İKİNCİ LONDRA SEFERİ SEÇİM ZAFERİ GETİRİR Mİ?

Ümit Akçay
26 Mayıs 2018
SATIRBAŞLARI

Son günlerde “fakir aile ziyaret maratonum” sözleriyle gündemde olan Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, “yatırımcı güveni kazanma” koşusunun ikinci ayağı için yeniden Londra deplasmanında. Bu defa kazanırsa, iktidar 24 Haziran’ı da kazanabilir mi? Diyelim kazandı, bu “fakir aile ziyaret maratonu”nda ve Türkiye siyasetinde ne gibi sonuçlar doğurur? Aksi olursa, kurulacak bir “restorasyon hükümeti” ile gelecek olan “yatırımcı demokrasisi”nin yaratacağı rahatlama ne kadar sürebilir? Her iki halde de masada olan “acı reçete” nelere gebe? Ümit Akçay’a bağlanıyoruz…

 

15 Mayıs 2018, ileride Türkiye’nin politik ekonomi tarihi yazılırken ilginç bir tarih olarak not edilecek. Bunun nedeni, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Londra ziyareti sırasında önce Bloomberg TV’de, ardından da yatırımcılarla yaptığı toplantılarda FSEN (Faiz Sebep, Enflasyon Netice) teorisini dile getirmesi ve seçilmesi halinde para politikasının yönlendirilmesinde daha fazla söz sahibi olacağını açıklamasıdır.

Bunun ardından bir hafta boyunca, TL dünya çapında en çok değer kaybeden paralardan biri oldu. Yılbaşından itibaren yaşanan yüzde 20 değersizleşmenin yüzde 5.2’si tek başına 23 Mayıs’ta yaşandı. TCMB, sadece 20 dakika süren bir olağanüstü toplantı ile fiili politika faizini 3 puan artırdı. Benzer iki hamle 2017 başında (örtülü faiz artımı) ve 2014 Ocak ayında yapılmıştı. 24 Mayıs günü, 3 puanlık faiz artışına rağmen TL’deki değersizleşme eğilimi yeniden hızlanınca TCMB ikinci önlemini alarak piyasaya daha fazla döviz enjekte etti. Bu da yeterli olmayınca reeskont kredileri için kuru sabitledi.

Birinci Londra bozgunu

15 Mayıs’tan itibaren özellikle uluslararası finans basınında sayısız makale çıktı. Bunların ana ekseni, Erdoğan yönetiminin liberal piyasa sisteminin kurallarını zorladığı yönündeydi. En son, IMF’den dahi merkez bankası bağımsızlığı konusunda uyarı geldi. Gerek uluslararası basında gerekse Türkiye’de Erdoğan’ın ileri sürdüğü FSEN teorisinin, Erdoğan’ın siyasal İslâmcı siyasetinin bir yansıması olduğu ve faiz karşıtlığının dinsel kökenlerinin olduğu ileri sürüldü.

Erdoğan’ın “inançlarının” ve faiz teorisinin yaşananların nedeni olduğunu ileri sürmek, ekonomide yaşanan darboğazın ciddiyetinin farkına varmamak anlamına geliyor. Yani mesele bu kadar basit değil, yaşadığımız bir birikim rejimi krizi ve bu faiz artırarak çözülemeyecek. Nasıl 2001 krizinin nedeni “anayasa fırlatma” değilse, şimdiki sorunların nedeni Erdoğan’ın 15 Mayıs’taki Bloomberg röportajı değil.

Bu tip bir analiz, Batı dışı dünyayı, özellikle de Türkiye’yi bilinen kodlarla açıklamaya alışkın Batı medyası için konuyu izleyicisine sunmak bakımından standart bir çerçeve haline geldi. İşin ilginç yanı, Türkiye’de de bu analizin alıcısı oldukça fazla. Şu soruları sormadan edemiyorum: Erdoğan 16 yıldır iktidardaydı da yeni mi siyasal İslâmcı oldu? Ekonomi politikalarını dinsel ilkelere göre düzenlemeye 15 Mayıs konuşması sırasında mı karar verdi? Ya da uluslararası basın bu sözleri ilk kez mi duyuyordu da tepki bu kadar yüksek oldu?

 

15 Mayıs dönüm noktası mıydı?

Bu kolaycı açıklamalardaki tek sorun, siyasi analizin, yeterli ekonomi bilgisiyle desteklenmediği için oldukça yüzeysel kalması değil. Aynı zamanda metodolojik sorunlar da var. Örneğin herhangi bir olayı (15 Mayıs sonrası TL’nin sert düşüşü) açıklarken tetikleyici olaylar (Erdoğan’ın Londra ziyareti) ile yapısal süreçler (birikim rejimi krizi) birbirine karıştırılıyor. Sonuçta, ne açıklanmak istenen olayın önemi yeterince ortaya çıkıyor, ne aktörlerin motivasyonları yeterince açıklanabiliyor, ne de o olayın daha yapısal süreçle bağlantısı kurulabiliyor.

Kısacası, Erdoğan’ın “inançlarının” ve faiz teorisinin yaşananların nedeni olduğunu ileri sürmek, ekonomide yaşanan darboğazın ciddiyetinin farkına varmamak anlamına geliyor. Yani mesele bu kadar basit değil, yaşadığımız bir birikim rejimi krizi ve bu faiz artırarak çözülemeyecek. Nasıl 2001 krizinin nedeni “anayasa fırlatma” değilse, şimdiki sorunların nedeni Erdoğan’ın 15 Mayıs’taki Bloomberg röportajı değil. Bu anlamda gerek uluslararası basının, gerekse Türkiye’deki liberal muhalif koronun “anlamıyoruz, nasıl oluyor bunlar” temalı yakınmaları, sadece kendi analizlerinin sınırlarını gösteriyor.

Türkiye’nin 2001 krizinden sonra uygulayageldiği birikim modeli tıkanmıştır. Küresel finans sistemi için gündemde olan, bu tıkanıklığı aşacak ve birikim modelinin söküklerini dikerek yeniden onaracak bir aktörün bulunmasıdır. Zaten Erdoğan, tam da bunu hissettiği için “küresel yönetişime bağlıyız” şeklinde bir açıklama yapmak zorunda kalmıştır.

Uluslararası pazarlık

Bu yazının konusu, içinden geçmekte olduğumuz çok yönlü rejim krizinin analizi değil. O nedenle bu parantezden sonra başa dönelim: Bir hafta süren bocalamadan sonra Erdoğan yönetimi faiz artırmak zorunda kaldı. Ancak faiz artışının yeterli olmadığını, Mehmet Şimşek’in ve TCMB başkanı Murat Çetinkaya’nın önümüzdeki hafta Londra’ya yatırımcılarla görüşmek üzere yeniden gideceği haberinden anlıyoruz. AKP’nin seçim beyannamesinin açıklanmasından bir gece önce olağanüstü toplantı ile yapılan faiz artırımdan sonra, Erdoğan’ın şu mesajı kritikti:

“Bugün olduğu gibi yeni yönetim sisteminde de para politikalarında küresel yönetişim ilkelerine bağlı kalmayı sürdüreceğiz, ama küresel yönetişim biçimlerinin de ülkemizi bitirmesine müsaade etmeyeceğiz. Özellikle mali disiplinin süreceğinden ve finansal istikrarın gereğinin yapılacağından kimsenin şüphesi olmasın.”

Burada cümlelerin satır aralarına bakıldığında, yaşananın açıkça bir pazarlık olduğu anlaşılıyor. Cümlenin “ama” kelimesinden sonraki “ülkemizi bitirme” vurgusunu, “AKP iktidarını bitirme” olarak okuduğumuzda ise, satır aralarındaki pazarlık daha açık hale geliyor. Yani Erdoğan yönetiminin mesajı şu: Beni desteklemeye devam ederseniz sizin kurallarınıza uymaya devam ederim. Bu mesajın hemen ardından Şimşek “yatırımcı güveni kazanmanın tam vakti” manşetini vermek için hızlıca açıklamalarda bulundu.

İkinci Londra Seferi

Ancak Birinci Londra Bozgunu’ndan sonra düzenlenecek olan İkinci Londra Seferi’nin 24 Haziran’a kadar dahi bir rahatlama sağlamaya yeteceği şüpheli. Örneğin, Financial Times’ın başyazarı Martin Wolf’un, Türkiye’deki son dönemdeki gelişmeleri aktardığı videosu ile desteklenmiş 25 Mayıs tarihli bir yazıda ekonominin kırılganlıkları yeniden özetlenmiş.

Ancak videodaki ikinci soruyu yanıtlarken Wolf’un söylediği daha önemli bir şey var: Erdoğan 24 Haziran’da kazansa dahi, sonrasında piyasaların güvenini sağlayabileceği şüpheli. Bunun anlamı şu: Türkiye’nin 2001 krizinden sonra uygulayageldiği birikim modeli tıkanmıştır. Küresel finans sistemi için gündemde olan, bu tıkanıklığı aşacak ve birikim modelinin söküklerini dikerek yeniden onaracak bir aktörün bulunmasıdır.

Zaten Erdoğan, tam da bunu hissettiği için “küresel yönetişime bağlıyız” şeklinde bir açıklama yapmak zorunda kalmıştır.

Bu noktada, seçimlere bir aydan az bir süre kalmışken ana muhalefet partisinin tavrı daha kritik hale geliyor. CHP liderliğinin Abdullah Gül’ün adaylığını dahi kabullendiğini düşünürsek, uluslararası sermaye tarafından desteklenen bir restorasyon hükümeti rolünü üstlenmeye meyletmesini beklemek çok şaşırtıcı olmayacaktır. Hatta, böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda “yatırımcı demokrasisi” tesis edileceği için kısa süreli bir rahatlama yaşanması da sürpriz olmamalı.

Seçimleri kimin kazanacağından bağımsız olarak görünen o ki, Türkiye siyasetini 1990’lı yıllara benzetecek olan “yapısal uyum açmazı” yeniden gündeme gelebilir. İktidara gelebilmek için geniş toplum kesimlerine refah vaat edip hükümete gelince “acı reçete” içiren partilerin sürekli iktidardan düşmelerini ifade eden “yapısal uyum açmazı”, önümüzdeki dönemde yeniden istikrarsızlık yaratan bir dinamik olarak işleyebilir.

Sağda çıkmaz sokak var!

Ancak bu kısa süreli rahatlama, “acı reçeteyi” uygulama zorunluluğu ile karşılaşılınca hızla ortadan kalkacaktır. Seçimleri kimin kazanacağından bağımsız olarak görünen o ki, Türkiye siyasetini 1990’lı yıllara benzetecek olan “yapısal uyum açmazı” yeniden gündeme gelebilir. Bir başka ifadeyle, iktidara gelebilmek için geniş toplum kesimlerine refah vaat edip hükümete gelince “acı reçete” içiren partilerin sürekli iktidardan düşmelerini ifade eden “yapısal uyum açmazı”, önümüzdeki dönemde yeniden istikrarsızlık yaratan bir dinamik olarak işleyebilir.

Avrupa’da 2008 krizi sonrası siyasi partilerin oy oranlarına bakıldığında, bu açmazdan çıkabilen tek partinin Büyük Britanya’da, Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi olduğunu görüyoruz. Buradan çıkan mesaj açık: Direksiyonu sağa bükünce gidilen yol çıkmaz bir sokak, sola bükünce en azından farklı olasılıklara kapı aralanabilir.

^