CHUCK D İLE PUBLIC ENEMY, RAP VE SİYASAL MÜCADELE

Derleyen: Yücel Göktürk
3 Temmuz 2023
SATIRBAŞLARI

En başından beri Bush yönetimine ve Irak savaşına aleyhtar oldunuz. Bu aleyhtarlığınızın temel sebebi ne?

Chuck D.: Bu heriflerle tartışırken alfabenin en başından başlamak lâzım. Bir kere, gerçekten Amerikalı olmak ve Amerikan değerlerini temsil edebilmek için kendinizi dünya vatandaşı olarak görmeniz gerekir. Amerikan politikaları bu idealin tam tersi istikamette seyrediyor. Bush yönetimi, ABD’nin dünya uluslarının bir üyesi olmasını değil, bütün dünyanın “Amerikanizm” önünde diz çökmesini hedefliyor. Bu zihniyet Amerika’yı köşeye sıkıştırıyor. Dünyanın bir parçası olmak yerine dünyanın efendisi olmaya çalışmak, bütün uluslarla çelişki ve çatışma yaratıyor.

Bush yönetiminin hiphop’u bir savaş ve işkence silahı olarak kullanmasını nasıl karşılıyorsunuz?

İktidar odakları hiphop kültürünü kendi amaçları doğrultusunda eğip büküyor ve Beyaz Saray’ın sözcülerinden biri haline getirmek istiyor. Hiphop’u ve onu çevreleyen kültürü –yayınları, video klipleri– orduya asker devşirmek için kullanıyorlar. Irak savaşının başlangıcında Vibe dergisi siyah gençlerin silah altına alınması için orduyla işbirliği yapıyordu. Bunu yapmalarının sebebi, “parayı veren düdüğü çalar” zihniyetiydi. Hiphop’un bir savaş silahı olarak kullanılmasının temelinde, orduyla hiphop endüstrisi arasındaki işbirliği yatıyor.

Klonlanmış türevler denizine düştüğünüzde siz ne yapardınız? Klasik tercih “şanlı geçmiş”e sığınmaktır. Ben akıntıya karşı yüzdüm.

Bu işbirliğini, müzik endüstrisinin hiphop’u metaIaştırmasını biraz açar mısınız?

Son günlerde haberleri yakından takip ettiyseniz, McDonald’s’ın Big Mac kelimesini bir şarkıda geçiren sanatçılara yüklü bir ödeme vaat ettiğini görmüşsünüzdür. MTV ve özellikle Viacom, ergenlik çağını 29, hatta 31 yaşına kadar uzatmayı başarmış görünüyor. Bu, pazarın büyümesi ve müziğin içinde aklı başında ne varsa saf dışı edilmesi anlamına geliyor. 26 yaşındaki “ergenler”, ucu kendilerine dokunmadıkça siyasete ilgi duymazlar ki! Ama, gün gelip Irak’ta savaşmak zorunda kaldıklarında hızla politize oluyorlar.

Hiphop’un büyük şirketlerin boyunduruğundan kurtulması mümkün mü sizce?

Ben iyimserliğimi koruyorum. Müzik üretiminin üç düzeyi var: Majörler, indie’ler –bağımsız küçük şirketler– ve benim “intie” dediklerim, yani müziğin internet üzerinden dağıtımını yapanlar. İnternet, büyük şirketlerin hegemonyasından kurtulabilmek için benim etkili olarak kullandığım bir vasıta. Alternatif alanlar, bağımsız medya, uydular; bütün bunlar bağımsız olarak çalışabileceğimiz ve ulaşmak istediğimiz topluluklarla bizi irtibatlandırabilecek imkânlar sunuyor. Anahtar kelime dağıtım ve bunu yeni medyayla yapmak için alternatif yollar bulmak hayati önem taşıyor.

Sizin internete yönelmeniz nasıl oldu?

Sanatımı şirket stratejistlerinin onayına sunmaktan gına geldi. Müzik dükkânlarına nelerin girip girmeyeceğine karar veren o adamlar. Sanatımın yargıcı ve jürisi olmaları kabul edemeyeceğim bir şey. Bu hakkı kamuoyuna vermeyi tercih ettim.

Public Enemy’yi nasıl tanımlarsınız?

Public Enemy, 1980’lerin ortasında rap müziğinin alâmet-i farikası olarak ortaya çıktı. Müziği ilerletmek ve kendimizi ifade etmek ihtiyacıyla harekete geçtik. O sıralarda, rap müzisyenlerinin yaş ortalamasından biraz daha büyüktük. Ve zaman sağ politikaların gemi azıya almaya başladıkları bir zamandı. Berlin duvarı daha yıkılmamıştı, Nelson Mandela hapisteydi, Margaret Thatcher Britanya’yı yönetiyordu, Beyaz Saray’da Ronald Reagan vardı, serseri mayın gibiydi. Baba Bush da ikinci adamdı, başkan olmaya hazırlanıyordu. Public Enemy böyle bir ortamda ve bütün bunlara karşı bir hareket olarak doğdu.

Esin kaynaklarınız nelerdi?

Gil Scott-Heron gibi şairler ve bizden önceki rap’çiler başlıca esin kaynaklarımızdı. Motown, Stax ve Atlantic plaklarını dinleyerek büyüdüm. Yetişkinliğe adım atarken de punk hareketinden çok etkilendim. Özellikle Clash, disko döneminde bir yeraltı kaynağıydı ve bana farklı türleri harmanlayan ve birbirinden çok farklı dinleyici kesimlerini ortak paydada buluşturan çokkültürlü bir sound’un mümkün olduğunu göstererek ufkumu açtı. Punk nasıl disko müziğine bir isyansa, rap de diskoyu adapte eden ve onu daha da berbat bir hale getiren rhythm and blues’a bir isyandı.

Public Enemy nasıl bir siyasal ve kültürel reaksiyonla karşılaştı?

Biz siyah toplumun içinden rap denilen bir müzikle çıkmıştık. Rap de, özetle, siyahların hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları şeyleri yüksek perdeden haykırmalarıydı. Bu haykırış statükoyu rahatsız etti tabii. Ortalık epey sarsıldı. İktidar sahipleri bize ne yapacaklarını bilemediler bir süre. Ama susturulmamızın, öfkemizi haykırmamızın durdurulması gerektiğini biliyorlardı.

Medya derhal Public Enemy’yi militan siyah ırkçılar olarak damgalamıştı…

Medyanın koyduğu etiketler, yaptığı tartışmalı tanımlar beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren, siyahların içinde bulundukları durum ve ihtiyaçlarımız. Biz 1960’lardaki siyasal mücadelenin çocuklarıyız. Referanslarımız Kara Panterler ve İslâm Ümmeti (Nation of Islam) gibi kültürel hareketler. Annelerimiz, babalarımız o hareketlerle ilgilenmemizi sağladı ve bu bizim için hem eğitici hem de esinlendirici oldu. Benim annem ve babam radikal siyasi insanlardı, fakat daha önemlisi, değişim gereğini idrak etmiş genç ebeveynlerdi. Sivil haklar mücadelesine saygı duyuyorlardı, ama onu yeterli görmüyor, daha ileri bir demokrasi, siyahlar için daha çok eşitlik istiyorlardı. Biz o mirası devraldık.

Public Enemy’nin ilk albümü Yo! Bum Rush The Show 1987’de çıkmıştı. Ama grubun tarihi 1987 öncesine uzanıyor. Public Enemy tam olarak ne zaman oluştu?

İlk albümün öncesinde dört-beş yıllık bir pişme dönemi var. Ama Public Enemy’nin gerçekten Public Enemy olması ilk albümün sonrasına rastlıyor. Public Enemy kavramını stüdyodaki ekip yaratmıştı. “Bomba Timi” dediğimiz takım: Hank Shocklee, Bill Stephney, Eric “Vietnam” Sadler ve ben. Ama, zincirin bir de “kayıp halka”sı vardı, ki o da “yol”du. Turneye çıkıp konser vermeye başladığımızda Public Enemy oluşmaya başladı. Grup iki ayrı takımdan oluşuyordu, stüdyo ekibi ve sahne ekibi. Bu iki ekip birbirini besliyordu. İkinci albüm, It Takes a Nation, konser­lerin başlı başına bir kimlik oluşturmasının mahsûlüydü.

Dolayısıyla, Public Enemy’nin milâdı 1988 ve It Takes a Nation of Millions to Hold Us Back adlı albüm denebilir… Bugün geriye baktığınızda o albümü nasıl değerlendiriyorsunuz?

It Takes a Nation doğru zamanda ve doğru yerde ortaya çıkmış bir albümdü. O tarihte, rap’in, kaydedilmiş rap müziğinin sekiz yıllık bir geçmişi vardı. Genellikle single olarak yayınlanan rap ilk kez ülke ölçeğinde albüm formunda dinleyiciye ulaşmıştı. Def Jam adlı küçük bir radikal plak şirketi tarafından basıldı, Def Jam plaklarının dağıtımını CBS ve Columbia gibi devler yapıyordu. Bu sayede, sistemin içinden bir gedik bulup sesimizi duyurabilmiştik. Müziğimizin eleştirel ve toplumun sesi olmasını istiyorduk. Müziğimizin halkın içinden –üstünden değil– geldiğini herkesin bilmesini arzuluyorduk.

Rap’çiler statükonun parçası haline geldiler. Kraliçeye başkaldırıp sonra da kraliçe olmak olmaz. Bence kabahat testosteron hormonunda –erkek egemenliği ve patriyarka meselesinde.

Logonuz, bir dürbünlü tüfeğin hedefindeki siyah adamdı. Kendinizi hedef alınmış gibi mi hissediyordunuz? Fişlendiğinizi mi düşünüyordunuz?

Aksini düşünmek için fazla naif olmak lâzım. Cassius Clay’in Muhammed Ali olduğu dönemi hatırlayın. Muhammed Ali’nin maçlarında Malcolm X, Sam Cooke gibi siyah cemaatin önde gelen isimleri boy gösteriyordu. Bu, kurulu düzen için tehditkâr bir görüntüydü. Dolayısıyla, o insanlar düzenin hedefi haline gelmişti. Biz de, 1988-89’da bir patlama yapmıştık, yalnız Public Enemy değil, başta Spike Lee olmak üzere birçok siyah sanatçı öne çıkmıştı ve düzeni tehdit ediyordu. Hedefte olduğumuzu düşünmemiz doğaldı.

Aradan geçen 18 yılda, It Takes a Nationdaki şarkılardan hangileri ayakta kaldı sizce?

“Don’t Believe The Hype” hiç kuşkusuz hâlâ geçerliliğini koruyor. Bence teması ve içeriği bir Noam Chomsky kitabı gibi. Tıpkı Chomsky’nin yazıları gibi, “Don’t Believe The Hype” da medya dezenformasyonunu teşhir ediyor.

Public Enemy tarihinin bir dönüm noktası da grubun “enformasyon bakanı” Professor Griffin Washington Times’a verdiği mülâkattı. Griffin “Yahudilerin büyük çoğunluğu dünyadaki kötülüklerin büyük çoğunluğundan sorumludur” sözleri büyük gürültü koparmıştı. Siz de, önce Griff’e destek vermiş, ama sonra gruptan çıkarılmasını onaylamıştınız. O olayı bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önceden tedbir alıp zırhımızı sağlam tutsaydık o çatlama olmazdı. Washington Times söyleşisinden önce de bir Melody Maker vakası yaşanmış ve o da büyük gürültü koparmıştı. Söyleşi Siyonizm üzerineydi. Düşünün, bir Melody Maker okuru Siyonizm hakkında bir tartışmayla nasıl bir ilişki kurabilir? İsrail-Filistin meselesi, Siyonist rejim, radikal İslâm ve anti-semitizm kaygan bir zemin. Anti-siyonizmle anti-semitizm arasında hassas bir sınır var. Ve o sınırda, o kaygan zeminde tökezlemek herkesin başına gelebilecek bir şey. Ülkelerin bile tökezlediği bir yer orası. Eğer adımına dikkat etmezsen, çukura düşersin. Griff de adımına dikkat etmedi, aklına estiği gibi konuştu. Söyledikleri düşüncelerini birebir yansıtmıyordu. Ama, yanlış ve çirkin bir yola girdi ve geniş kitlelerin kafasını karıştırmakla kalmadı, dini inançlarının Tanrı’nın buyruğu olduğunu düşünen insanları incitti.

Bağlı olduğum felsefe şu: “Kanunları kimin yazdığı beni ilgilendirmez, ben şarkıları yazıyorum.” Sanatsal olarak ifade ettiğimiz şeyler hayatı yansıtıyor ve bizleri insanlığa götürüyor.

Yani o sözleri hiç söylememeliydi mi diyorsunuz?

Ben hep şuna inandım: Asla ve asla kendi sözlerini başkalarının sana karşı silah olarak kullanmasına meydan vermeyeceksin. Griff de, kullandığı ifadelerin maksadını aştığını, akılsızca sözler sarfettiğini çıkıp söyledi. Ama kayıtlara müzik tarihinin dipnotlarından biri olarak geçti o özür. Tıpkı, Lennon’ın “Beatles İsa’dan daha popüler” demesi gibi oldu. Gelgelelim, Lennon’ın o lafından ötürü kimse Beatles’ı suçlamıyor artık. Öte yandan, Public Enemy’nin onca şarkı sözü içinde anti-semitizm kokan tek bir ifade olmamasına rağmen, Griff’in o sözleri ısıtılıp ısıtılıp önümüze getiriliyor. Ama kanıksadım artık, Batı âleminde bu işler böyle.

Bu mesele grup içindeki ilişkileri nasıl etkiledi?

Benim açımdan, generallerimizden biri mayına basmıştı. Yapılacak şey grubu oradan sağ salim çıkarmaktı. Bir yandan da Griff’i yalnız bırakmamak, yarasını sarmak gerekiyordu. Bill ve Hank, Griff’ten uzak durdu, ben arada kaldım. Boktan bir satranç oyunu gibiydi. Tahtaya bakıyorsun ve yapacağın hiçbir hamle olmadığını görüyorsun.

Bill ve Hank’le ilişkimiz o olaydan sonra bir daha hiç eskisi gibi olmadı. Fakat Public Enemy’nin güzel tarafı, trajik bir hikâyesinin olmaması. Aşırı dozdan ölüm ve başka boktan hadiseler gibi trajediler yaşamadık. Bu mesele bir trajediyse eğer, felsefi boyutu olan bir trajedi. Ancak zaman içinde ve bilgi, erdem ve anlayışla aşılabilir.

1991-1994 döneminde, hiphop dinleyicileri hızla artıp çeşitlenirken Public Enemy geri planda kalmaya başlamıştı. Bunu neye bağlıyorsunuz?

O dönemde vaktimin çoğunu çocuklarıma ayırmam gerekiyordu. Küçüktüler ve bana ihtiyaçları vardı. 1990’ların büyük bölümünü babalık yaparak geçirdim. Anneleriyle bozuşmuştuk, ama çocuklarımızı yetiştirmek için sulh yaptık. O dönemde ayrıca bir de üvey evlat yetiştirdim. Ve inanın, hayatımın en güzel dönemi o yıllardı. O bir kere yaşanabilecek bir tecrübeydi ve tadını çıkarmak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Bir yandan turneye çıkacaksın, plak yapacaksın, bir yandan da çocuklarının bütün manevi ihtiyaçlarıyla ilgileneceksin; o mümkün değil. İkisi bir arada yürümez. Onun için müziği ikinci plana atıp babalıkla iştigal ettim.

Eşinizle anlaşmazlığa düşmenizin temel sebebi neydi?

Dini inanç farklılığı. Kurumsallaşmış din söz konusu olduğunda, herkesin kilisesine giderim, ama hiçbir kiliseye üye olmam. Hiçbir dini kurumla, kuruluşla bağım olmadı. İslâm Ümmeti örgütüyle birlikte işler yaptım, ama hiçbir zaman üyeleri olmadım.

1994’te, Muse Sick-n-Hour Mess Age adlı albümle müzik dünyasına döndünüz. O albüm, sizin yokluğunuzda ortaya çıkan müziğin eleştirisiydi temelde. Niye öyle bir tercih yapmıştınız?

Duke Ellington’ın aşağı yukarı şu anlamda bir sözü var: “Hata yapmaktan korkan bir orkestrayla çalışmam.” Eğer hata yapmaktan korkarsanız, gelişme yeteneğinize ket vurursunuz. Bunu hep kılavuz yaptım kendime. İnsanların “Chuck D. ve Public Enemy kafayı sıyırmış” demelerine, niye kafayı sıyırdığımı anladıkları takdirde aldırmam, desinler. Klonlanmış türevler denizine düştüğünüzde siz ne yapardınız? Klasik tercih “şanlı geçmiş”e sığınmaktır. Ben akıntıya karşı yüzdüm.

Türkiye’den Avustralya’ya birçok ülkede binlerce hiphop’çu var. Bu sanatçıların kendilerini ifade edebilmeleri için örgütlenmeleri gerekiyor

Plak şirketiniz Def Jam nasıl karşıladı o albümü? Neticede onların bastığı plakları da eleştiriyordunuz…

Pek hoşlarına gitmedi tabii. Def Jam’le dünya âleme meydan okuyarak yola çıkmıştık. Aynı gemide olduğumuzu düşünüyorduk. Ama ödülleri parlatmaya başladıktan sonra başka bir yola girdiler. Kimsenin safkan hiphop’çu olmasını beklemem, ama Def Jam’in sahipleri, Russell (Simmons) ve Lyor (Cohen) bir zamanlar birlikte karşı koyduğumuz zihniyeti benimsedi. Halbuki amacımız o zihniyeti bertaraf etmekti.

Bugünün rap’çilerinden beğendikleriniz kimler?

Nas, Mos Def ve Talib Kwell… Wu-Tang Clan de müzikal olarak ve bir ölçüde de politik olarak çok önemli işler yaptı. The Roots’ta bir Public Enemy kokusu alıyorum. Çünkü hareket halindeler, birlikte yol yapıyorlar, bir kolektif olarak yaşıyorlar, işi ciddiye alıyorlar, gerektiğinde sözcülük görevini üstleniyorlar. Ayrıca sahnede çok iyiler. Ama Sezar’ın hakkı Sezar’a: Rap’çinin tanımı Jay-Z’dir. Bir numara o.

Jay-Z’nin Public Enemy gibi zaman ötesi olduğunu düşünüyor musunuz?

Jay-Z de zaman ötesi, ama bizden farklı biri. 1950’ler, 60’lar, Amerikan banliyölerinde rock’un doğduğu yıllardı. Dişsiz bir rock’tu o, Jay-Z de öyle bir rap’çi. 1990’ların sokak ruhunu taşıyor, ama onun ötesinde bir yankısı yok. Öte yandan Public Enemy’yi, Clash’i, Bob Marley’i –ki en büyük örnek odur– dinlediğinizde, “bu müzik, bugün de kaydedildiği tarihteki kadar önemli” diyorsunuz. O şarkılar, belli bir dönemdeki mücadelenin, direnişin tarihsel bir belgesi gibidir aynı zamanda. Ama bu, Public Enemy gibi grupların amacıdır, yani iktidara karşı hakikati dile getirmek. Jay-Z gibi sanatçılar ise kendi dönemlerinin “kaçış” zihniyetini temsil ediyor.

Eminem’in siyasallaşmasını, “Mosh” gibi bir anti-Bush şarkı yapmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eminem gibi sanatçıların kaçınılmaz yazgısıdır o. Yaptığın işe, yazdığın sözlere, müziğinin mesajına saygı duyuyorsan, başka nereye gidebilirsin ki? Lise çağını geçmişsen, birinci ve ikinci albümlerinde çok az şey söyleyerek durumu idare edebilirsin. Ama eninde sonunda lise düzeyini aşan şeyler söylemek zorundasındır. Eminem yetenekli bir çocuk, o yeteneği sayesinde rap’in semtine uğramayacak gençleri etkileyebiliyor. Dünyanın birçok yerinde beyaz gençler için bir barometre Eminem. Ona bakarak hiza alıyorlar. Eminem bir bakıma yeni bir hareketin öncüsü oldu.

Yani Eminem, hiphop’ta bir çoğulculuğun sadece beyaz Amerikalıların değil, geniş bir etnik, kültürel yelpazenin kapısını mı açmış oldu?

Hiphop, öyle ya da böyle, gezegenin her tarafına sirayet etmiş durumda. Türkiye’den Avustralya’ya birçok ülkede binlerce hiphop’çu var. Müzik, müzik endüstrisinden daha hızlı hareket etmeye başladı. Bu sanatçıların kendilerini ifade edebilmeleri için örgütlenmeleri gerekiyor, bu örgütlenmenin de büyük şirketlerle ortaklıklar biçiminde olmaması lâzım.

50 Cent gibi rapçilerin medyanın saldırısına maruz kalmasına ne diyorsunuz?

Birçok sanatçı ilgi çekmek için ellerinden ne geliyorsa yapmaları gerektiğine ikna edilmiş durumda. Ve medya elbette en kötü hadiseleri birinci sayfasına taşıyacaktır. Suçla kol kola yürümek bir pazarlama kampanyası haline geldi. Birçok müzisyen bu durumun işe yaradığını, milyonlarca plağın satılmasına yol açtığını görüyor. Rap, mütevazı ortamlardan çıkıp statükoya başkaldıran bir müzik. Fakat, rap’çiler statükonun bir parçası haline geldiler. Kraliçeye başkaldırıp sonra da kraliçe olmak olmaz. Bence kabahat testosteron hormonunda –erkek egemenliği ve patriyarka meselesinde. Fakat şunu da söyleyeyim, 50 Cent’i seviyorum, onda da Public Enemy’den bir şey buluyorum. Cesur bir kere. Ve attığı her adım ileri doğru. Gelgelelim, dili pabuç gibi oluyor bazen.

Hiphop neredeyse 30. yılını dolduruyor. Bu süre içinde size göre hiphop’taki en büyük değişimler nelerdi?

Son 10-12 yıldaki en büyük değişim, büyük şirketlerin müziğin kadir-i mutlakları olarak kabul görmesi oldu. Kültür, üç-beş stratejistin oturduğu yönetim kurulu masasında yaratılıp kitlelere sunuluyorsa, bunun aristokrasiden bir farkı yok. Hiphop artık halkın sokakta yarattığı bir müzik değil. Para için üretiliyor ve bu da o kültürün uzun ömürlü olmasını önlüyor. Müziğin insanların üstünde bir şey olmasına itiraz ediyorum. Bilgi, erdem, anlayış mikrodalgadan çıkmaz. Hep ilerlemek gerekiyor, çünkü su uyur, şer uyumaz.

1990’larda hiphop’ta politikanın yerini silahların ve gösterişli tüketimin almasını neye bağlıyorsunuz? Hiphopun radikalizminin nötralize olmasında siyasi ve ekonomik güç odaklarının rolü var mı sizce?

Bence var. Belli bir metod uygulandı. Hiphop’un başına gelen, 1940’lardaki caz döneminde olanların aynısı. Caz döneminde kıpırdanmaya başlayan siyah toplulukların yaşadıkları yerlerde birdenbire bir eroin patlaması olmuştu. Bu öyle bir hava yaratmıştı ki, caz müzisyenleri iyi çalabilmek için uyuşturuculara ihtiyaç duyduklarına inanmaya başlamıştı.

Kendinizi dünya vatandaşı olarak görmenizin sebebi ne?

Kendimi öncelikle insan ve yetişkin bir birey olarak görüyorum. Sonra da, fiziksel özelliklerimden ötürü adaletsizliklere uğradığım ve kişiliğime ket vurulduğu için, “evet, ben bir siyahım” diyorum. Sonra da yaptığım şeylerle tanımlıyorum kendimi: Şarkı yazarı, müzisyen, eylemci. Benim bağlı olduğum felsefe şu: “Kanunları kimin yazdığı beni ilgilendirmez, ben şarkıları yazıyorum.” Sanatsal olarak ifade ettiğimiz şeyler hayatı yansıtıyor ve bizleri insanlığa götürüyor.

Air America radyosundaki programınızın yanısıra, birçok konuşma yapıyorsunuz, konserler veriyorsunuz. Biraz bu faaliyetlerinizi anlatabilir misiniz?

Benim bütün yaptıklarım içinde yaşadığımız zamanı yansıtan şeyler olmuştur hep. Radyo programım, üniversitelerde ve çeşitli kuramlarda yaptığım konuşmalar, zaman zaman TV’ye çıkışım, şarkı yazmam, bütün bunları mücadelenin bir parçası olarak yapıyorum. Birçok sanatçının mücadelesi şöhret adına. “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” prensibiyle davranıyorlar, en büyük korkuları şöhretlerini kaybetmek. Benim öyle bir korkum yok, hiç olmadı. Benim bir korkum varsa, o da insanlara ulaşmak için yeterli çabayı gösterememek.

Geçmişi değiştirmek mümkün olsaydı, kendi geçmişinizde neleri değiştirmek isterdiniz?

Değiştirmek isteyeceğim pek bir şey yok. Çok az müzisyenin yaptığı bir şeyi yaptım: Müziği ideoloji, siyasal felsefe ve toplumcu söylem düzeyleriyle birlikte icra ettim. Üniversite hocalarının yolumu kesip elimi sıkmaları güzel bir duygu. Daha önemlisi, Judy ve Lorenzo’nun (annem ve babam) “bu çocuk ona miras bıraktığımız değerlerin yaygınlaşmasını sağladı” demeleri. Daha da önemlisi, bir dinleyicinin sokakta yanıma gelip “teşekkür ederim” demesi. Bu, Bob Marley ya da John Lennon gibilerinin mazhar olduğu bir saygı. “Yaşayan efsane” lafından hazzetmem, zaten efsane statüsüne erişmedik henüz. Bunun için en az yirmi yıl lâzım. Yapacak çok işimiz var.

Roll, sayı 105, Mart 2006
Kaynak: Progressive, Mojo

^