Meksika’da bu yıl seçimler var. Romanınızda karamsar bir siyasi tablo çiziyorsunuz…
Carlos Fuentes: Bu bir taşlama. Hicivler acımasız olur, kimseden af dilemez. Kahramanlar olmaz, her şeyi zekâ ve zehirle bozguna uğratırlar. Siyaset aysberg gibidir, sadece okyanusun üstündeki en uç noktayı görürsünüz. Her türlü entrika var orada, bu da siyasete özgü bir durum. Biri demiş ki, siyaset köpek sürüsü gibidir, sadece baştaki köpek niye havladığını bilir, kalanlar da onu izler. Bu nedenle siyaseti hicveden bir roman bu.
Neden mektup tarzında?
Ancak bu sayede tam anlamıyla mesafeli durabildim. Yazar yok, karakterler bizzat kendilerini ifade ediyorlar. Bu da onları berraklaştırıyor.
Siyaseti bir soylu sarayı gibi betimliyorsunuz: Herkes saman altından su yürütüyor, entrikalar çeviriyor.
Beyaz Saray’ın farklı olduğunu mu düşünüyorsunuz? İktidarda olan adamın her zaman bir sarayı vardır. Bundan biraz uzak durabilen devlet başkanları var, ama onlar istisna. Meksika’da başkanlık süresi altı yıl, bu süre içinde başkan mutlak gücün sahibi, imparator Montezuma’nın varisi gibi. Sonra “hadi sana güle güle, şimdi yeni bir güneş yükseliyor, gelin, bu güneşe altı yıl tapının”. Eskiden dünyadaki en iyi seçim sistemi Meksika’daydı, çünkü bir yıl önceden kimin başkan seçileceği belliydi. Şimdi öyle değil.
Bir yazar dil ve imgelem düzeyinde çalışıyorsa, zaten politik bir misyon üstlenmiştir. Sadece iyi bir roman yazmak bile, toplumsal bilinç uyandıran her şeyle ilişki içinde olmaktır.
Romandaki bir diğer tema da, Meksika’nın bağımlı bir ülke olması. Amerika iletişim sistemini kestiği için, Meksikalı siyasetçiler mektupla haberleşmeye başlıyor…
İletişim sistemi, Miami’den kontrol edilen bir aygıta bağlı. Amerika, istediği zaman Meksika’nın bağlantısını kesebilir. Yapmıyorlar, çünkü işlerine gelmiyor. Ama yapabilirler, Meksika’nın dünyayla bağlantısını kesebilirler. Bu da Meksikalı politikacılar için büyük bir iletişim sorunu oluşturur, çünkü onlar genelde işaretler kullanarak haberleşiyor. Meksika’da kimse mektup yazmaz, ama bu durumda mecbur bırakılıyorlar. Terslik de burada. Meksikalı politikacı “geride yazılı hiçbir şey kalmamalı” der. Bunu bir politikacıyı araştırırken öğrendim, o da yazılı hiçbir şey bırakmamıştı.
Peki Meksika’nın bağımlılık meselesi?
Bush yönetimi, dünyanın kendilerinin yöneteceği tek kutuplu bir sistem olacağı inancıyla geldi iktidara. Bush, kendilerinin ayakta kalan son demokratik güç olduğunu söyledi. Condoleezza Rice, uluslararası camiadan vazgeçebiliriz dedi… Ama birden uluslararası camia peyda oldu. Artık sadece Avrupa değil, başka güç merkezleri de var. Çin, Hindistan, Endonezya, Tayvan… Birdenbire dünyada birçok güç kutbu oluştu. Soğuk savaş bittiğinde artık tamamen “gringo”lara bağımlı olacağımızı düşünüyorduk. Ama şimdi farklı yollar var. Artık tek güce o kadar bağımlı değiliz. Çeşitlendirilmiş bir dünyada daha bağımsız çalışabilir ve Amerikalılar öfkelendiğinde bedelini ödeyebiliriz. Amerika’nın askeri bütçesi, kendinden sonra gelen yirmi ülkenin toplam bütçesinden daha büyük. On yıl içinde ordusu tüm dünya ordularının toplamından daha güçlü olacak. Bu fenomeni etkisiz hale getirmenin tek yolu, Avrupa’nın başı çektiği ve Latin Amerika’nın desteklediği bir başka güç kutbu yaratmak.
Bir romanın siyasi etkisi olabileceğine inanıyor musunuz? Roman siyaseti anlamamızı ya da politikacıları etkilememizi sağlayabilir mi?
Pek değil. Aldanma olur. Bir romanın politik olayları doğrudan etkilediği enderdir. Charles Dickens bu etkiyi yapmıştı. George Orwell de. Roman, topluma sessizce ve zamanla sızar. Honore de Balzac’ın kendi zamanında siyasi bir etkisi olmadı, ama uzun vadede 19. yüzyıl burjuvazisini bize kavrattı. Marx bunu çok net gördü, ama önce yazması, hayalini gerçekleştirerek ebedi bir eser bırakması gerekiyordu. Tabii John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ni ve Oklahomalı göçmen işçilerin sorunlarını gözardı edemeyiz. Ama bunlar istisna. Etki, genelde daha uzun vadede olur. İki temel esas vardır: Dil ve imgelem. İlk iş, romanın bunlara değinmesi. Toplumsal akıbetler, eğer anlatılacaksa, sonra gelmeli. Bunu kim başarmış? Emile Zola, evet. Orwell, evet. Marcel Proust, şüpheli.
Birdenbire dünyada birçok güç kutbu oluştu. Soğuk savaş bittiğinde artık tamamen “gringo”lara bağımlı olacağımızı düşünüyorduk. Ama şimdi farklı yollar var.
O zaman neden Latin Amerika’da yazarlar halkı temsil ediyor? İnsanlar adına, politikacılardan daha çok, uzun ve derin konuşuyorlar…
Cevabı basit: Başka ses yoktu. Özellikle de diktatörlükle, yarı feodal koşullarla ve cehaletle uğraşmak zorunda kaldığımız için. Sözü edilmeyecek olanı söylemek yazarın göreviydi. Bir keresinde Pablo Neruda şöyle demişti: “Farkında mısınız, hepimiz ülkelerimizin cüssesini sırtımızda taşıyoruz. Büyük bir yük bu.” O zaman için haklıydı, ama toplum değişti. Basın özgürlüğü var, siyasi partiler, sendikalar, sosyal örgütler var. Bunlar yazarın yükünü alıyorlar. Şimdi, ülkelerimizin yaşamlarına vatandaş olarak daha çok dahil oluyoruz. Bunu yapmadığın takdirde, kimse seni kötülüklerin sorumlusu olarak göstermez. Çünkü bir yazar dil ve imgelem düzeyinde çalışıyorsa, zaten politik bir misyon üstlenmiştir.
Yine de, yazarın hâlâ demokratik imgelem yaratılmasında rolü olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet, kesinlikle. Sadece iyi bir roman yazmak bile, insanların hayatlarıyla, dille kurduğun ilişkiyle, hayal gücüyle, karınla, düşmanınla, geçmişle, şimdiyle, gelecekle, toplumsal bilinç uyandıran her şeyle ilişki içinde olmaktır. Bunu çıkarırsan, geriye hiçbir şey kalmaz.
Romanınız eğlendirici, ama son bölüm insanı huzursuz ediyor…
Evet. Sadece Meksika’da değil, dünyanın her yerinde aynı olan yeraltı ilişkilerini ve derin siyaseti teşhir ediyor. Kitabın sonuna geldiğimde, bu labirentten çıkmanın yolunu arıyordum. Ana karakter Maria del Rosario’yu doğayı, dağları, volkanları seyre dalması için Chapultepec kalesinin terasına çıkarttım. Bu da insanlığın henüz ölmediğine dair bir anıştırma oldu.
Çeviren: Zeynep Nuhoğlu
Kaynak: Open Democracy, Revista Cambio
Express, sayı 59, Mart 2006