“DERİN YOKSULLUK”LA MÜCADELE AĞI

Söyleşi: Filiz Gazi
16 Ekim 2021
Pablo Picasso, 'Kör Adamın Yemeği', 1903
SATIRBAŞLARI

17 Ekim “Dünya Yoksullukla Mücadele Günü” kabul ediliyor. Bu sizin için ne ifade ediyor?

Hacer Foggo: Birleşmiş Milletler küresel yoksulluğun azaltılması ve dünya çapında yoksulluk konusuna dikkat çekmek amacıyla farkındalık oluşturmak için 22 Aralık 1992’de 17 Ekim’i “Dünya Yoksullukla Mücadele Günü” ilan etti. 2015’te de Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri bildirgesinde 2030’a kadar dünyada yoksulluğu bitirmeyi hedefleyen bir deklarasyon yayımladı. “Benim için ne anlam ifade ediyor”a gelince, BM’nin “sürdürülebilir kalkınma amaçları”ndan biri de “sorumlu üretim ve tüketim.” 2030’a kadar önleme, azaltma, geri dönüşüm ve yeniden kullanım yoluyla atık oluşumunu kayda değer ölçüde azaltma hedefini de içeriyor.

Hacer Foggo

Peki ne oldu? Sıfır Atık Projesi kapsamında binlerce kâğıt toplayıcıya İstanbul Valiliği kararıyla operasyon yapıldı, çekçekleri ellerinden alındı. Binlerce aile şu anda açlıkla mücadele ediyor. BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin birinci maddesi “Yoksulluğa son”, ikinci maddesi “Açlığa son.” Peki, şimdi ne var elimizde? Ne yaşıyoruz? Sıfır Atık Projesi kapsamında ödül verdiğiniz şirketler, belediyeler binlerce aileyi aç bıraktı ve yoksulluğu derinleştirdi.

Bu nedenle, bugün yoksullukla mücadele için söyleyeceğim şey şudur: Yoksulluk bir özgürlük meselesidir, yoksulların boynuna bir halka geçirilmiş, ikiyüzlü politikalarla bu halkayı istedikleri zaman gevşetiyor, istedikleri zaman sıkıyorlar. Bu halkayı çıkarmak için mücadele edeceğiz. O zaman her şey daha açık ve şeffaf olacak.

Derin Yoksulluk Ağı niye kuruldu? Ne gibi faaliyetler yürütüyorsunuz?

Covid-19 salgını sürecinde işini kaybeden güvencesiz çalışanları, işini yapamaz duruma gelen kişileri, aileleri desteklemeyi, görünürlüklerini artırmayı hedefleyerek 18 Mart 2020’de Derin Yoksulluk Ağı’nı kurduk. Yani “hayırseverlik” ya da “yardım” yapmayı değil, eşitsizliğe karşı durmayı, kalıcı eşitsizliğin farkına varılmasını, azaltılmasını hedefleyen dayanışma ağlarından biriyiz. Sosyal medyada yürüttüğümüz #EvdenDeğiştir kampanyasıyla destekçiler aracılığıyla binlerce ailenin temel ihtiyaçlara ulaşmasını sağladık: gıda, çocuk bezi, mama, tablet, soba, elektrik, su, doğalgaz faturaları… Tabii sadece bu değil, aynı zamanda Derin Yoksulluk Ağı olarak derin yoksulluğa karşı kalıcı çözüm yaratacak öneriler geliştiriyoruz, araştırmalar yapıyoruz, raporluyor ve bu önerilerin hayata geçmesi için yerel yönetimler, siyasi partiler ve kamu kurumlarıyla paylaşıyoruz.

Yoksulluk bir özgürlük meselesidir, yoksulların boynuna bir halka geçirilmiş, ikiyüzlü politikalarla bu halkayı istedikleri zaman gevşetiyor, istedikleri zaman sıkıyorlar. Bu halkayı çıkarmak için mücadele edeceğiz.

Yakınlarda yayınladığınız raporda öne çıkanlar neler?

Rapordaki en önemli şey çocukların eğitimden tamamen kopması ve çalışmaya başlaması. Rapor dışında bir de kitap hazırladık, Hikâyenin Yok Hali. Derin yoksulluk içindeki farklı kişilerin gerçek yaşam öykülerinden oluşuyor. Kâğıt ve plastik toplayıcısı bir çiftten sazını sessiz nöbete koyan müzisyene, onlarca öyküyü bir araya getiren bu kitap derin yoksulluğun yol açtığı hak ihlâllerini de göz önüne seriyor.

Ne zamandan beri yoksullukla mücadele alanında çalışıyorsunuz?

1989’da gazeteciliğe başladım. Yaklaşık yirmi yıl gazete, dergi ve radyolarda söyleşiler yaptım. Emek, sendika, kent yoksulluğu, azınlıklar ve insan hakları alanlarında yazılar yazdım. Aynı zamanda hep sivil toplumcuydum. İnsan Hakları Derneği, Çağdaş Gazeteciler Derneği gibi derneklerde uzun süre aktif olarak çalıştım.

Sonrasında, 2005 yılında Sulukule’de başlayan kentsel dönüşüm ve orada kent yoksullarının kamu kurumları tarafından hiçe sayılması beni aktivist yaptı. Yazı dışında bir şeyler yaparak insanların hayatlarını değiştirebilirim diye düşündüm. Gazetecilik kariyerini sonlandırarak sokaklarda, yoksul mahallelerde aktivistlik yapmaya karar verdim. Bir taraftan da Radikal İki, Bianet gibi hak odaklı basında serbest olarak yazmaya ve kent yoksullarının sesi olmaya çalıştım. Sulukule ve kentsel dönüşüme uğrayan diğer yoksul mahallerde son ev yıkılıncaya kadar mücadele ettim. Dernekler ve platformlar kurdum, dava açılması konusunda destek verdim.

Pablo Picasso, Deniz Kenarında Yoksullar

2005te başlayan kentsel dönüşüm son kertede amacına ulaştı. Bugün nasıl bir tablo var?

O dönemde kentsel dönüşüm yoksulların kent merkezinden sürülmesi olarak başlayıp sessizce ilerledi. Kent yoksullarının sürgün edilmesinden kimsenin rahatsız olmayacağını bilen iktidar şimdi göz göre göre istediği yerde istediği dönüşümü gerekirse yasalar, genelgeler çıkarak yapıyor. Dağı taşı, ormanı gasp ediyor. Ekonomik kriz ve pandemi özellikle İstanbul’da güvencesiz çalışanları gelir kaynaklarını kaybetme noktasına getirdi. Dönüşümden sağlanan rant yoksul mahallelerde kalmadı, bütün ülkeyi sardı.

Kentsel dönüşümün sıcağı sıcağına yaşandığı, insanların yerlerinden edildiği yıllarda ne oldu?

Daha fazla yoksullaştılar. Mahalledeyken bir mahalle kültürü olduğu için bakkalı, terzisi, tamircisi birbirlerine çözüm üretebiliyordu. Çocuk okula gittiği zaman, anne evde değilse komşu ilgileniyordu. Bu insanlar bugün şunu kazandım, yarın şu kadar, bununla şunu öderim diye yoksulluğa karşı strateji geliştirebilen insanlar. Bu  dayanışmayla mümkün olabiliyordu. Bakkaldan veresiye 200 gram şeker, bebeğine bez alabiliyordu. Mahallelerde insanlar ekonomilerini döndürüyordu. Düğünü, nişanı sokakta yapıyorlardı. Bunların hepsi ortadan kalktı. Kâğıthane’de böyle, Küçükbakkalköy’de böyle… 2011’de Sulukule’de son ev yıkılana kadar oradaydım. Yıkımdan sonra kiracıları Taşoluk’a göndermişlerdi. TOKİ binalarının taksitlerini ödeyemedikleri için yine bildikleri muhitin yakınlarına geri döndüler. Tabii mahalleleri artık onların değildi.

Pablo Picasso, Çorba, 1902

Derin yoksulluğu ne zaman konuşmaya başladık?

Yirmi yıla yakın Türkiye’nin pek çok büyük kentinde, ama yoğun olarak İstanbul’da, yoksul mahallelerde çalıştım. Kent yoksulluğu arttıkça güvencesiz, ucuz işgücü olarak çalışan insanların sayısı arttı. İşte o zaman derin yoksulluk başladı.

Güvencesiz dediğim insanlar hiçbir gruba, sınıfa ait değil. Sabit gelirleri yok, bir yere ait değiller. Bankada parası yok, geleceğiyle ilgili sürekli kaygı taşıyor, bütün hayatı temel ihtiyaçlara kitlenmiş insanlar. İşte tam burada “devreden yoksulluk” başlıyor. Seyyar satıcısı, inşaat işçisi, tekstil işçisi… Pandemi döneminin ilk günlerini hatırlayın. 11 Mart’ta “evde kalın” süreci başladı. 13 Mart’ta aranmaya başladık. Benim için şok ediciydi. Çünkü biliyorum ki, bu mahallelerde kimse açlıktan ölmez. Biliyorum ki, bir şekilde birbirlerini idare ederler. Ama bu sefer bakkalda da yok, komşuda da yok, hiçbir şey yok. Birdenbire eve kapanma, çalışamama ve zamların yağmur gibi akmasıyla kiralarını ödeyemediler. Su ve elektrik kesildi. Çocuklarına bez, mama alamadılar. Barınma sorunuyla birlikte yoksulluk birdenbire açlığa evrildi.

Pandeminin ilk günlerini hatırlayın. 11 Mart’ta “evde kalın” süreci başladı. 13 Mart’ta aranmaya başladık. Benim için şok ediciydi. Çünkü biliyorum ki, bu mahallelerde kimse açlıktan ölmez, birbirlerini idare ederler. Ama bu sefer bakkalda da yok, komşuda da yok. Kiralarını ödeyemediler, su ve elektrik kesildi. Çocuklarına bez, mama alamadılar. Yoksulluk birdenbire açlığa evrildi.

Kentsel dönüşüm ve benzer projeler katılımcı politikayla gerçekleşmediği zaman yoksulluğu derinleştiriyor. Bu yoksulluğun miras kalmasına, devredilmesine neden olan bir şey. Yedi-sekiz yaşında tanıdığım çocuklar pandemi başladığında beni buldular. Durumun vahametini de gösteren bir şey oldu bu benim için. Çünkü bu çocukların annelerini, babalarını tanıyorum. O çocuklar bu sefer kendi çocukları için beni aradılar. Hatta kapanma bittikten sonra evlerine gittim, çocukluk fotoğraflarını gösterdim. Baba kâğıt toplayıcı, çocuk da kâğıt toplayıcı olmuş. “Devredilen yoksulluk” dediğimiz şey bu.

Pandemiden ötürü eve kapanılan dönemde birçok çocuk uzaktan eğitime erişemediği için okulu bıraktı. Kimse bu çocuklara ne olacak diye düşünmedi, hâlâ düşünmüyor. Geçenlerde Van’da bir ev ziyaretinde 15 yaşındaki çocuğun okulunu dondurduğunu öğrendim. Tekstil atölyesinde çalışmaya başlamış. Ne kadar maaş alacağını dahi bilmiyordu, bu derece yokluk.

Sanıyor musunuz ki o çocuk okula önümüzdeki sene dönecek? Dönmeyecek… Bu çocukları kaybettik. Temel ihtiyaçlara ulaşamadıkları için açlık eşiğine yaklaşan bu çocuklar tekstil atölyelerinde, inşaatlarda çalışmaya başladılar. Geçen gün bir çocuğa “neden okula gitmiyorsun?” diye sordum. Ayaklarını gösterdi. Ayağında terlik. Ne diyeceksin o çocuğa? Yine destek verdiğimiz bir ailede, baba kanser olduktan sonra ilk yapılan şey çocuğu okuldan alıp berbere vermek oldu. Başka çaresi yok…

Yedi-sekiz yaşında tanıdığım çocuklar pandemi başladığında beni buldular. Durumun vahametini de gösteren bir şey oldu. Bu çocukların annelerini, babalarını tanıyorum. O çocuklar bu sefer kendi çocukları için beni aradılar. Kapanma sonrasında evlerine gittim, çocukluk fotoğraflarını gösterdim. Baba kâğıt toplayıcı, çocuk da kâğıt toplayıcı olmuş. “Devredilen yoksulluk” dediğimiz şey bu.

Sol partilerin, yerel yönetimlerin ne yapması gerekiyor?

Bizde yoksulluk meselesi iyi anlaşılmış değil. Dünya bunu farklı tartışıyor. Örneğin, pandemi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük insanlık krizi olarak ele alındı. Bizde ne yerel yönetimler ne kamu olaya böyle baktı. Yoksullukla ilgili bir strateji çıkarılması gerekiyor. Bir kere o mahallede oturan insanlarla oturup bir yol haritası çıkarılmalı. Çok-boyutlu veri araştırmalarının yapılması gerekiyor. İkincisi, temel gelir üzerine çalışmak gerekiyor. Sosyal hakların yanı sıra asla kesilmeyen, sabit gelirin olması gerekiyor.

Pandemi koşullarında, temel gıda ve bakım ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir dayanışma modeli olarak kurduğumuz Derin Yoksulluk Ağı’nı destekleyen yüzlerce insan var. Zaman zaman onlarla toplantı yapıyoruz. Bu ülkede inanılmaz bir dayanışma kültürü var. Tek sorun güvensizlik. Partilere, sivil topluma, kamuya, devlete güvensizlik… Bir kamu kurumuna sosyal yardım başvurusu için giden biri önce bir partiye üyelik yaptırmak zorunda. Çünkü kendisine “Hangi partiye üyesin?” diye sorulma ihtimali yüksek. Bu nasıl bir çıkmaz, varın siz düşünün.

Yoksulluk bir sistem sorunu, evet, ama sistemin değişmesini mi bekleyeceğiz? Mamaya alarm takılması o düzenin arkasındaki kötülüğü de gösterir.  

Toplum nasıl görüyor yokluğu?

Sürekli bir hayatta kalma meselesi var. Her telefonlaşmada diyalog şöyle: “Ne yapıyorsun? Hastanedeyim”, “Ev sahibi çık dedi”, “Mama yok, bez yok.” İnanılmaz önyargı var. “İş var, ama bunlar çalışmıyor” deniyor. Bel fıtığı olan insana “hamallık yapsın” denir mi? Ya da “hımm niye o kadar çok çocuk yapmış” deniyor. Parmak sallamadan, öğretmeden yoksulluğun bütün boyutlarını bilmemiz gerekiyor. Yaşlı yoksulluğu ne? İmkânsızlıklar ortasında yatalak insanın psikolojisi nasıl? O evlerde doğan otizmli bir çocukla başka semtte doğan otizmli çocuk arasındaki eşitsizlik durumu nasıl ortadan kaldırılabilir? Yalnız ve şiddet görmüş bir anne sığınma evine ulaşabiliyor mu? Ulaştığında yoksulluktan kaynaklı orada kendini yabancı hissediyor mu?

Sokakta gördüğümüz insanı “yoksul” diye anlatmak bile dışlama. Oturduğumuz yerden “niye o kadar çocuk yapmış, niye erken evlendi, bilmem ne partisine oy veriyor, bu bir sistem sorunu…” gibi klişe laflar ediyoruz. Yoksulluk bir sistem sorunu, evet, ama sistemin değişmesini mi bekleyeceğiz? Yoksullukla ilgili çok konuşan, “bu kapitalizm sorunudur” diyen insanlar mamaya alarm takıldığında ne diyor? Mamaya alarm takılması o düzenin gerçekliğini, arkasındaki kötülüğü de gösterir. Kimse mamaya alarm takıldı diye ayağa kalkmadı. Ama patates, soğan dağıtıldığında herkes konuşmaya başladı.

Pablo Picasso, Anne ve Çocuğu, 1902

“Sosyal devlet tedbirleriyle yoksulluk sorunu çözülebilir mi?

Sosyal adalet dediğiniz zaman yoksulluk politikanız da hak temelli bir anlayışa sahip demektir. Hak temelli baktığınızda, yoksulluğu sadece gelir düzeyi olarak görmezsiniz, yoksulluğun aynı zamanda gıda, sağlık, siyasi katılım gibi temel insan haklarına erişememe meselesi olduğundan söz edersiniz. Hak temelli yaklaşım yoksulluk yaşayanların “ihtiyaç sahibi” değil, “hak sahibi” olduğunu savunur. Dolayısıyla, en temelde derin yoksulluk/yoksunluk yaşayan insanlar hakkında “devlet, sivil toplum ya da hayır kurumlarının yardım yapması gereken pasif özneler” algısından “potansiyeline saygı duyulması, fırsat eşitliği sağlanması ve güçlendirilmesi gereken aktif hak sahipleri” algısı yönünde bir değişim olmak zorunda.

Hayvancılık, tarım bittiği için köydeki insanlar şehirlere çalışmaya geldi. Köylere gittiğinizde “Dördüncü kattan düştü, şöyle bir iş kazasına uğradı” diye anlatılan, engelli olarak köyüne dönenleri görüyorsunuz. Sosyal adalet olsaydı köyler böyle olmazdı. Şelalenin arkasında HES olmazdı. Kazdağları’nın durumu böyle olmazdı. Yatırım denen şey önce sosyal devletle olur. Bizde ise yatırım zengini, zengin etmek için var. Elektirik şirketleri özelleştirildi, avukat büroları icra mesajları gönderiyor. Özelleştirmelere dur diyemedik, Sulukule yıkılırken durduramadık. Bunların hepsi teker teker önümüze getirildi. Bir gün sizin evinize de gelecek demiştik. En zayıf halka olarak gördükleri yerden başladılar. Şimdi beyaz yakalı, mavi yakalı hiçbir şey bırakmadılar. Her yer dönüştü. Plaza çalışanları inanılmaz stres içinde. Mobbing yapıldığını, kendilerini güvencesiz hissettiklerini konuşuyorlar. Orada da evrilme var.

Bir de meselenin şu tarafı var: Türkiye’de sosyal yardımlar yoksulların boynuna geçirilmiş bir zincir gibi kullanılıyor. Yapılan sosyal yardımlar zaten onların hakkı, ama bu haklar itaat-biat ilişkisi içinde sürüyor. İnsanları yarı aç yarı tok bırakıyor. Onları özgürleştirici bir durum hiçbir zaman olmadı.

Güncel politikanın yoksul evlerde bir karşılığı var mı?

Pandemi döneminde hepimizin canı yandı. Ekonomik olarak hemen herkes etkilendi, ama bu insanların canları hepimizden çok daha fazla yandı. İnsani koşullarda yaşamak insanı özgürleştirir. Damı akmayan bir evde yaşamak, sıcak bir yatakta uyumak, aç uyumamak…  Ancak bunlar sağlandığında insan sinemayı düşünebilir, kitap okumayı, müzik dinlemeyi düşünebilir ve tüm bunların yanında güncel politikayı düşünür.

İnsani koşullarda yaşamak insanı özgürleştirir. Damı akmayan bir evde yaşamak, sıcak bir yatakta uyumak, aç uyumamak… Ancak bunlar sağlandığında insan sinemayı düşünebilir, kitap okumayı, müzik dinlemeyi düşünebilir ve tüm bunların yanında güncel politikayı düşünür.

Sürekli olarak olanaksızlıklar içinde yaşamak öfke yaratmıyor mu?

En temel ihtiyaçların birdenbire buhar olması öfke yaratmaz mı? Bir anne mama yerine çocuğuna şekerli su verdiğinde öfkelenmez mi? Girdiğim her çocuklu evde yeterli beslenemediği için gelişim bozukluğu görülen çocuklar var. Bir anneye çocuğunun yaşını sorduğumda “aslında altı yaşında, ama küçük gösteriyor” diye gülerek yanıt vermesinin altındaki öfkeyi görebiliyorum.

Hiç unutmuyorum… Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş bir araştırma yaptırmıştı. Pandemi sürecinde nakit yardımı yapıldıktan sonra insanların en çok ne aldıklarına bakılmıştı. Çikolata çıkmıştı. Orada anne ve babanın ruhsal durumunu görüyorsun. Yemek istiyor çocuklar, oyuncak değil. Onu alamayacağını biliyor. Hiç alamadığı için çocuğunun ayakkabı numarasını bilmeyen anneler var. Ya birileri vermiş ya da bir yerlerden bulmuş.

Kent yoksulları kentin kalabalığı içinde en temel ihtiyaçlara ulaşmak için savaşıyor. Marketler, rezidanslar, AVM’lerin, kalabalığın arasında… Herkes ayakta kalmaya çalışıyor. Cebinde para olmadığı için ulaşım araçlarına binemediğinden şehirde kilometrelerce yürüyen insanlar var. Öfkeli olmaz mı?

^