Görmeyen var mı? Yol TV’nin sokak röportajlarının birinde, aniden gelişen bir kontratak ve doksana takılan top: “Bu devlette hard kapitalizm var!” Sosyal medyada izlenme rekorları kıran bu video bize ne söylüyor? Hard kapitalizm nedir, nasıl işler, bir topluma neler yapar? Türkiye hard kapitalizmi nelere gebe? Altı bölümlük Hard Kapitalizm dosyasının son bölümünde İşçi Sağlığı İş Güvenliği Meclisi (İSİG) gönüllüsü, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim görevlisi Aslı Odman’a bağlanıyoruz. Önceki bölümlerde, sırasıyla Ümit Akçay, Hayri Kozanoğlu, Yahya M. Madra, Bahadır Özgür ve Başaran Aksu söz almıştı.
Sokaktaki yurttaşın “leşçi, can alıcı” diye tarif ettiği hard kapitalizmi siz nasıl tarif edersiniz?
Aslı Odman: Hard kapitalizm lafzını duyduğum zaman, günde yaklaşık 20 ila 30 insanın canına mâlolan iş cinayetlerine gitti aklım doğrudan. Diğer yandan da, daha önce hiç bu boyutta görmediğimiz çevre yıkımına. Son senelerde tanık olduk ki, bu hard kapitalizmin yarattığı rıza, hiç bitmeyecekmişçesine kentsel alanları ve daha önce dokunulmamış çevreyi çitleyerek, metalaştırarak, buradan ortaya dökülenlerden hamuduyla götürülmeyeni de gerek maddi, gerek sembolik olarak damla damla dağıtarak oluyor. Kimine “bir gün” zengin olma vaadi düşüyor, kimi tarlasından geçen otoyola sevinip bir seferde toplu para kazanmakla içeriliyor. Kapitalizmin bu boyutta bir mekânsal ve zamansal kapsayıcılığı olmamıştı. O yüzden de etkileri artık daha “yaygın ve derin”, yani daha “hard”.
Mesela, Boğaz’ın 12 bin yıl önce oluştuğunu hatırlatalım, bu haliyle Kuzey Ormanları ekosistemi de en az bu kadar süredir evrildi, gelişti, dönüştü. Fakat sadece on yıl içinde Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı ve Kanal İstanbul projesi oluverdi. Ekosisteme öldürücü bir darbe vuruldu. Ki Kuzey Ormanları, kendi içindeki değerler dışında, bir de en az 2500 yıllık şehir İstanbul’un ciğeri, suyu, şehri temizleyen kuzey rüzgârıdır. Bu ekosistem olmadan bu kent yaşayabilir mi? Sınıfsal bir yanı olan, ama “afet” boyutlarında, apokaliptik, yani sınıflarüstü bir sorun bu. Yani hardlık değdiğimiz şey, etkisinin derin ve uzun vadeli olması, geri dönüşü olmaması, ölçeği ve kapsamıyla ilgili.
Kapitalizm ekmeği ve ahlâkı yeniden üretemediği noktada, ibret veriyor ve ibretlerin şahı ölüm. Bu hem fiziki bir gözden çıkarma, kentlere ağır silahlarla saldırı şeklinde, hem de sosyal ölüm, sivil ölüm şeklinde olabiliyor. Nekropolitika araçlarının bir coğrafyayla, bir etnik toplulukla sınırlı tutulacağını düşünmek her zaman yanlıştı. Kürt sorunu hiçbir zaman sadece Kürtlerin sorunu olmadı.
Özetle hard kapitalizm bana iki şeyi düşündürüyor: iş cinayetleri ve kapsamlı çevre felaketi. Bazıları bu hard kapitalizme, yeni jeolojik zamana atfen antroposen, yani “İnsan Çağı” diyor, insanın dünyaya olan etkisinin üst düzeye çıktığı Sanayi Devrimi’nden bu yana geçen süreyi kastederek. Bazıları da buradaki genel “insan” kavramının adını koyuyor, “kapitalosen” diyor. Ben ikincisine daha yakınım. Yani artık kürenin tarihi jeolojik dönemlerin içindeki nispeten “doğal” faktörlerin birbirini tetikleyerek belirlediği bir şey değil. Küre içindeki baskın canlı olan insanın kapitalist organizasyonunun eliyle değiştirilen bir şey: İklim değişimi, biyolojik çeşitlilik kaybı, atık dağları, özetle geri dönüşsüz bir çevre felaketi.
Ve tabii ki kapitalosen‘in de bedeli sınıfsal, ulusal, etnik, nesil ve cinsiyete göre altta olanın sırtına daha çok biniyor. Adaletsizliğin şahikası. Bu açıdan yeni bir aşamaya geçildiğini düşünebiliriz. Hard kapitalizm deyince bütün kapitalosen’i, geniş ve uzun erimli çevre felaketini ve bu felaketi oluşturan maddi ve manevi üretim süreci sonucunda oluşanların “serçenin önüne ekmek atar” misali rıza kazanmak için atıldığı bir sahneyi düşünüyorum. Başa dönelim: Uzun erimli, geniş çevre felaketinin ilk izleği, izini ilk bıraktığı yer işçinin bedeni. Bugün Türkiye’de savaş koşullarında çalışıyoruz, günde yaklaşık 20 ila 30 arasında işçi, ekmeğini kazanırken hayatını kaybediyor.
Bu kavram bir başka kavramı da çağırıyor: “soft kapitalizm”. “Soft kapitalizm” var mıdır?
II. Dünya Savaşı sonrası yirmi-otuz sene boyunca belli bir coğrafyada, Atlantik coğrafyasında, sistemler arası rekabet içerisinde yeşermiş tam istihdam, sendikalı çalışma, orta sınıflaşma gibi bir dönemden –yani sistemin sosyal demokrasi ile “evcilleştiği” ve eski kapitalizme karşı mücadele verenlerin içerildiği bir dönem– sonraki sapmaları “vahşi neoliberalizm” gibi tanımlamak, kapitalizmi tarihselliğinden koparıyor. Ve yapısal sömürü ilişkilerini içerdiği, yapısal olarak doğayı ve emeği sömürdüğü, canlı emeği ölü emeğe dönüştürdüğü, her zaman ölü emek ile ölü doğadan yaşadığı da gözlerden kaçıyor. Bu açıdan hard kapitalizm ekonomi politiğin bir analiz kavramı olarak kullanılırsa çok tehlikeli bir noktaya gidebilir. Ama doğrudan bedeninde, bahçesinde ve ormanında bunun etkilerini gören öznelerin örgütlenme sürecinde “êdî bese” (yeter artık) diyeceği bir hardlık tanımı anlamlıdır. Nerede kullanıldığına göre önem kazanıyor bence.
Hard kapitalist rejim Türkiye’de nasıl varlık gösteriyor? İş cinayetleri ve ekolojik yıkım olarak özetlediniz, ama biraz daha açarsak, işsizlik intiharları da var, kadın cinayetleri durmuyor. Daha sıralamak mümkün, bütün bunlar rejimin Türkiye’deki varlığına, işlerliğine dair ne diyor?
Demin dediğim gibi, hard kapitalizm soft olmayan değildir. “Piyasa ekonomisi” olarak tanımında, biraz hukukla evcilleştirilen, öngörülebilirlik içeren, devletin sermayeden ayrıştığı bir sistemdir. Türkiye’de nasıl bir görüntü arz ediyor? Bütün bunları, kayıpları, bunca enkazı mümkün kılan şey ne? Birincisi, hukuk sistemi evcilleştirmiyor. Nispi özerkliğini tamamen yitirmişe benziyor. Yani öngörülebilirlik sağlamaktan tamamen çıktı. “Darbe girişimine karşı olağanüstü hal” gerekliliği lafzından çok daha önce, çevre, kent, emek alanında yapılanlar yürütmenin ve tekil çıkarların elinde oyuncak olan Kanun Hükmünde Kararnameler ile yapılıyordu. OHAL bu ahvali iyice mühürledi. Üstüne bir de başkanlık sistemi geldi. Sistemin hardlık sınırları ortadan kaldırıldı.
Bütün canlı varlığın devam etmesini sağlayan örüntülerin dönüştüğünü görüyoruz: Madene dönüşen dağlar, HES borularına dönüşen dereler, şehirlerin içe ve dışa doğru patlaması anlamında “gezegensel kentleşme”… Öte yandan, kadının hane içinde eril kapitalizmin köşelerini törpüleme vazifesini göster(e)mediği, özneleştiği ve bunun karşılığında şiddete maruz kaldığı bir “nekropolitika” var, kadın cinayetleri var.
İkincisi ise, kapitalizmin olmazsa olmazı olarak, devletin sermayeden ayrışması vardı. Kapitalizm çok esnek, uzun süreli, uyumsallaşıp krizlerinden beslenen bir sistem. Bunun da önşartı devlet ve sermayenin ayrışması, tekil çıkarın genel çıkar gibi gözükmesi, meşruiyet ve paylaşım süreçleri… Sınıf mücadelesi krizle sonuçlandığı zaman krizi toparlayabilecek üst bir el uzanır, rıza üreten ve zoru tekelleştiren üst bir aygıt gelir; “bu kadar fazla işçi öldüremezsin, altı yaşında çocuğu madende çalıştıramazsın, karını açıkça dövemezsin, döversen cezası var, fabrikanın atığını göstere göstere dereye atamazsın, soykırım yapamazsın, insanlığa karşı suçlar budur” der. “Verimli kapitalist” bireyini işçi, ana, asker olarak, doğayı tasnif edip çevre olarak korumaya çalışır. Biyopolitika, değil mi? O ayrışmadan geldiğimiz nokta ne oldu? Her türlü örgütlenme modelinin üstünde, onları yutan tek bir örgütlenme modeli var: şirket/işletme. Kamu kurumu, evlilik kurumu, evlat kurumu, arkadaşlık kurumu, bireysel sağlık, hepsi işletme değerlerine göre yeniden şekilleniyor. Bu dönemde açıkça “Devleti şirket gibi yönetmek lâzım” diyorlar. Korporatokrasi diyebileceğimiz şirketler arası şirketokrasi yönetiyor Türkiye’yi. Mega projeler üzerinden sermaye-kamu kurumları ilişkisini gösteren www.mulksuzlestirme.org işi bunun en plastik temsillerinden biridir. Tabii bunlar Türkiye’de “özlemle” anılan soft kapitalizmi imkânsız hale getiriyor.
Çünkü bizdeki görüngülerine baktığımız zaman, bir kez daha altını çizmek istiyorum, hard kapitalizm –eğer bunu teorik çalışma için açıcı olarak kullanacaksak– neoliberalizm değil, kapitalosendir. Artık insanın kapitalizmin üretim organizasyonuyla, kürenin ekosistemini geri dönüşsüz olarak dönüştürdüğü, canlı emeğin ve canlı doğanın ölü emeğe ve ölü doğaya çevriminin sınırlarını gördüğümüz küresel bir durumdan bahsediyoruz. Kapitalizmin sınırları da küre. O kürenin ne kadar derinine inebilir, ne kadar bu ekolojik felaket olmadan başka coğrafyalara yayılabilir, kriz alâmetlerini zamanda ileriye doğru itekleyebilir? Kapitalizmin verili bir anda “hissedilen sıcaklık” gibi “hissedilen hardlığını” konuşurken, bu sorular elzem.
Uzun erimli, geniş çevre felaketinin izini ilk bıraktığı yer işçinin bedeni. Bugün Türkiye’de savaş koşullarında çalışıyoruz, günde yaklaşık 20 ila 30 arasında işçi, ekmeğini kazanırken hayatını kaybediyor.
Çok kısa bir süre içerisinde, bütün canlı varlığın devam etmesini sağlayan örüntülerin dönüştüğünü görüyoruz: Madene dönüşen dağlar, HES borularına dönüşen dereler, şehirlerin içe ve dışa doğru patlaması anlamında “gezegensel kentleşme”… Böyle bir açmaz var. İkincisi de, bu şekilde kalkınmanın sonucu olarak çok açık bir katliam söz konusu; günde en az 20 ila 30 işçinin çalışma kaynaklı öldüğünü söylüyoruz. Öte yandan, toplumun temeli denen aile işlemiyor, o mikro toplumu yaratamıyor, kapitalizmin yeniden üretimi için elzem olan “işlevini” tam olarak oynayamıyor. Kadının hane içinde dışardan emeği yeniden üretmesi, eril kapitalizmin köşelerini törpüleme vazifesini göster(e)mediği, özneleştiği ve bunun karşılığında şiddete maruz kaldığı bir “nekropolitika” var, kadın cinayetleri var. Hard kapitalizmin nekropolitik yanına değinince, dönemin en bariz ve sinik siyaset alanlarından mülteciliğin düzenlenmesine de değinmek lâzım. “Orada tutun, ölürlerse ölsünler, ölenler kalanların kalmasına ibret olsun, ama hâşâ buraya sokmayalım” politikasının mimarları AB ve Türkiye muktedirleri. Mülteci politikası da ölüm üzerinden yaşayanları düzenleyen “hard” bir politika.
Öldürmenin yanısıra ölülerin sınırlarda bekletildiğini, gömdürülmediğini, gömülenlerin ise mezarlardan çıkartıldığını görüyoruz. Bu nekropolitika hard kapitalist rejimde nasıl bir sacayağı ya da iktidarın ölüm siyaseti bu hardlığın içinde nasıl konuşlanıyor?
Nekropolitika çok tartışılır oldu. Hard kapitalizmin bize verdiği ilhamla oluyor sanırım bu. Veya tam tersi! Sıcak savaşın geri dönmesi, ağır askeri araçlarla şehirlerin bombalanması, kapitalizmin kendi “sınır” krizini toparlayabilmek için vatandaşlarına karşı doğrudan güç kullanması, “kendi” memurlarından 130 binini “sivil ölüme” mahkûm edecek KHK listeleri formülü, şehitlik kültünün damgasını vurduğu yer isimleri ve anmalarla büyütülen nesiller… Hard kapitalizm çok kapsamlı bir siyasal ekonomik krizin emaresi ise, yaşamı yönetecek “prefigüratif” çerçeveleri üretme gücü üzerinden değil, şimdilik fiziki ve sosyal ölümün olağanlığını ve olağanüstülüğünü, “kullan-at” yapılacak kesimi hızla değiştirerek dönüyor.
Her türlü örgütlenme modelinin üstünde bir örgütlenme modeli var: şirket/işletme. Kamu kurumu, evlilik kurumu, evlat kurumu, arkadaşlık kurumu, bireysel sağlık, hepsi işletme değerlerine göre yeniden şekilleniyor. Açıkça “Devleti şirket gibi yönetmek lâzım” diyorlar. Korporatokrasi diyebileceğimiz, şirketler-arası şirketokrasi yönetiyor Türkiye’yi.
Esasında bu, kapitalizmin “üretkenliğinin” aldığı şekil ile de ilişkili. Kapitalizmin kendisini bugün var ettiği sektörler, faaliyet şekilleri, emek rejimleri, dağılım coğrafyası üzerinden düşünülmeli. Bilmem şöyle mi demeli, ekmeği ve ahlâkı yeniden üretemediği noktada, ibret veriyor ve ibretlerin şahı her zaman ölüm olagelmiş. Bu hem fiziki bir gözden çıkarma, ölüm, kentlere ağır silahlarla saldırı şeklinde, hem de eski toplumsal statü sisteminden çıkarma, sosyal ölüm, sivil ölüm şeklinde olabiliyor. Kürt illerinde geliştirilen pek çok metod, daha sonra daha geniş bir coğrafyaya ve ölçeklere yayılıyor. OHAL sadece Kürt illerinin bir alâmeti olmaktan çıktı. Kürt çocuklarının büyüdüğü ağır silah sesleri Boğaziçi Köprüsü’ne, Taksim’e, Acıbadem’e geldi. İşkence, insan kaybetme bir önceki dönemin makbulleri olan cemaatin mensuplarına genişletildi. Nekropolitika araçlarının bir coğrafyayla, bir etnik toplulukla sınırlı tutulacağını düşünmek her zaman yanlıştı. Kürt sorunu hiçbir zaman sadece Kürtlerin sorunu olmadı.
Yani, hard kapitalist rejim bu ölüm siyasetine muhtaç mı?
Fordizm, “işçi, ürettiği arabayı alabilmelidir ve bunu arzulamalıdır” şiarının örgütlenmesiydi. Eksik tüketim, aşırı üretim, sermayenin değersizleşmesi krizine dönemsel olarak Atlantik kapitalizminin cevabı idi. Bu kapitalizmin o krizlerden öğrenme esnekliğine örnek olarak 1945 ile 1970-80 arası dönem gösteriliyor. Sermaye-yoğun üretime kayan sistemde verimli işçinin sürekli ve düzenli bir tüketici olması için yaşaması gerekiyor. Tabii yaşamı da kapitalizm tanımlıyor –tüketim kültürü üzerinden tanımlıyor, arzu yaratan statü sembolleri ve hayat tarzları üzerinden tanımlıyor. Kapitalizmi çekici yapan, dünyada iki kutuplu sistem içinde savaşların da epey azaldığı, sınırsız doğa kullanımı pahasına ekonomik refahın ve sosyal devletin geliştiği bu “Altın Çağ” anlatısı çok güçlü. Bu dönemle karşılaştırırsak, şimdi böyle bir rıza oluşturabilecek bir ekolojik, ekonomik ve sosyal yapı yok. Günümüzde, Timothy Mitchell’in dediği gibi, “karbon demokrasisi”nin sonuna geldik. Sermaye krize girdiği yerlerde tekelleşti, merkezileşti. Her yerde aynı sermaye gruplarının çeşitli versiyonlarını, tedarikçilerini, fasonlarını, taşeron şirketlerini görüyoruz. Türkiye’de de nereye elini atsan, enerjiden inşaata ve altyapı yatırımına kadar, Cengiz İnşaat’ı görüyorsun. Sermaye “gizli özne” olmaya ihtiyaç duymuyor. Birikim stratejisinde bunu kaldıramıyor zaten.
“Karbon demokrasisi”nin sonuna geldik. Sermaye krize girdiği yerlerde tekelleşti, merkezileşti. Her yerde aynı sermaye gruplarının çeşitli versiyonlarını, tedarikçilerini, fasonlarını, taşeron şirketlerini görüyoruz. Türkiye’de de nereye elini atsan, enerjiden inşaata ve altyapı yatırımına kadar, Cengiz İnşaat’ı görüyorsun.
Bu yapısal, tekinsiz, herkesin bir gecede “kullanılıp atılabileceği”, iş cinayetine kurban olabileceği, kanserojen gıda yediği, su içtiği, asbestli hava soluduğu ortamda, “güvenlikli site”, “güvenlik sektörü”, “mahalle bekçileri” patlaması yaşıyoruz. Güvenlikli siteleri alalım, marka konutları; çok küçük bir kesime hitap ediyor bunlar. Kalanına ne kalıyor? O siteleri inşa ederken ölmek, güvenlikli sitelerin sömürdüğü doğanın kenarında susuz, ormansız ve temiz havasız kalmak. Kapitalizm hep büyük sayıları örgütleyen bir sistem. Küresel ilk sistem. Hep “demos” yaratma meyli olmuş. E o zaman bu kadar çelişkili “demos” ile nasıl bir ortak payda yaratılacak? O basit rakamların, çıplak bedenlerin büyük bir kısmına ölümle, borçla yönetilmek kalıyor. Soma’daki işçinin önündeki açmazı düşünün: Babası tütün işçisi, düğün masrafını çıkarmak için bile bile tehlikeli olduğunu bildiği madene iniyor. 1940’lardaki mükellefiyet sistemi çerçevesinde, Jandarma tarafından dövüle dövüle köyünden çıkarılıp çalışmaya götürülen işçinin çalıştırılmasında bile bu kadar fiili zor ve yapısal şiddet yoktu herhalde. Kredi kartı borçları ile terbiye edilmek, jandarma sopasından daha etkin. Yani, ölümle terbiye ederken esasında ölümle terbiyenin yeni mekanizmaları da kuruluyor.
Bir yandan da bu yeni sektörlerde bilim dediğimizin, teknoloji formunda uygulamalı şekilde tamamen kapitalist üretim araçlarının hizmetine sokulması var. Bilimin, mesela tıp alanının, fizik alanının endüstri tarafından araçsallaştırılması ve bunun geriye dönük bilimsel araştırma süreçlerini etkilemesi hakkında pek çok eleştirel çalışma var. O açıdan da hard kapitalizmin, “kapitalizm”, yani mükerrer olan yanında, yapısal olan kısmı, militer-endüstriyel kompleks hâlâ var diyebiliriz. Kapitalizmin sektörel yenilenmesine yol açan teknolojik gelişmelerin çoğu askeri alandan ve savaş saikinden gelmiş, daha sonra sivil endüstriye uygulanmış. Yani, kışla olmasa fabrika, fabrika olmasaydı da kitlesel insan imha tesisi olan toplama kampı olmazdı. Zygmunt Bauman çok güzel anlatıyor bunu. Toplama kampı mimari olarak da, felsefe olarak da fabrika ile kardeştir. O açıdan kapitalizm devam ediyor, bunun hard kısmı, insanların şaşırdığı kısmı ise, mesela 1920’lerde şuydu: “Ne güzel liberal liberal gidiyorduk, Golden Twenties, hep daha çok meta, ilerleme ve liberal rejimlerimiz, sınırsız bir dünya piyasası olacaktı, bu faşizm de nereden çıktı?” 1920’lerin “hard kapitalizmi” olan faşizme “şaşıranları”, onu “çiçekli bir ilerleme yolunda bir yol kazası gibi görenleri” çok esastan eleştirir Walter Benjamin, Tarih Felsefesi Üzerine Tezler’inde. Bugün, 2010’lu yıllar bitmek üzereyken de bu eleştiriyi akılda tutmalı.
Bir mesele de rıza devşirmek için kullanılan “şehitlik”. Kentlerde üç okuldan birinin adı “Şehit” ile başlar. Çocuklarımız okullarda ölümün kutsanmasıyla büyüyor. Kefenlere sarınıp eril politik gösteri toplumu politikası yapılıyor. Şırnak’ta ölen maden işçisinin ailesine değil, ama Soma’da ölen işçilerin ailelerine “yakınlarınız şehit oldu” deniyor. Ne şehidi? “Kalkınma şehidi” mi?
Faşizm bir yol kazası değildi. Bugün neoliberalizmin otoriterlikle, sağcılıkla, neofaşizmle bezenmiş formu da değil. Belki kapitalizmdeki biyopolitika-nekropolitika dengesinin, ikinciden yana lehimden çıkmasıdır. Belki kapitalizmin “hardcore”una, sert çekirdiğine geri dönmesidir. Hatırlayalım, o “hardcore”da ne var: Canlı emeği ölü emeğe dönüştüren, doğayı kaynağa dönüştüren kapitalizm var. Bu açıdan, jazz’daki gibi, sürekli arkada tekrar eden bir ritm var; canlı emeği ölü emeğe, doğayı ölü kaynağa dönüştürme kısmı sürekli arka planda çalmaya devam ediyor. Ama bunun rıza ve zor üretme mekanizmalarında, ölümle terbiyenin, yani nekropolitikanın çok daha öne çıktığı bir dönemdeyiz belki de.
Küçük bir anekdot: Türkiye şartlarında üzerine düşünebileceğimiz bir mesele de “şehitlik” hikâyesi, etno-politikada Kürt meselesine rıza devşirmek için kullanılan “şehitlik”. Bugün kentlerde üç okuldan ya da beş sokaktan birinin adı “Şehit” ile başlar. Çocuklarımız okullarda ölümün kutsanmasıyla büyüyor. Kefenlere sarınıp eril politik gösteri toplumu politikası yapılıyor. Şırnak’ta ölen maden işçisinin ailesine değil, ama Soma’da yüzlercesi aynı anda ölen işçilerin ailelerine “yakınlarınız şehit oldu” deniyor. Ne şehidi? “Kalkınma şehidi” mi? Yakınlarını kaybeden aileler bunun üzerinden bu adaletsizliğe ve yasa rağmen kapsanabiliyor. “Kalkınmacılık şehitleri” ile “milliyetçilik şehitleri”, ikisinin de kaybı vazgeçilemez, engellenemez, öngörülemez bir şekilde sunuluyor. Bu sistemin devamı için kullanılıyorlar. Nekropolitika böyle bir şey. Bu iş cinayetlerine “fıtrat”, “kader”, 301 kişi öldüğü zaman da “şehit” demezseniz sistemi kutsayamazsınız. Kutsamak için kurban lâzım. Kurbanlar çoğalır ve kutsanırken, bir de “içerdeki düşmanlara” sivil ve fiziki ölüm dayatılıyor. Ölümleri ince ince tanımlamak, ölüm tiplerinin duvarları geçirgen ve karşılaştırılabilir olmaması olmasını sağlamak, nekropolitikanın önemli mesailerinden biri.
Kadın cinayetlerine dönersek, bu cinayetlerin nekropolitika bağlamında hard kapitalist makine içindeki işleyişini biraz açar mısınız?
Uzun zamandır bunu yapmak istiyorum, ama yapamadım: Kadın cinayetleri ile iş cinayetleri bilançolarını birbiriyle ilçe ilçe karşılaştırmaya başlamak. Çünkü haneler dediğimiz yerler kapitalizmin yeniden üretildiği mekânlar, işyeri ise üretildiği mekânlar. Üretimin dağınık coğrafyasının yeniden üretim ile hanelerle nasıl ilişkilendiğine dair bir ön tespit, tanımlama gerektirir tabii ki bu. Kadın cinayetlerine baktığımızda, bu cinayetlerin daha çok “aile reisleri” ve birincil derece akrabalar tarafından işlendiğini görüyoruz. Bu cinayetleri işleyenlerin, “eve ekmek getirmek” üzerinden tanımlanan “hane reisliği” rollerindeki kesintilere bakmak gerekiyor. Sırtlarına yüklenen bu erkeklik normunu yeniden üretebiliyor mu bu “hane halkı reisleri”?
Bu yapısal, tekinsiz, herkesin bir gecede “kullanılıp atılabileceği”, iş cinayetine kurban olabileceği, kanserojen gıda yediği, asbestli hava soluduğu ortamda, “güvenlikli site”, “güvenlik sektörü”, “mahalle bekçileri” patlaması yaşıyoruz. Güvenlikli siteler çok küçük bir kesime hitap ediyor. Kalanına ne kalıyor? O siteleri inşa ederken ölmek, güvenlikli sitelerin sömürdüğü doğanın kenarında susuz, ormansız ve temiz havasız kalmak.
Erkekliğin de hard kapitalizmde ciddi bir kriz yaşadığını görmek gerekiyor. İçinden geçtiğimiz bu saldırgan dönem AKP organlarının olduğu kadar, erkeklerin de çok daha saldırganlaştığı bir dönem. Artık rızayı eski şekilde kuramayan ataerki, eril kapitalizm saldırmaya başlıyor. Yani bir hanede babanın otoritesi işliyorsa, evdekilerin arasındaki çelişkiler bastırılabilir. Büyük Ağabey veya Ağababa herkesi yerinde tutabiliyorsa güçlüdür ve saldırmasına gerek yoktur. Evde güçlü bir baba varsa, ailede işleri yönetebiliyorsa, babaya bir şey söylenmeden anne arkadan işleri döndürüyor, kardeşler birbirine düşmüyorsa saldırmaya gerek yoktur, baba otoritesini korur. Ama artık babanın otoritesi fena halde sarsıldı. Türkiye’de de babanın otoritesi sarsıldı. Her yerdeki küçük babaların da sarsıldı. Şu anda etrafta gördüğümüz sağ otoriter liderler de otoriteleri fena halde sarsılmış baba-liderler. Çok saldırganlar, hayatımıza hard etkileri oluyor; ölüyoruz, yargılanıyoruz, başkanlık sistemi dayatıyorlar ve tüm bunlar normalleştiriliyor. Eril iktidar kendisini yeniden üretemiyor.
İş cinayetleri ile kadın cinayetleri arasında bir ilişkiye dikkat çekiyorsunuz. Kapitalizmin “yeniden üretildiği” ev ile “üretildiği” işyeri arasında nasıl bir koşutluk var?
Hard kapitalizm erkekliğin de çok ciddi bir kriz yaşadığı bir durum. Bunu söyleyen kişinin (Azadî Kaya) de “hard kapitalizm” derken bütün hal ve tavırlarıyla esasında zedelenmiş erkekliğini yansıtması ayrıca ilginç. Sahici ve tezat gibi gözükse de diyalektik bir an herhalde.
Erkek hane halkı reisi modeli, yaygın olarak küçük çiftçi haneleri kökenli oturdu. Burjuva ailelerin böyle şekillenmediğini söylemek istemiyorum. Sadece kapsayıcılık, sayısal yaygınlık anlamında söylüyorum. Bugün hâlâ istihdamın neredeyse dörtte birini barındıran tarım, hiçbir güvenli alternatifi olmadan çözülüyor. O hane halkı reisliği, eve ekmek getiren reislik, ev dışındaki çekim alanlarına karşı evinde kontrolü elinde tutan hane reisliği büyük ihtimalle köyde kendini yeniden üretemiyor. Çiftçi hanesinin ücretsiz aile işçisi kadın, köyden kentin varoşuna göçünce, bu sadece bir yer değiştirme değil. Başka bir şey oluyor. Küçük bir iş buluyor, mahalle içi farklı ilişkiler kuruluyor, başka türlü bir özgürlük alanı yaratılıyor ve “reis” tüm bunları kontrol edemiyor. Biz de zedelenmiş saldırgan erkekliği hem iş cinayetlerinde ölürken görüyoruz hem de öldürürken.
Mesela 1920’lerde şuydu: “Ne güzel liberal liberal gidiyorduk, sınırsız bir dünya piyasası olacaktı, bu faşizm de nereden çıktı?” 1920’lerin “hard kapitalizmi” olan faşizme “şaşıranları”, onu “bir yol kazası gibi görenleri” çok esastan eleştirir Walter Benjamin. Faşizm bir yol kazası değildi. Bugün neoliberalizmin neofaşizmle bezenmiş formu da değil. Belki kapitalizmdeki biyopolitika-nekropolitika dengesinin ikinciden yana lehimden çıkmasıdır.
“Bekâr” kavramı “bîkâr”dan gelir. Yani kârı olmayan, kazancı olmayandır. Kazancı olmayana kız vermezler, o yüzden bekâr odası vardır, kız alamamıştır onlar. Mümkünse eşek gibi çalışıp, para biriktirip memlekete gidecek ve biriktirdiği para ile kız alacak, hane kuracak, evinin reisi olacaktır. Fakat bugün artık erkek evli olsa bile “bîkâr” veya “bîkâr”lığın eşiğinde dolaşıyor, güvencesiz bir biçimde, borç kıskacında. Eril dünyadaki bütün o makbullük statülerinin içine sinen bir dil, duruş, hal, davranış var, onu yeniden üretemiyor. Bu makbul erkekliği ayakta tutmak için, “sürüne sürüne” can alıyor, can veriyor erkekler. “Gönüllü” iniyor madene, beş tane kredi kartını, birinin borcu ile öbürünün ödemesini döndürmeye çalışıyor. Aynı zamanda da patronuna, dayıbaşına, formene, bölüm başkanına, bölüm şefine söyleyemediğini evde karısına bağırıyor. Ceberrut, mikro otoriter, kitlesel emek hareketinin zayıfladığı, kitlesel itirazın neredeyse imkânsız hale getirildiği işyerlerinde, yukarıdan yediği darbeyi aşağıya veriyor. Aşağıda kim var? Yeniden üretim alanında kadın var, ister profesör olsun, ister fabrikada işçi olsun, ister evinde çocuklarına bakıyor olsun. Bu açıdan iş cinayetleri ile kadın cinayetlerinin görünür olduğu alanda, mücadelesinin verildiği alanda illiyet bağları olduğunu düşünüyorum. Tabii bu muhtemel ilişkileri çok soyut ve genel ifade ettim, ciddi bir şekilde araştırılması gereken konular bunlar.
Cumhurbaşkanı bundan tam bir yıl önce başkanlık sistemi ile ülkede istikrar olacağını, ekonominin büyük ivme kazanacağını söylemişti, ancak bir yılda enflasyon yüzde 50, işsizlik yüzde 40 arttı. Bu sistemin ekonomiye etkisini ya da krizdeki payını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tersini düşünmek lâzım. Marx’ın 18 Brumaire‘de analiz ettiği gibi, “Fransız kapitalizmi Bonapartizm yüzünden krize girmedi, Fransız kapitalizmi krize girdiği için Bonapartizm zuhur etti”. Sistemin bütünsel olarak devam edebilmesi için sermaye grupları da kendi özerkliklerinden, burjuvaziye has görülen alanlardan belli bir oranda vazgeçti, bu vazgeçiş bazen uzun vadede kapitalizmin altını oydu, militarizmin artması ile çok büyük paylaşım savaşlarına, dünya savaşlarına yol açtı. Kapitalizm küresel bir sistem ve karbon demokrasisinin sonra erdiği dönemde, sınırlar yeniden çekiliyor. Bunu mülteci meselesinde görüyoruz, iklim krizinde görüyoruz, Çin’in yükselişinde görüyoruz.
Çin nasıl bir kapitalizm modeli arz ediyor?
Bir buçuk milyarlık bir ülkenin kapitalizme geçişi, bu ölçekteki bir sıçrama, derinleşme, kapsama, kapitalizmin niteliklerini de değiştiriyor olmalı. Komünist Parti ismi altında milyonlarca insanı, mesela herhangi bir suç kaydı olmayan Uygur Türklerini, “fikir değiştirme projesinin” parçası olarak toplama kamplarında tutabiliyor. Veya 400 binlik bir fabrika kent var, Foxconn şirketinin. Dünyadaki tüm Apple ürünleri burada üretiliyor. Shenzhen adlı bu fabrika-kentte işçiler çalışıyor, uyuyor, alışveriş yapıyor. Dünyanın en ileri teknolojisi ile en yaygın statü sembolü Apple’lar tam bir kapatılma içinde üretiliyor. 19-27 yaş arası, annesi babası tarım işçisi olan, yalnızca bu iş için köyden göç etmiş kadın, erkek işçiler bunları üretirken, onar onar intihar ettiler. Foxconn intiharları dendi buna.
23 Haziran alttan gelen bir dalganın, rızanın artık üretilemediğinin alâmetiydi. Ama bu kurumsallaştırılmış saldırganlığın daha bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum. Oluşan kırıklarda, köstebek işi yapmak gerekiyor, “êdî bese” noktalarının nerede olduğunu, kendimizden başlayarak, bulmaya çalışmak gerekiyor.
iPhone yeni kapitalizmin sembolüdür, o nerede ve ne şartlarda üretiliyor? Kapitalizm ne kadar hard, ne kadar soft, bunu anlamak için buna bakmak lâzım. Senede 180 milyon tarım işçisi Çinli bu özel üretim bölgelerine, metropollere akıyorlar, çalışmaya, yatakhane kentlerde uyumaya. Müthiş bir nicelik bu. Niteliksel sonuçlarını da doğuracaktır. O yüzden Türkiye’deki başkanlık sisteminin niteliklerini, biraz da yeni kapitalizmin merkezinin kaydığı Güney Asya’da aramak gerekiyor.
Tüm bunlara karşın 23 Haziran sonuçları bize ne söylüyor, sokağın isyanı ne diyor? Önümüzdeki süreçte Türkiye’de kapitalizm daha ne kadar “hard”laşır?
23 Haziran alttan gelen bir dalganın, rızanın artık üretilemediğinin alâmetiydi. Ama bu kurumsallaştırılmış saldırganlığın daha bir süre daha devam edeceğini düşünüyor, kendimi buna hazırlıyorum. Oluşan kırıklarda, köstebek işi yapmak gerekiyor, “êdî bese” noktalarının nerede olduğunu, kendimizden başlayarak, bulmaya çalışmak gerekiyor. Yani, canımız yanarken o kurumsal saldırganlığa “kafa atmak” yerine, yaşamı koruyan, yaşamı savunan, “çocuğun dokuz ayda doğması” misali, köstebek faaliyetleri yürütmeliyiz. Yani ilmek ilmek ördüğümüz bu kayıp alanlarını, enkaz alanlarını, kıyımın en “sert” düştüğü, en çok zedelenen alanları yas ve adalet talebi üzerinden buluşturacak çapraz bağlar kurmalıyız diye düşünüyorum.
Ama yas ve hafıza hattı da saldırı altında. Akademisyen-yazar Adnan Çelik, nekroiktidarın can-kırım siyasetine “hafıza-kırım”ın eşlik ettiğini söylüyor. Yani çıkışı hazırlayacak direniş damarına da saldırı var.
Hafıza-kırımın yarattığı öfkenin potansiyelinin güçlü olduğunu düşünüyorum. İleride, gelecekteki anlı şanlı bir zafere yatırım yapan, teleolojik ve bürokratik yapılar kuran, kazanmayı haklılığa bağlayan, haklı özne olduğunu iddia edip ayrıcalık ve öncelik talep eden örgütlenmelere bakalım. Çok ciddi bir kriz yaşıyorlar. Çok ciddi bir kriz yaşıyoruz. Ama Rabia Naz’ın babası tek başına, muhafazakâr bir ilde AKP’nin il örgütü ile mücadele verirken, feminist kadın meclisleri, Çorlu Tren Kazası aileleri, kadın cinayetine kurban gidenlerin aileleri dahil pek çok toplum kesiminden ciddi bir destek alabiliyor. Cumartesi Anneleri, “FETÖ” ile mücadele lafzı ile kaçırılan ve kaybedilenlerin aileleri ile dayanışıyor. Orada ortaya çıkan güç, haklılıktan gelen bir zafer anlatısı değil. Geriye dönüşsüz bir kaybın, yas tutulan şu ânın adalet talebi ile siyasileşmesi. Tunus’ta kendini yakan işportacının nasıl zincirleme reaksiyonlara yol açtığını, akabindeki Arap Baharı’nı düşünün. Bütün bunlarda insanların kaybettikleri yakınlarını, sevdiklerini koruyamamış olmaları, var olanlara dair hayati kaygılarının olması… Bu bir deklanşör belki. Evet, yapısal, örgütlü bir direniş değil. Ama sevdiklerinize, anılarınıza, kentsel hafıza mekânlarınıza, doğanıza, kedinize, köpeğinize saldırıldığında, hafızanıza saldırılmış oluyor. Hafıza kıyımı karşısında dağınık bir öfke, enerji açığa çıkıyor. O yüzden köstebek işi diyorum; kapitalizmin ana değerleriyle çelişmeyen, kendi makbullerini, “abilerini”, “ablalarını” yaratan, haklılığı zafere, zaferi haklılığa bağlayan, bu ikisini de kendi alanının önceliğine ataçlayan örgütlenme şekillerinden çok hayal kırıklığımız birikti. Gelecek vaadi ile bugünün somut mekânına bakmayan, yaşam sürecini örgütlemeyen, yatay örgütlenmeler yaratamayan, kendi içinde o iktidarları yeniden üreten yapıların eleştirisinde, “gelecek nesiller için değil, geçmişte kaybettiklerimiz için mücadeleyi vereceğiz” denmeli Benjamin ile birlikte. Somut mekânlar ve talepler etrafında, bu mesai deneyimi üzerinden çapraz bağlar kurarak, önce kendisine bakan, kendi mekânındaki yaşamına sahip çıkarken başka mekânlarla ilişkisini gözardı etmeyen örgütlenmelere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Burada “deklanşör”ü küçümsememeli demek ki: Geleceğin zafer vaadiyle değil, kaybettiklerimizin yasını adalet talebiyle tutabilmeli. Yani âna ve mekâna bakıp sonra birbirine bakmalı.