Dokuzuncu ayına giren direnişin 238. gününde, 11 Aralık’ta, Cargill işçilerinin açtığı işe iade davasının ilk duruşması yapıldı. Cargill’in sendikalaşmak isteyen işçileri işten çıkarmak için öne sürdüğü alicengiz gerekçe hakkında yargının nasıl bir karar vereceğini hep birlikte göreceğiz. Şimdi “büyük resim”e bakalım: Cargill’deki mücadele 14 işçinin sendikal hakları için direnişinden ibaret değil. Neoliberal kapitalizmin Türkiye’de AKP eliyle yarattığı devasa yıkımın röntgeni. Maraş’ta pancarı kar altında kalan üreticinin, asgari ücretle çalışabilmek için ailesiyle bir şehirden diğerine sürülen ustabaşının, fabrikası özelleştirildiği için işsiz kalan taşeron işçinin, zorla emekli edilen ve yaş sınırı nedeniyle maaş alamayacak kamu işçisinin, Cargill’in yarattığı ekolojik yıkımdan dolayı zeytinini satamayan, bahçesinde sebze yetiştiremeyen Orhangazili çiftçinin hikâyesi.
Express’in Güz 2018 sayısında, Bursa-Orhangazi’deki fabrikanın önündeki eylemlerini Cargill’in İstanbul-Ataşehir’deki genel müdürlüğü önüne taşıyan direnişçi işçilerden Abdullah Saraç ve Tek Gıda-İş sendikası örgütlenme uzmanı Suat Karlıkaya ile yaptığımız söyleşide çalışma koşullarını, işten çıkarılma nedenlerini, sendikal örgütlenme çabalarını ve direnişin gidişatını konuşmuştuk.
Sekiz yıllık Cargill işçisi Abdullah Saraç, genel müdürlüğün önündeki sohbetimizde şöyle diyordu: “Mahkemeyi kazanabiliriz, ama asıl olarak işimize dönmek, insanca ücretlerle, insanca koşullarda çalışmak istiyoruz. Fakat Cargill bundan önce de yaptığı gibi sendikal tazminat ödeyerek bizi işimize iade etmeyebilir.”
Tek Gıda-İş örgütlenme uzmanı Suat Karlıkaya da mahkemenin haksız fesihe hükmedeceğini düşünse de mücadelenin asıl hedefinin sendikal tazminat kazanmaktan ziyade şirketin işe iadeyi kabul etmesi olduğunu vurguluyordu: “Cargill’deki sendikal örgütlenmenin bedelini ödemiş 14 işçiye işbaşı yaptıramadıktan sonra içerdeki işçilerden aidat alsanız neye yarar?” Karlıkaya’nın bu cümlesi Türkiye’deki sendikacılığın çoğunlukla nasıl yapıldığının da hazin bir özeti aslında.
Cargill işçilerinin işe iade davasının ilk duruşması, direnişin 238. gününde, 11 Aralık’ta yapıldı. Mahkemede direnişçi işçiler ve sendika avukatları şirketin sendikalaşma haklarını ihlâl ettiğini ispat etmek için uğraşacak, Cargill ise her fırsatta kamuoyuyla paylaştığı işten çıkarma gerekçesini tekrarlayacak. İşçilerin eylül ayındaki oturma eylemini bir “halkla ilişkiler” kampanyasına dönüştürmeye çalışan Cargill, genel müdürlüğün bulunduğu Palladium Tower’daki çalışanlarına gönderdiği bir elektronik postada bu gerekçeyi şöyle tekrar ediyordu:
“Şeker Kanunu’nda yapılan değişiklikle nişasta bazlı şeker kotasının yüzde10’dan yüzde 5’e düşmesi ile birlikte, Cargill-Türkiye’nin gıda alanındaki operasyonlarının önemli yapıtaşlarından biri olan tatlandırıcılar alanında, yıllık üretimi yarı yarıya düşmüş bulunmaktadır.”
2002’den bu yana, her defasında kotanın artırılması yönünde karar veren, Cargill gibi uluslararası kapitalist tekellerle arasından su sızmayan bir siyasal iktidarın nişasta bazlı şeker kotasını düşürmesi ilk bakışta oldukça şaşırtıcı. AKP iktidarı ile Cargill’in arası mı bozuldu? Yoksa nişasta bazlı şeker üretimi de “yerli ve milli” mi olacak? Tabii ki hayır.
2012’den bugüne sendikal mücadele
Cargill’deki sendikal mücadele yeni değil. 2012’de başlıyor ve o yılın nisan ayındaki toplu işten çıkarmaya kadar sendikalaşma mücadelesine öncülük eden yedi işçi belirli aralıklarla “performans” gerekçesiyle işten atılıyor.
2014’te, dört kişinin işten atılmasının ardından, fabrikada örgütlenmeye çalışan Öz Gıda-İş sendikası yaklaşık iki ay süren bir direniş gerçekleştiriyor ve ardından direnişi terk ediyor. Bu kararı “Bir yere varacağını düşünmediler herhalde” diyerek izah eden Abdullah Saraç, sendikayı defalarca aradıklarını, ancak kimseye ulaşamadıklarını belirtiyor.
Öz Gıda-İş’in vazgeçişinin ardından, yine Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş sendikası fabrikada örgütlenmeye başlıyor. Yetkili sendika olabilmek için yeterli sayıya ulaşılması üzerine, 2018 Mart’ında başvuru yapılıyor. Fakat Cargill’in İstanbul’daki genel merkezinde çalışan 122 beyaz yakalıyı işçi olarak gösteren itirazı Çalışma Bakanlığı tarafından kabul ediliyor ve yetki alınamıyor.
Yetki başvurusunun hemen ardından da işten atılmalar gerçekleşiyor. Abdullah Saraç’ın ifadesiyle, “işçilerle iyi geçinen, onları dertlerini dinleyen” iki beyaz yakalı çalışanla birlikte 16 Cargill çalışanı kotanın düşürülmesiyle birlikte “küçülme” gerekçesiyle işten çıkarılıyor. Saraç’ın şu cümlesi işçilerin sendikal haklarının nasıl gasp edildiğinin iyi bir özeti: “10-15 işçiyi aynı anda performans gerekçesiyle atamayacakları için kotanın düşürülmesi arayıp da bulamadıkları bahane oldu.”
24 Haziran arefesinde şeker fabrikalarının haraç mezat satılması gündemin önemli konularından biriydi. Muhalefet fabrikalarda çalışan işçilerin işten atılacağını ve AKP’nin oy kaybedeceğini vurgulamayı tercih ederken bu kapsamlı özelleştirme girişiminin ne kadar incelikli bir şekilde kurgulandığı ortaya konamadı.
Cargill’in dökülen yaldızları
Bu noktada dikkat çekici olan, işçilerin fabrikanın eksiksiz kapasite ile çalıştığı yaz sezonu henüz başlamamasına ve düzenlemenin yürürlüğe girmemesine (2019 yılı için geçerli kotalar 31 Temmuz’da Cumhurbaşkanlığı kararıyla belirlendi) rağmen işten çıkarılması. Zaten Cargill’in süslü gerekçesinin yaldızları da tam burada dökülmeye başlıyor. Sadece istisnai durumlarda fazla mesainin yapıldığı fabrikada, işten atılmalar başladığı andan itibaren, yönetim işçileri art arda fazla mesaiye çağırmaya başlıyor. Cargill işçisinin deyişiyle, mesailer “patlamaya” başlıyor.
Üretimin yarı yarıya azalacağı gerekçesiyle 14 üretim işçisi işten atılırken içeride kalan işçiler ayda 90 saate varan fazla mesailerle çalışmaya başlıyor. Paketleme bölümünde çalışmak üzere işe alınan taşeron işçiler üretimde çalıştırılıyor. Atılan işçilerin yaptığı işleri yerine getirmek üzere yeni işçilerin alınması, mahkemede şirketin haksız fesih yaptığının açık bir kanıtı olacağı için bu yöntem tercih ediliyor. Taşeron ve güvencesiz çalıştırma sadece örgütlenmenin değil, mücadelenin de önünde büyük bir engel.
Cargill, yargı sürecinde bu iddiaların aksini ve işten çıkarma gerekçesini ispatlamakla mükellef. Davanın seyrini hep birlikte izleyeceğiz.
Şeker-İş Başkanı İsa Gök, kota indiriminin özelleştirmeye karşı oluşan tepkiyi azaltmaya dönük bir taktik adım olduğunu şu sözlerle ifade ediyordu: “Bugüne kadar dokuz dava kazandığımız halde düşürülmeyen kotaların özelleştirme öncesinde bir anda indirilmesi manidar değil mi?”
Kotanın gizemi
Direniş özellikle işçilerin İstanbul eylemi sırasında kamuoyunda yer bulurken Cargill’in diline doladığı şeker kotası meselesi ise pek gündeme gelmedi. Peki, kota neden düşürüldü? Rejim değişikliğinden önce, Bakanlar Kurulu’nun Şeker Kurumu tarafından belirlenen nişasta bazlı şeker kotasını yüzde 50 artırma ya da azaltma yetkisi bulunuyordu. 2002’den bu yana, her defasında kotanın artırılması yönünde karar veren, Cargill gibi uluslararası kapitalist tekellerle arasından su sızmayan bir siyasal iktidarın nişasta bazlı şeker kotasını düşürmesi ilk bakışta oldukça şaşırtıcı.
Fabrikanın Orhangazi’deki arazisi için 2006’da apar topar yasa değişiklikleri icat eden AKP iktidarı ile Cargill’in arası mı bozuldu? Yoksa nişasta bazlı şeker üretimi de “yerli ve milli” mi olacak? Tabii ki hayır. Kota tartışmasının arka planında da, tıpkı Cargill’de olduğu gibi, emeğin haklarına saldırının yanısıra tarımsal üretimin daha da piyasalaştırılması, doğanın talanı ve halk sağlığının hiçe sayılması var.
24 Haziran seçimleri arefesinde kamuya ait şeker fabrikalarının haraç mezat satılması gündemin önemli konularından biriydi. Meclisteki muhalefet partileri daha çok fabrikalarda çalışan işçilerin işten atılacağını ve AKP’nin oy kaybedeceğini vurgulamayı tercih ederken, bu kapsamlı özelleştirme girişiminin siyasal iktidar tarafından ne kadar incelikli bir şekilde kurgulandığı ise tam anlamıyla ortaya konamadı.
Seçim sonrasındaki tablo ise muhalefetin öngördüğünden oldukça uzaktaydı. Şeker fabrikalarının olduğu illerdeki oy dağılımı ülkedeki mevcut siyasal eğilimlerin dışına çıkmadı. Kırklareli’nde CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı, Kırşehir, Çorum ve Erzurum’da ise iktidar bloku kazandı.
Tekel’in özelleştirilmesinin ardından yaşanan süreç şeker pancarı üreticilerinin başına gelecekler açısından yeterli kanıt sunuyor. American Tobacco tarafından satın alınmasının ardından fabrikaların hepsi kapatıldı. Şirket yerli tütün yerine sözleşmeli olarak Amerikan tütünü ektirmeye başladı ve tabii ki istediği fiyatı dayattı.
Kapatılan fabrikalar, işsiz bırakılan işçiler
Fabrikalar sırayla devredildi ve tahmin edildiği üzere seçimin hemen akabinde işten çıkarmalar başladı. Fakat işten çıkarmaların kapsamı, kaç işçinin hangi şartlarla işten çıkarıldığı hâlâ bir ölçüde muğlak. Şimdiye dek konuya dair en detaylı açıklamayı yapan CHP Malatya milletvekili Veli Ağbaba’nın verdiği bilgiye göre, 4 Ağustos itibariyle devri gerçekleştirilen yedi fabrikadan 775 işçi atıldı, 811 işçi ise emekliliğe zorlandı. Bu tarihten sonra Turhal ve Kırşehir ile beraber devredilen fabrika sayısı dokuza çıktı.
BirGün gazetesinden Hüseyin Şimşek’in Turhal’daki fabrika devredildikten sonra yaptığı 25 Ekim tarihli habere göre, 801 işçi işten atıldı, 882 işçi ise zorla emekli edildi. Hiçbir iş güvencesine sahip olmayan taşeron işçiler de bu tabloya dahil edilince işten çıkarılan ve emekli edilen işçi sayısını tam olarak belirleyebilmek oldukça güç.[1] Bu muğlaklık satış işlemlerinin mevcut özelleştirme yasası kapsamında yapılması ve çalışanların özlük haklarının Özelleştirme İdaresi Daire Başkanlığı tarafından belirlenen ihale şartnamesiyle düzenlenmesinden kaynaklanıyor.
Hükümet fabrikaların satışından önce işçilere “beş yıl çalışma garantisi ya da başka kamu kurumlarına geçiş hakkı” vereceklerini ifade etse de, şartnamedeki düzenleme işçilerin büyük bir kısmının işlerini kaybedeceğini gösteriyor. Şartnameye göre, 4B kapsamında başka bir kamu kurumunda istihdam edilebilmek için emeklilik hakkını kazanmamış ve şeker fabrikaları özelleştirme kapsamına alınmadan önce işe başlamış olmak gerekiyor. İşçilerin yüzde 60 ila 70 arasındaki kısmı emeklilik hakkını kazanmış durumda. Fabrikaların özelleştirme kapsamına alındığı tarih ise 20 Aralık 2000. Yani, bırakın AKP’nin iktidara gelişini, 15 Nisan 2001 tarihli Kemal Derviş programından bile önce!
Kısa sayılabilecek bir zaman zarfında, Türkiye’nin pancar üretiminden çekilme ihtimali gündeme gelecek ve sektör büyük ölçüde nişasta bazlı şeker üreticilerinin tekeline girecek. Daha şimdiden fabrikaların alım kotalarının düşürülmesi nedeniyle tonlarca şeker pancarı üreticinin elinde kaldı.
Özelleştirme kapanı
Sonuç olarak, mevcut işçilerin en fazla yüzde 10’unun başka bir kamu kuruluşunda çalışabilme hakkı bulunuyor. İşçilere serbest piyasanın nimetiymiş gibi sunulan diğer tercihler ise ya kıdemlerinin sıfırlanmasına razı olup özelleştirilen fabrikalarda çalışmaya devam etmek ya da henüz satışına karar verilmemiş diğer şeker fabrikalarının olduğu şehirlere göçmek. CHP İzmir milletvekili Murat Bakan’ın ekim ayında verdiği soru önergesi, Erzurum ve Erzincan’daki fabrikalarda çalışan iki işçinin bir aydan kısa bir zaman zarfında dört ayrı şehre sürüldüklerini gösteriyor. Fakat her iki ihtimalle de işsizlikten kaçış yok.
Kıdemlerinin sıfırlanmasına razı olan ve ilk seçeneği tercih eden işçiler –tıpkı bir zamanlar Tekel’e ait fabrikaların başına geldiği gibi– çok kısa bir sürede kapısına kilit vurulacağı aşikâr olan bu fabrikalardan da atılmayı bekleyecek. Diğerleri ise bir şehirde kalıcı olarak çalışmayı başarabilseler bile bir sonraki özelleştirme saldırısıyla birlikte işlerini kaybedecek.
Bu noktada kamunun elinde kalan 12 fabrikanın ise çok daha düşük kapasitelerle üretim yaptığını ve çok daha hızlı bir şekilde özelleştirileceklerini de belirtmek gerekiyor. Öte yandan, özelleştirme sürecinde kılını bile kıpırdatmayan Şeker-İş sendikasının raporu Türkşeker bünyesindeki 25 fabrikanın birbirinin eksiğini kapatacak şekilde ürettiğini ve özelleştirilen 13 fabrika[2] içinde kotası ve kapasitesi düşük dokuz fabrikanın (Muş, Erzurum, Erzincan, Elbistan, Burdur, Alpullu, Yozgat, Kırşehir ve Bor) kapatılmasının kesin olduğunu belirtiyor.
Özetle, toplam 25 şeker fabrikasından en az 21’i yok ediliyor. Özelleştirmeye direnmek yerine sermayeye akıl vermeyi tercih eden bu “sendikal” anlayışın zaten uzun yıllardır süren özelleştirme uygulamalarının kaçınılmaz bir süreç olduğuna çaresizce ikna edilen işçileri korumasını ve onları mücadeleye teşvik etmesini beklemek en hafif tabirle naiflik olacaktır.[3]
Pancar üreticisi nasıl yatıştırıldı?
Fakat Şeker-İş sendikasının uzlaşmacı tutumu, en ufak bir direnç sergilememesi asıl olarak pancar üreticisinin fabrikaların satışına yönelik ciddi tepkisini de boşa çıkarmış oldu. Siyasal iktidarın şeker fabrikalarının özelleştirilmesine ilişkin en kritik hamlesi de bu esnada geldi. Sarı sendikanın işlevi ve özelleştirme argümanlarının gücü nedeniyle işçilerden gelecek olası tepkiyi dert etmeyen hükümet asıl tepkiyi pancar üreticisinden bekliyordu.
Pancar üreticisinden gelen tepkileri törpülemeye dönük hamle de çok gecikmedi. Fabrikaların satışına karar verilmesinden tam 18 gün sonra, nişasta bazlı şeker kotası yüzde 10’dan yüzde 5’e düşürüldü. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle birlikte nişasta bazlı şeker üretiminin artacağına ilişkin kaygılar karşısında karar bir “geri adım” olarak yorumlanırken kamuoyunda özelleştirmeden vazgeçilebileceği dahi konuşulmaya başlandı.
Şeker-İş Başkanı İsa Gök, kota indiriminin aslında özelleştirmeye karşı oluşan tepkiyi azaltmaya dönük bir taktik adım olduğunu şu sözlerle ifade ediyordu: “Bugüne kadar dokuz dava kazandığımız halde düşürülmeyen kotaların özelleştirme öncesinde bir anda indirilmesi manidar değil mi?” 2016’da Bilim ve Teknoloji Bakanlığı tarafından hazırlanan “Üretim Reformu Paketi Kanun Tasarısı” taslağında, başta Cargill olmak üzere beş firma için “kotasız” üretim önerildiğini de unutmamak gerekiyor.
Özetle, özelleştirmelerin ardından kotanın tekrar artırılmayacağının hiçbir garantisi olmamasına rağmen pancar üreticisinin tepkisi dengelendi ve fabrikaların satışı gerçekleştirildi. Ek olarak, 24 Aralık 2017 tarihli 696 no’lu KHK ile Şeker Kurumu’nun (Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu ile birlikte) kapatıldığını, görev ve sorumluluklarının Tarım Bakanlığı’na, yani Beştepe’ye devredildiğini de belirtmek gerekiyor. Bu düzenleyici kurumlar her daim küçük üreticilerin çıkarlarını koruyan kararlar vermemiş olsalar da üreticinin yok olmamasını gözeten, kısmen dengeleyici ve küçük çaplı tarımsal üretimi neoliberal politikalarla uyumlu hale getirme gibi bir işleve sahipti.[4] Bu öneri ve düzenlemeler tarımdaki ilkel birikim ve proleterleşme süreçlerini kaçınılmaz olarak daha da hızlandıracak.[5]
Cargill işçilerinin çıkarları ile şeker fabrikalarından atılan/atılacak olan işçiler ve pancar üreticilerinin çıkarları arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğu sonucunu çıkarmak mümkün. Zira şeker kotası düşürülmeseydi Cargill işçileri işlerini kaybetmeyecek, ancak şeker pancarı üretimi daha hızlı bir darbe yiyecekti. Fakat ikinci ihtimal her halükârda gerçekleşecek.
Cargill’le el ele döşenen yol
Bütün bu gelişmelerin Cargill’in Türkiye’deki geleceğinin nasıl olacağıyla çok yakından ilişkisi var. Tekel’in özelleştirilmesinin ardından yaşanan süreç önümüzdeki dönem şeker pancarı üreticilerinin başına gelecekler açısından yeterli kanıt sunuyor. American Tobacco (BAT) tarafından satın alınmasının ardından, fabrikaların hepsi –Samsun’daki Ballıca Sigara Fabrikası hariç– kapatıldı. Şirket yerli tütün yerine sözleşmeli olarak Amerikan tütünü ektirmeye başladı ve tabii ki istediği fiyatı dayattı.
Bu ihtimal Şeker-İş’in can havliyle özelleştirmelerin iptali için Danıştay’a açtığı davanın gerekçeli kararında açıkça ifade ediliyor. İptal lehine oy kullanan, fakat azınlıkta kalan iki hâkimin karşı oy gerekçesi, şartnamede beş yıllık alım taahhüdünün ardından sektörün geleceğini ciddi biçimde etkileyecek sayıda işletmenin pancar alımına son vermesi durumunda herhangi bir önlem alınmadığına işaret ediyor. Ayrıca, alıcıdan istenen teminatın da üretim faaliyeti açısından yeterli hukuki güvenceyi sağlayamadığı belirtiliyor.
Kotanın özelleştirmelere paralel bir şekilde düşürülmesi kısa vadede Cargill ve benzerlerinin lehine gelişecek büyük bir çelişki yaratmış durumda. Şimdilik kotaları azalırken, kısa sayılabilecek bir zaman zarfında Türkiye’nin pancar üretiminden çekilme ihtimali gündeme gelecek ve sektör büyük ölçüde nişasta bazlı şeker üreticilerinin tekeline girecek. Daha şimdiden fabrikaların alım kotalarının düşürülmesi nedeniyle tonlarca şeker pancarı üreticinin elinde kaldı. Sınırlı bir haber taraması, sadece son bir ayda Kütahya, Afyon, Niğde, Maraş, Karaman gibi birçok şehirde pancar üreticilerinin “eyvah” demeye başladığını gösteriyor.
Tütünden farklı olarak, şeker pancarı üretiminin azalması sadece üreticinin canını yakmayacak, doğanın talanı ve halk sağlığı açısından da vahim sonuçlar yaratacak. Bu noktada Cargill’in 2016’daki şeker kanunuyla ilgili tartışmalar esnasında yaptığı açıklamadaki vurguyu da hatırlamakta fayda var: “Şeker üretim pazarında serbest piyasa şartlarının ve düzgün rekabetin oluşmasıyla pazarda sağlıklı büyümenin gerçekleşeceğine inanıyoruz.” Serbest piyasanın önündeki en büyük engelin kamuya ait şeker fabrikaları olduğunu çekinmeden ifade eden bir şirketin özelleştirmelerin arefesinde sendikal örgütlenmeyi yürüten işçileri işten atarak geleceğe dair ciddi bir hazırlık yaptığını düşünmek pekâlâ mümkün.[6]
Devasa yıkımın röntgeni
Bir an için Cargill işçilerinin gerçekten kotanın düşürülmesi nedeniyle işlerinden olduklarını farzedelim ve bütün bu tatsız hikâyeyi baştan okuyalım. Aceleci bir okumayla Cargill işçilerinin çıkarları ile şeker fabrikalarından atılan/atılacak olan işçiler ve pancar üreticilerinin çıkarları arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğu sonucunu çıkarmak mümkün. Zira şeker kotası düşürülmeseydi Cargill işçileri işlerini kaybetmeyecek, ancak şeker pancarı üretimi daha hızlı bir darbe yiyecekti. Fakat ikinci ihtimal her halükârda gerçekleşecek.
Daha fabrikaların devir işlemleri tamamlanmadan, başta araziler olmak üzere, şeker fabrikalarına ait birçok mülkün Özelleştirme İdaresi aracılığıyla satışa çıkarıldığı haberlerini okuduk. Malûm, başkanlık rejiminde vakit nakit demek! Ekonomik büyümenin yere çakıldığı kriz koşullarında özelleştirme gelirlerinin önemi daha da artıyor. AKP’nin ilk beş yıllık döneminde en büyük gelir kaynağının özelleştirmeler olduğunu unutmamak lâzım.
Sonuç olarak, özelleştirilen fabrikaların kapatılması da nişasta bazlı şeker kotasının artırılmasının yegâne gerekçesi olacak. Muhtemelen Cargill daha fazla işçi çalıştırarak daha çok üretecek. Peki, Cargill işçisi sendikalı olabilecek mi? Sefalet ücretleriyle çalışmaktan kurtulabilecek mi?
Bunun için öncelikle sekiz aydır direnen Cargill işçilerinin kazanması ve sendikanın fabrikaya girmesi gerekiyor. Hemen ardından da Cargill ve diğer nişasta bazlı şeker üreten şirketlerin faaliyetlerine son verilmesi için kentteki işçinin ve kırdaki üreticinin mücadelesini büyütmek ve birleştirmek. Peki, Cargill işçileri yine mi işsiz kalacak? Hayır. Kamuya ait, teknolojik olarak yenilenmiş, sağlıklı ve doğayla barışık üretim yapacak fabrikalarda sendikalı, güvenceli, insanca yaşatacak ücretlerle ve toplumun ihtiyacı kadar üretecek mesailerle çalışacaklar.
“Bu mümkün değil, artık geri dönüş yok” diyenlere ise sadece SEKA örneğini hatırlatmak gerekiyor. İzmit’teki SEKA kâğıt fabrikasının yerinde trilyonlarca lira harcanarak yapılmış devasa bir park var şu anda. Büyük ölçüde kafe ve restoranlardan ibaret olan parkın sınırlı bir kamusal faydası olsa da asıl olarak belediyenin ihale deposu olarak işlev görüyor. Küçücük bir şehir merkezinde yarattığı trafik keşmekeşi de cabası. Bu park için harcanan parayla birkaç tane SEKA fabrikası yeniden inşa edilebilirdi. Öte yandan, döviz kurunda yaşanan artışla birlikte ülkede birçok gazete, dergi ve yayınevi kapanmanın eşiğine gelmiş durumda. Sadece 2015’ten bu yana kâğıt ithali için kamu bütçesinden harcanan para 11 milyar doların üzerinde.
Cargill’deki mücadele bir avuç işçinin sendikal hakları için direnişinden ibaret değil. Neoliberal kapitalizmin Türkiye’de AKP eliyle yarattığı devasa yıkımın berrak bir röntgeni aslında. Maraş’ta pancarı kar altında kalan üreticinin, asgari ücretle çalışabilmek için ailesiyle bir şehirden diğerine sürülen ustabaşının, fabrikası özelleştirildiği için işsiz kalan taşeron işçinin, zorla emekli edilen ve yaş sınırı nedeniyle maaş alamayacak kamu işçisinin, Cargill’in yarattığı ekolojik yıkımdan dolayı zeytinini satamayan, bahçesinde sebze yetiştiremeyen Orhangazili çiftçinin hikâyesi.
Sorun “çelişkili” görünen bu hikâyelerin her birinin başka bir mecrada anlatılıyor olması. Yüzyıl öncesinden bir mesaja kulak verelim: “İşçi sınıfının kendisi hakkında edinebileceği bilgi, çağdaş toplumun bütün sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkiler konusundaki net bir bilgiye sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bilgi yalnızca teorik değildir. Yahut şöyle söyleyelim, teorik olmaktan çok siyasi deneyime dayalıdır.”[7]