ilişkisi olan, etnik ve dini kimlikler üstü bir yurttaşlık düşüncesini savunan reformist İttihat ve Terakki’nin politikaları savaş başladığında değişmiş, savaşta tarafsız kalma politikasını benimseyen Taşnak Partisi ile arası açılmış, milli bütünlüğü oluşturmada Rum ve Ermeni nüfusa güvenilemeyeceği çizgisine gelinmişti. Bu nüfusun azaltılması amaçlı planlar savaştan önce de hazırlanmış, bazı bölgelerde korkutup kaçırtma olayları gerçekleşmişti. Cemal Paşa’nın ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, tehcir kararıyla amaçlanan, doğuda bir Ermeni devleti kurulması tehdidini ortadan kaldırmaktı, ki bu konu Sevr Antlaşması’yla da gündeme geldi.

Sevr sendromu bugün Ermeni sorunu gibi teritoryal bir niteliği olan Kürt sorunundan besleniyor. ABD’nin Suriye’de PYD’yi destekliyor olması, Avrupa hükümetlerinin PYD’yi terör örgütü listesine almamış olmaları, Batı’nın bölücü emellerinin göstergesi olarak algılanıyor. Bu nedenle sanırım soykırımla ya da ülkemizde bilinen adıyla 1915 Ermeni kırımı ile kamusal alanda samimi bir yüzleşme iklimi için ülkemizde, Kuzey Irak’ta ve Kuzey Suriye’de Kürtlerle barış tesis edilmesi, Batı’nın ülkemizi bölmeye çalıştığına dair yaygın endişenin etkisinin azalması gerekiyor. Tabii, bir hukuk devleti olmamız da.

Hakkınızda verilen hükmün toplum vicdanında karşılık bulmadığı açık. Ayrıca, yedi arkadaşımız ve sizin şahsınızda verilen karar doğrudan Gezi’yi, önceden organize edilmesi mümkün olmayan bu taban hareketini, milyonlarca insanı mahkûm etti. Burada nasıl bir “fantastik” durum görüyorsunuz?

Fransa’da Sarı Yelekliler protestolarını birkaç kişinin ya da Soros’un organize ettiğini, finanse ettiğini iddia edene herhalde meczup muamelesi yaparlardı. 79 ilde milyonlarca kişinin katıldığı protestoları organize etmiş, yönetmiş olduğuma dair kurgunun benim yaşımda birisi için gurur okşayıcı bir yanı yok değil, ancak o kadar irrasyonel ki, böyle bir işi yaptığımı bir an için dahi hayal bile edemiyorum. Fantastik olma niteliği, bu iddianın iktidar açısından işlevsel rasyonelliği olmadığı anlamına gelmiyor. Birkaç kişiyi hapse sokmakla, dediğiniz gibi, milyonlarca kişiye bir mesaj verilmiş olunuyor.

2019’da sizin için hazırlanan dayanışma kitabına biz de haftalık Express’in 1996 yılından bir kapağıyla katılmıştık. Kapakta Bülent Erkmen’in “İçerisi / Dışarısı” başlıklı işi yer alıyordu. O dönemde Ümraniye Cezaevi’nde siyasi mahkûmlara yönelik operasyonda dört mahpus öldürülmüş, protestolar diğer cezaevlerine yayılmıştı. “İçerinin” durumu bugün de pek farklı değil. Ama, Bülent Erkmen’in isabetle işlediği gibi, dışarısı da içeriyi aratmıyor. İçeriden dışarısı size nasıl görünüyor?

Tahliye olsaydım, eşime, aileme, dostlarıma kavuştuğum için elbette çok sevinecektim. Ancak, sanırım özgürlüğün, özgürlüğe kavuşmuş olmanın yarattığı neşeyi hissedemeyecektim. Türkiye’de hiçbir zaman tam bir özgürlük ortamı yaşanmadı, ancak OHAL’le birlikte başlayan ve süregelen olağanüstü hal ikliminde, ifadeye çağrılma, gözaltına alınma, tutuklanma tamamen sıradanlaştı. Her yurttaşın başının üstünde bir Demokles kılıcı sallanıyor. Bu nedenle Bülent Erkmen’in değerlendirmesine tamamen katılıyorum.

2008 sonunda açılan Depo, İstanbul kültür hayatına büyük katkılarda bulundu. Anadolu Kültür faaliyetlerinin Kafkaslar’a açılması gibi, Depo da Doğu Avrupa’ya, Balkanlar’a doğru bir sanatçı ağı kurdu. Tutukluluğunuz boyunca İstanbul’un çağdaş sanatçıları da sizi yalnız bırakmadı, Silivri’ye pek çok otobüs seferi düzenlendi. Son zamanlarda çağdaş sanat ortamını meşgul eden konulardan biri de Beyoğlu Kültür Yolu Festivali. Kültür Bakanlığı ve Beyoğlu Belediyesi’nin düzenlediği sokak festivali, Gezi Parkı savunulmasaydı, belki de Topçu Kışlası’ndaki mağazaların ortasında sonlanacaktı. Bu tablo bizi yeniden sanata, sanatın kentle, kentlilerle ilişkisine getiriyor. Depo’yla geçirdiğiniz yılları da hesaba katarak, sizin gönlünüzde nasıl bir Beyoğlu, İstanbul, nasıl bir kentli kimliği var?

İstanbul göçlerle demografik yapısı değişen, gittikçe büyüyen, kalabalıklaşan bir mega kent. Ortak bir kentli kimliğinden söz edebilmek mümkün gözükmüyor. Beyoğlu ise İstanbul’un kozmopolit kültür tarihini hatırlatan ve bazı unsurlarıyla yaşatan bir bölge. Farklı çevrelerden, farklı semtlerden, farklı sınıflardan İstanbulluların –tabii, İstanbul’u ziyaret eden yabancıların da– rağbet ettiği bir yer olma özelliği var. Beyoğlu’nun sinemaya, sergiye gitme, yemek yeme, müzik dinleme, eğlenme amaçlarıyla değerlendirilen ortak bir mekân olmasının, çağdaş kent kültürü için önemli olduğunu düşünüyorum. Gezi Parkı’nın da benzer bir işlevi var. Şehrin merkezindeki parklar, insanların istedikleri zaman gidip istedikleri kadar kalacakları, dinlenecekleri, sohbet edecekleri, karşılığında para ödemeyecekleri mekânlar, hatta yegâne mekânlar. Gezi Parkı, Taksim civarında yaşayan, çalışan her yaştan, her sınıftan insanın nefes almasına, hayattan bir nebze tat almasına imkân sağlıyor.

Tutukluluğunuz beş yıla yaklaştı. Dışarıda en çok neyi özlediniz? Örneğin, pek müzik seçme şansınız yoktur muhtemelen, hangi müzikleri severdiniz, şimdi hangi müzikleri veya başka şeyleri özlüyorsunuz? Özgür kaldığınızda ilk neler yapmak istersiniz?

Üzerimde en çok etki yaratan büyük bestecilerin senfonik müzikleri, konçertoları. Ancak klasik Türk müziği, halk ezgileri dahil her türden iyi müziği dinlemekten zevk alırım. Müzikle ve dünya meseleleriyle ilgilenmeye başladığım yıllara damgasını vuran eserlerin de özel bir anlamı var. Bu müziğin, etkileri Avrupa sınırlarını aşan, ‘68 kuşağının paylaştığı, toplum ve siyaset düzeninin daha iyiye gideceğine dair dönemin iyimser ruh halini yansıttığını ve hatırlattığını düşünüyorum. Maalesef bu iyimserlik dönemi uzun süremedi…

Burada istediğim kitapları okuyabiliyorum. TRT2’de festival filmlerini izleyebiliyorum. En fazla eksikliğini duyduğum, sevdiğim müziği dinleyememek, daha doğrusu, sevdiğim müziği eşimle birlikte dinleyememek. Sevdiğiniz insanla, dostlarınızla birlikte dinlediğiniz zaman ne türden olursa olsun güzel bir müzik, hüzünlü de olsa, size yaşama sevinci veriyor, hayatı paylaşmanın güzel bir şey olduğunu hissettiriyor.

Son sözü size bırakalım: Express okurlarına, tutukluluğunuzun hukuk dışı bir esaret olduğunu bilenlere, özgürlüğe kavuşmanızı bekleyenlere neler söylemek istersiniz?

Sadece delilsiz değil, son derece mantıksız da olan suçlamalarla beş yıla yakın cezaevinde bulunmak insanın yaşadığı toplumla ilişkisini sorgulamasına neden oluyor. Bunun olağanüstü bir hukuksuzluk vakası olduğunu düşünüyorsunuz, bu ve benzerleri yaşanırken, insanların özellikle de sizi tanıyanların, her şey normalmiş gibi davranıyor olmalarını yadırgıyorsunuz. Bu ruh halinin sinizme, toplumdan yabancılaşmaya dönüşmesini engelleyen, ellerinden bir şey gelmese de, esaretinize tepki duyanlar olduğunu bilmeniz; kendinizi barışı, özgürlükleri, eşitliği önemseyen bir toplumun parçası olarak hissetmeniz. Bu bakımdan kendimi şanslı hissediyorum. Express dergisi ailesi ve okuyucularının da bu toplumun kurucu unsurları arasında olduklarına inanıyorum.

1+1 Express, sayı 181, Güz 2022

Söyleşide referans verilen yayınlar

Antonio Damasio, Spinoza’yı Ararken, çev. Emre Kumral, ODTÜ Yayınları, Ankara, 2018.

Antonio Damasio, Descartes’ın Yanılgısı, çev. Bahar Atlamaz, ODTÜ Yayınları, Ankara, 2021.

Ernst Fraenkel, İkili Devlet, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020.

Frans de Waal, Bonobo ve Ateist, çev. Aslı Biçen, Metis Yayınları, İstanbul, 2013.

Frans de Waal, Hayvanların Ne Kadar Zeki Olduğunu Anlayacak Kadar Zeki miyiz?, çev. Ahmet Burak Kaya, Metis Yayınları, İstanbul, 2017.

Jean Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde, çev. Cemal Ener, Metis Yayınları, 2015.

Primo Levi, Bunlar da mı İnsan, çev. Zeyyat Selimoğlu, Can Yayınları, İstanbul, 1996.

Primo Levi, Boğulanlar Kurtulanlar, çev. Kemal Atakay, Can Yayınları, İstanbul, 1996.

Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, çev. Özge Yılmaz, Okuyan Us Yayınları, İstanbul, 2021.

Umberto Eco, “Ur-Fascism”, The New York Review of Books, 22.06.1995. (Özet çevirisi: “Umberto Eco ve Kök-Faşizm”, post-dergi, 16.07.2016)

^