Afrikalı, Kefalonyalı, İstanbulluydu. Şaman, İsevi, Bektaşiydi. Müzisyen, estet, filozoftu. Rockçı, rebet, Bizans-Osmanlı klasikçisi, Alevi-Bektaşi deyişçisiydi. Bob Dylan’ın “I Contain Multitudes”u misali, çokluktu, ahehkli bir çokluk. Kâh gökyüzüne çıkar kâh yeryüzüne inerdi. Beş yıl önce bugün, 21 Kasım’da aramızdan ayrıldı, ardında sayısız eser bırakarak. Express’in 141. sayısındaki sözleri, Roll’un 53. sayısındaki yazısıyla saygı duruşu…
Nikiforos Metaxas: Neden geldim İstanbul’a? Kanun çalmayı öğrenmek için geldim. Geliş o geliş… ‘80’lerin başıydı. Hastaydım, bronşitim azmıştı, şarkı söyleyemiyordum. Bir arkadaş da askere giderken İstanbul’dan aldığı kanunu bana bırakmıştı. Evde öyle kanunla oynamaya başladım. Alet çok hoşuma gitti. Sonra bir kanun hocası aramaya başladım, ama bulamadım, kanun ustası kalmamıştı. “Son kanuni” sayılan Stefanidis’in bir plağını aldım. Stefanidis, bir Anadolu Rumu, Karamanlı. 1935’e kadar Türkiye’de yaşamış, 1935’ten sonra Atina’ya göç etmiş. Stefanidis’in göçünün hikâyesi çok ilginç. 1920’lerdeki mübadele zamanında, Konya valisi gitmesine izin vermemiş, çok değerli bir kanun üstadı olduğu için. Demek o zamanın Konya valisi müzikten anlıyormuş. Herhalde 1935’te başka bir vali geldi ki, Stefanidis izin alabilmiş. Ancak o zaman Yunanistan’a gidebilmiş.
Karamanlılar kimilerine göre, Ortodoksluğu benimsemiş bir Türk boyu… Kimilerine göre de, anadillerini unutmuş bir Yunan boyu… Rum Ortodoks kilisesine bağlılar, ama Rumca bilmiyorlar, Türkçe konuşuyorlar. Ama, Türkçeyi Grek alfabesiyle yazıyorlar. Mesela, Stefanidis’in karısı da Karamanlıydı ve tek kelime Rumca bilmezdi. Ama Stefanidis bilirdi, Türkçeyi de, Rumcayı da konuşurdu. Atina’da, “Yeni İyonya” bölgesinde iki dili birden konuşan 300 bin kişi yaşıyor. Zaten Stefanidis de Atina’ya geldiğinde Yeni İyonya’ya yerleşmişti.
Yeni İyonya, yoksul bir yer. Özellikle de “muhacır mahallesi” çok yoksul. Anadolu Rumlarının mahallesi. Orası rebetiko’nun yurdu. Stefanidis de muhacir mahallesinde oturuyordu ve rebetiko gruplarıyla çalıyordu. Maalesef bir tane plağı var. O da ölümünden sonra eski kayıtlardan derlenerek yapılmış bir kayıt. Benim şöyle bir şansım da oldu, Stefanidis’in evinde Türk müziği besteleyen Rum bestecilerin partisyonlarını buldum. Çok şaşırdım, Türk müziği besteleyen Rum bestecilerle ilk kez karşılaşıyordum.
Müzik, Yunan kimliğinin en önemli parçasıdır. Hatta Yunan kimliğinin ta kendisidir. Kimlik derken “ulusal kimlik” gibi bir şey kastetmiyorum. Kastettiğim, içsel bir güç. Yoksulluğa, sefalete, baskıya, zulme direnme gücünü veren içsel bir şey.
Nikolaki, Vassilaki ve niceleri
Kanun Yunanistan’da yok olmaya yüz tutmuş bir enstrümandı. Bir kültür merkezi –Delfi Kültür Merkezi– bana burs verdi, kanunu ve klasik Türk müziğini İstanbul’daki ustalardan öğrenip Yunanistan’da öğretmem için… Yıl 1985’ti, başlangıçta aklımda sadece kanun ve ney vardı. Fakat sonra atmosfere âşık oldum. O gündür bugündür İstanbul’dayım.
Daha önce Selanik’te klasik Yunan müziği eğitimi görüyordum, bir yandan da profesyonel müzisyenlik yapıyordum. O burs sayesinde gelebildim İstanbul’a. Fakat bursun süresi bir yıldı, Delfi Kültür Merkezi’nin de maddi şartları bursu uzatmaya müsait değildi. Sözün kısası, parasız kaldım. Ve Stefanidis’in arşivinden yararlanarak bir albüm hazırladım: Greek Composers of Istanbul. Dimitri Kantemir, Zaharia, Petraki, Nikolaki, Andon gibi isimlerin bestelerinden oluşan bir albümdü. Ve bir gecede meşhur olduk. Atina’nın en büyük salonlarında peşpeşe konserler verdik, büyük rağbet gördük, salonlar tıklım tıklımdı. Hayal bile edemeyeceğimiz bir şöhrete kavuştuk. Yunanistan’ın en ünlü müzikoloğu albümü şöyle yorumlamıştı: “Bomba!..” Bu, Davos’tan önceydi. Yani, “Davos ruhu” daha ortada yoktu, İstanbul’un Rum Bestecileri’ni yaptığımızda.
Bizans’ın peşinde
İstanbul’da köklerimi buldum. Benim ailem İstanbul kökenliydi. Ben İstanbul efsanesiyle büyüdüm. Evde hep İstanbul anlatılırdı.
1453’ten bir yıl önce İstanbul’dan göç etmiş ailem. Şehrin eninde sonunda Osmanlılar tarafından fethedileceği belliydi. Zaten Bizans İmparatorluğu diye bir şey kalmamıştı. Sadece İstanbul kalmıştı, onun da düşeceği açıktı. Atalarım İstanbul’u terkedip önce Girit’e gitmişler, sonra da Kefalonya’ya geçip oraya yerleşmişler. Ama, İstanbul’u bir türlü unutamamışlar.
İstanbul öyküleri kuşaktan kuşağa anlatılıyordu. İstanbul bir efsane, bir masal şehirdi. “Şehir” orasıydı, “uygarlık” orasıydı, “ailemizin kökü” oradaydı. Kefalonya’da yaşamalarına rağmen, kendilerini oraya değil, İstanbul’a ait hissediyorlardı. Her kuşak mutlaka birkaç sefer İstanbul’u ziyaret ediyordu. Başka dinler ve mezhepler için Kudüs neyse, Rum Ortodoksları için de İstanbul öyle bir yer. Ayrıca, benim sülâlem Bizans müziğiyle, kilise müziğiyle içli dışlıydı. Kilise korosunda şarkı söylüyorlar, enstrüman çalıyorlar, Bizans müziği geleneğini Kefalonya’da sürdürebilmeleri için İstanbul’a gelip, Bizans müziğini detaylarıyla öğrenip Kefalonya’ya dönüyorlar ve icralarıyla geleneği yaşatıyorlar.
Müzik, Yunan kültürü içinde hep canlandırıcı bir güç olmuştur. Şiir de tabii, Seferis, Elitis gibi isimler sayesinde. Müzik, Yunan kimliğinin en önemli parçasıdır. Hatta Yunan kimliğinin ta kendisidir. Kimlik derken “ulusal kimlik” gibi bir şey kastetmiyorum. Kastettiğim, içsel bir güç. Yoksulluğa, sefalete, baskıya, zulme direnme gücünü veren içsel bir şey. ‘60’ların başında çok güzel bir post-rebetiko dönemi yaşanıyordu. Öyle rebet şarkılar vardı ki, demir parmaklıkları kırıp özgürlüğe kavuşma duygusu veriyordu. Yoksulluğa direnme gücü veriyor, hatta yoksulluğu bir asalet haline getiriyorlardı. Aynı zamanda çok enerjik, mücadeleci bir rebet tarzıydı. Fakat sonra, özellikle cunta döneminden itibaren, dış krediler sayesinde bollaşan parayla birlikte bir müteahhit kültürü çıktı ortaya. Her taraf inşaattı. Büyük bir rant kavgası başladı. Liman kentleri gazino, gazino, gazino… Amerikalı bahriyeliler için bar, bar, bar… Her yanda ucuz arabesk… Fakat buradaki gibi bir arabesk değil. Bayağı.
Afrika’dan Kefalonya’ya dönüş
Annem ve babam Afrika’ya yerleşmişlerdi, orada vefat ettiler. II. Dünya Savaşı sonrasında patlak veren Yunan İçsavaşı sırasında Kongo’ya göç ettiler. Yalta Konferansı’ndan sonra patlayan içsavaşta kararsız kaldılar. Bir yanda Nazilere direnişin bayraktarlığını yapan komünistler… Diğer yanda Nazilere boyun eğen, Naziler kovulduktan sonraysa kendilerini memleketin sahibi ilan eden kralcılar… Yunanistan ikiye bölünmüştü. Ama, birçok insan ne komünistti ne de kralcı. Ne var ki, bir içsavaş yaşanıyordu, şiddetli çatışmalar, ölümler, kıyımlar, kan gövdeyi götürüyordu. Ailem Kefalonya’yı ve ülkeyi terketmekte buldu çareyi. Önce Rodezya’ya gittiler. Annemin dedesi vaktiyle Rodezya’ya gitmişti, “King Solomon”un altınlarını bulmaya… Ve oraya yerleşmişti. Dolayısıyla orada birtakım ilişkiler mevcuttu. Ancak, Rodezya’da babama –babam diş hekimiydi– çalışma izni vermediler, komünist diye… Halbuki komünist değildi. Rodezya olmayınca, Kongo’ya yerleştiler, 1946’da. Ben o sırada iki yaşındaydım. İki yaşımdan 21 yaşıma kadar Afrika’da yaşadım. Gazetecilik tahsili yaptım. Mobutu’yu, Numumba’yı gördüm, sömürgecilikten kurtuluş savaşlarına tanık oldum. Hatta o savaşlarda savaş muhabirliği yaptım.
Bir rock’n’roll grubu kurmuştuk, bir “garaj band”. Barlarda, kulüplerde rock’n’roll, blues çalıyorduk. Renkliler dinlerdi bizi. Mulatto’lar yani, beyaz babadan ve siyah anadan olan Mulatto’lar. Kulüplerde müzisyenler siyahtı, ama siyahlar oralara müşteri olarak giremezdi.
Kongo’da bir Rum cemaati vardı. Aslında Kongo’daki beyaz cemaat, daha doğrusu “Belçikalı olmayan beyazlar” Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının kalıntılarıydı. Yahudiler, Lübnanlılar, Ermeniler… Yahudilerin büyük çoğunluğu Selanik ve İzmirliydi, bir kısmı da Rodosluydu. İsrailli olanlar çok çok azdı. Kuzey Afrikalı Yahudiler de vardı. Ve tabii ki Rumlar… Ticaret erbabıydılar. Diğer “Belçikalı olmayan beyazlar”la birlikte tüccar sınıfını oluşturuyorlardı. Belçikalılar birinci sınıf beyaz, Belçikalı olmayan beyazlar –çoğunluğu Bizans ve Osmanlı kalıntısı olanlar– ise ikinci sınıf beyazdı. Fakat kendi açılarından “birinci sınıf”tılar, çünkü onlara göre Belçikalılar kaba saba, sosis yiyip bira içen “yontulmamış” insanlardı. Kendileri ise “imparatorluk varisleri”ydiler, “incelmiş” bir kültürün insanlarıydılar.
Babam bir daha Yunanistan’ı görmek istemedi. Ama beni gönderdiler, Kefalonya’ya değil ama, Atina’ya. 1950’de, altı yaşımdayken, bir de 1954’te, on yaşımdayken… 1965’te, 21 yaşımdayken Kefalonya’ya gittim. Yunanistan vatandaşı olduğum için askerlik yapmam gerekiyordu, nüfus kaydım lâzımdı, onu almak için gittim. Eğer öyle bir mecburiyet olmasaydı, kim bilir ne zaman giderdim…
Onca yıldan sonra oraya gidince kendimi vatanımda hissettim. Hep “kimlerdensin” sorusuyla karşılaşıyordum. Ve bir çırpıda soyağacımı çıkarıyorlardı. Benim soyum sopum hakkında benden daha fazla şey biliyorlardı. Kendimi çok “yabancı” hissettim. Adada bir “klan” zihniyeti hüküm sürüyordu. Bense “modern” bir Yunanlıydım. Bir de oraya bir kız arkadaşımla gitmiştim, bir Fransız kadınla… Evli değildik. Bu da tabii ayrı bir sorundu, çünkü insanlar çok muhafazakârdı.
Rock’n’roll günleri
Rock’n’roll’a okul yıllarında başlamıştım. Bir rock’n’roll grubu kurmuştuk, bir “garaj band”. Barlarda, kulüplerde rock’n’roll, blues çalıyorduk, ama asıl popüler olan rock’n’roll’du. Blues ve caz daha entelektüel şeylerdi. Chuck Berry ise neşeli, hareketliydi, Afrika müziği ile beyaz müziğinin arasında bir şeydi. Ve galiba da o yüzden çok popülerdi. Fakat giderek blues’a kaydım, rock’n’roll’dan çok blues çalmaya başladım. Renkliler dinlerdi bizi. Mulatto’lar yani, beyaz babadan ve siyah anadan olan Mulatto’lar. Tersi, yani siyah baba-beyaz ana, o zamanlar mümkün değildi. Bir beyaz, canı isterse bir siyah kadın alabiliyordu, hatta bir sürü siyah kadının sahibi olabiliyordu, ama beyaz bir kadının bir siyahla birlikte olması, bir siyahtan çocuk yapması düşünülemezdi. Kulüplerde müzisyenler siyahtı, ama siyahlar oralara müşteri olarak giremezdi.
O günlerde modern Yunanistan, Almanya gibi olmaya can atan bir ülkeydi. Fakat o zahmetli bir şeydi ve zahmet, Yunan mizacına uymayan bir şey. Sonuçta modern Yunanistan, kurtuluşunu Avrupa Birliği’nde gördü. ABD’den kopmak fena fikir değildi. Başka çare de yoktu. Akdeniz’in sorunu da bu zaten: Çaresizliğe mahkûm edilmiş olmak. Avrupa kolay bir çözümdü. Başka her türlü çözüm zahmetli olacaktı. Bu da, dediğim gibi, Yunan mizacına uygun değildi. Cunta zamanında, Yunanistan’ın Libya gibi olmasını isteyen albaylar vardı. Gönüllerinde yatan, Kaddafi-Libya modeli bir Yunanistan’dı.
6. Filo zamanında, Yunanistan’ın liman şehirleri Saygon’a benzemişti. Saygon Sally!.. Her türlü kepazelik kol geziyordu. Randevuevleri, fahişeler, batakhaneler, uyuşturucu satıcıları… Ablamın evi limana yakındı ve bu ortamda çocuk yetiştiriyordu. Yunanlılar eğlenceyi sever, müziği, dansı, içkiyi… Uyuşturucu da kullanılır, ama başka bir biçimde. Afrika’da mesela, uyuşturucu yasal olmasa da meşru bir şeydir, ama başka bir biçimde, başka bir anlayışla, başka bir ritmde kullanılır.
6. Filo’nun bir kötülüğü de, Yunan müziği namına kalan ne varsa yok etmesiydi. Ben de elimde 12 telli gitar, barlarda, kulüplerde blues çalıp söylüyordum. Hem de İngilizce!… Yunanistan’da İngilizce blues söylüyordum. Carl Washington adında siyahi bir Amerikalıyla beraber çalıp söylüyorduk. O lead gitardı, ben 12 telliyi çalıyordum. O sıralarda Atina’da beatnik fırtınası esiyordu, Ferlinghetti ve diğer beat’ler… Saçlarımız uzundu –sonra cunta geldi, yol ortasında uzun saçlıları traş etti! Carl’la üniversitelerde, kulüplerde, barlarda çalıyorduk.
‘68 patladığında Paris’teydim. O günlerden kalan en tatlı hatıra, “Sous les pavés la plage” sloganıyla kaldırım taşlarını sökmemizdi. O slogana hâlâ inanıyorum: “Taşların altında kumsal var!” Mao, Lin Piao filan beni ürkütüyordu, ama “taşların altında kumsal var” coşturuyordu. Hâlâ da coşturuyor.
“Hâlâ ‘68’deyim”
Carl çok iyi bir gitaristti, çok da iyi bir insandı ama, cankiydi maalesef. Beni komplekse sokan ilk insan odur. Her gece işten sonra “Eski Atina” denilen bölgedeki bir tavernaya, bir Girit tavernasına gidiyordu. Bir gün beraber gittik. “Bak” dedi, “hayat bu, biz çürüyoruz, bu insanlar yaşıyor”. O Girit tavernasında insanlar, kemençeli Girit şarkılarına eşlik ediyorlar, oynuyorlar, gülüp şakalaşıyorlar, muhabbetle eğleniyorlardı. İşte o siyahi Amerikalı bana köklerimi gösterdi. O an benim için bir dönüm noktası oldu. Blues’dan ve 12 telli gitardan koptum. Paris’e gittim, üniversitede okumaya. ‘68 patladığında oradaydım.
Ben hâlâ ‘68’deyim. Bazı arkadaşlar vazgeçtiler, bazıları vazgeçmediler. Ben ikincilerdenim. İnanç meselesi. Daha doğrusu, o zamanlar inançtı, şimdiki ise gönül meselesi. Şimdi kendini adıyorsun, bütün hayatını vakfediyorsun. Buna mecbursun. O zamanlar, meselenin etrafından dolaşabilirdin, kıyısında köşesinde yer alabilirdin. Sağa sola gidebilirdin –Hawai’ye tatile mesela–, vakit boldu. Ve zaten birileri gerekenleri yapıyordu. Ama şimdi vakit daralıyor, yaşlanıyoruz. Dünyayı değiştirmek istiyorduk, değiştirecektik, buna inanıyorduk. Şimdi de dünyayı değiştirmek istiyoruz, ama şimdi kendimizi adamak, hayatımızı vakfetmek zorundayız… O günlerden kalan en tatlı hatıra, “Sous les pavés la plage” sloganıyla kaldırım taşlarını sökmemizdi. O slogana hâlâ inanıyorum: “Taşların altında kumsal var!” Mao, Lin Piao filan beni ürkütüyordu, ama “taşların altında kumsal var” coşturuyordu. Hâlâ da coşturuyor.
Maddeyle yeni bir ilişki
Deniz, “yeşil-mavi”den “mavi-mavi”ye dönüyor Korfu-Brindisi arasında. Korfu-Brindisi arasında çok gidip geldim. Bir noktaya kadar cam yeşili, Marmara gibi cam yeşili, sonra bir anda cam mavisine dönüşüyor. Gerçek maviye… İnsanı kendine çeken bir mavi. Atlamak istiyor insan o maviye…
Marmara’nın mavisi ise, genellikle mavi değil, cam yeşili. Bazen mavi. Marmara çok değişken, renkten renge giriyor. Penceremden seyrediyorum her gün. Ege’nin mavisi mutlak mavidir. Marmara’nınki ise sürekli değişen bir mavi: mavi, yeşil, açık mavi, açık yeşil, koyu yeşil, lacivert, hatta bazen siyah. Marmara esrarengiz bir deniz. Beklentiler, umutlar denizi… Sadece kendi hayatıma ilişkin değil, insanlığa dair umutlar… Maddeyle yeni bir ilişki, maddeye dair yeni bir duygu… Bunun Orta Asya-Anadolu-Afrika hattında oluşabileceğini düşünüyorum. Çünkü o coğrafyalarda maddeyle başka bir ilişkinin, maddeye dair başka bir duygunun kökleri var. Önümüzdeki yüzyılda insanlığın maddeyle yeni bir ilişki kurmasını, maddeye dair yeni bir duygu edinmesini umuyorum.
Bence 21. yüzyıl kadınların yüzyılı olacak. Yeni bir bilinç gerekiyor insanlığa, umudum bu. Yoksa bu gidişle insanlık insanlıktan iyice çıkacak. Bilimkurgu filmlerinde seyrettiklerimiz birer birer gerçekleşecek. Ama yine de umudum var. Çünkü her şey çok hızlı gidiyor. Mesela, bundan 12 sene önce, Türkiye’ye yeni geldiğimde yanımda uyduruk bir fotoğraf makinesi vardı. Bir neyzen arkadaşım o makineye hayran kalmıştı. Şimdi aynı adam cebinde cep telefonuyla geziyor. Her şey ne kadar hızlı değişiyor. Bir yerde bir kopma, bir sıçrama olacak ve maddeyle yeni bir ilişki kurulacak, maddeye dair yeni bir duygu doğacak. Böyle umuyorum, umudum bu.
Aşık Daimi ve Promete
İnsanın önünde iki yol var: Felsefi ve mitolojik ya da şiirsel yol… İlahiyat, felsefi yolu izler, mitolojiyi dışlar. Hıristiyan teolojisi, neo-platonist felsefeye bağlıdır. Bilindiği gibi, Platon şiire yüz vermez, hatta şairleri “devlet”inden kovar. Hıristiyan teolojisi, İncil’i felsefi bir gözle, neo-platonist felsefenin bakış açısıyla okur. Ve İncil’in mitolojik bir metin olduğunu gözardı eder. Bence, sadece ve sadece mitolojik, şiirsel yol insanı aşkınlığa götürür. Çünkü mitoloji, şiir, esin demektir. Esin olmazsa insan bir yere varamaz. Tıpkı müzikte olduğu gibi. Esini olmayan müzik, müzik olamaz.
21. yüzyıl kadınların yüzyılı olacak. Yeni bir bilinç gerekiyor insanlığa. Yoksa bu gidişle bilimkurgu filmlerinde seyrettiklerimiz birer birer gerçekleşecek. Ama yine de umudum var. Bir yerde bir kopma, bir sıçrama olacak ve maddeyle yeni bir ilişki kurulacak, maddeye dair yeni bir duygu doğacak. Umudum bu.
Kâinatın hiçbir anlamı olmaz, eğer insan haysiyet ve özgürlük yolunu seçmezse. İnsan seçim yapan bir varlık. Önünde iki seçenek var. Ya bir “mahlûk” olmayı seçecek ya da haysiyet ve özgürlüğü. Eğer haysiyetli ve özgür bir varoluşu seçmezse insanoğlu, o zaman kâinatın hiçbir anlamı kalmaz. İnsan dışındaki varlıkları küçümsediğim, aşağıladığım gibi bir anlam çıkarmayın bu söylediklerimden. Ama, insan dışındaki varlıklar başka bir zorunluluk içinde varoluyor. Onların seçme şansı yok.
Aşık Daimi’de bir Afrikalı sadeliği var. Bir Afrikalının dolaysız, doğrudan yaklaşımına sahip. Bir yandan da, bir Anadolulunun kahramanlığı, mücadeleci tavrı var. Ayrıca, bir Anadolulunun sadeliği ve haysiyeti… Sonunda harap düşüyor, biliyorsunuz. (gülüyor) Daimi’nin Dionisyak tarafı da var, aşk ve şarap… Daimi’de her şey var. Bütünlüklü bir insan…
Promete Zeus’a, fırtına tanrısına sorar:”İnsanlık durumu nedir? Neyim ben? Kutsal mıyım? Evrendeki yerim ne? Kardeşimle hep savaşmak zorunda mıyım?” Zeus onu cezalandırır. Bir kayaya zincirler, ciğerini kartala gagalatır. Aşık Daimi ne diyor? “Bana eğilsin melekler.” Daimi büyük şair. Şer güçler bu gücü anlayamaz. Daimi, Promete’dir. Herkese meydan okur, Zeus’a, bütün tanrılara. “Ben insanım” der, “ben kutsalım; kardeşimi öldürmek istemiyorum”. Ne papazların, ne ordunun, ne de başka bir şeyin üzerimizde baskı kurmasını kabullenebiliriz. Bu bizim en temel, en vazgeçilmez hakkımızdır. Daimi’nin dediği gibi: “Madem ki ben bir insanım, bana eğilsin melekler…” Şimdi bizlerin önündeki tarihi sorumluluk şu: Çocuklarımıza, torunlarımıza nasıl bir miras bırakacağız? Zihinlerdeki karanlığı nasıl aydınlığa kavuşturabiliriz?
Mont Athos (Aynaros), Selanik yakınlarında çok ünlü bir ruhani merkez. Onlarca manastır var. Bizans müziğini ve dilini etüd etmek için Mont Athos’ta bir manastırda bir buçuk yıl yaşadım. Gülün Adı romanında gibiydim. O insanlar her şeyleriyle Ortaçağ’da yaşıyorlardı. 15. yüzyılda… Elektrik yok, kalorifer yok, o yok, bu yok. Tam bir Ortaçağ atmosferi. Konuştukları dil de Fatih dönemi Rumcasıydı. Yıl 1980… Orada bulunduğum süre içinde epey düşünme imkânı buldum.
Ve yaptığım araştırmalar, incelemeler esnasında Anadolu dervişleriyle karşılaştım. Zaten Türk müziğini derviş geleneğinden ayrı tutmak mümkün değil. Tasavvuf felsefesi, Klasik Türk müziğinin ayrılmaz bir parçası. Tasavvufta samimi bir arayış var. Kâinata, dünyaya, insana dair bir arayış… Derin anlamlarla yüklü… Aynı arayış, Uzakdoğu felsefelerinin yanısıra, Batı’nın romantiklerinde de –Goethe’de mesela– var. Ve bir de simya geleneğinde. Aşık şiiri, simyanın bütün esrarlarını önünüze seriyor. “Ben simyagerim” demeden. Sadelik ve tevazu içinde.
Sadelik nedir?
Afrika’da sömürgeciliğin baş aktörlerinden olan misyonerlerin Hıristiyanlığı ile Pavlikanların Hıristiyanlığı aynı şey değil. Pavlikanlar 9. yüzyılda Anadolu’da “komünal” bir biçimde yaşayan, bu nedenle iktidarla başı belaya girip sürgün edilen bir Hıristiyan topluluk… Zaten bence iktidarın, devletin herhangi bir esini, ilhamı olamaz. Onlar tabandaki esini alırlar, manipüle ederler, kendi düzenlerine uygun hale getirirler. Bu çok eski bir hikâye. Yüzyıllarca hep böyle oldu. Onlara kalsa domatesleri kare biçiminde üretmek isterler, sandıklara daha iyi yerleşsin diye.
Öte yandan, tepeden, yukarıdan gelen baskıya alttakiler, tabandakiler kendi esin kaynaklarıyla direnirler, karşı koyarlar. Ben, “Klasik Türk müziği ile ilgileniyorum” dediğim zaman âşık arkadaşlar suratıma “sen de onlardan mısın” der gibi bakıyor. Ama, benim klasik Türk müziğine, Osmanlı İmparatorluğu müziğine bakışım farklı. Bir defa enstrümanlar çok güzel. Kemençe, kanun… Sultanlar çoktan bitti, gitti. Fakat müzisyenler yaşıyor. Bizim grubumuz Bosphorus, müzisyenleri vurguluyor, müzisyenin kişiliğini…
Kemençeyi bu müziğe sokan bir Rum Çingenesidir: Vassilaki… Silivrili bir Çingenedir ve Tamburi Cemil Bey’in hocasıdır. Biz daha çok III. Selim öncesinden besteler icra ediyoruz. III. Selim’den sonra II. Mahmut ve Tanzimat döneminden itibaren, Klasik Türk Müziği’nin sound’u bence bozuluyor. Gösterişli, yapay bir duyarlılık hâkim. Fazla rafine, öyle rafine ki özü kalmıyor. Yüzeydeki parlaklığa karşılık hiç derinlik yok.
Sadelik dediğimiz şey çok derin bir felsefenin ürünü. Nesimi’nin mesela, mükemmel bir sadeliği var. Çok güzel bir stile sahip. Aynı sadelik rebetikoda da var. Rebetler de aşık gibi: Esinleri çeşitli vasıtalardan, dolayımlardan değil, dolaysız, doğrudan. Eğitim sistemine, bütün “kültürel yapı”lara ihtiyaç duymayan bir esin. Aynı şey Afrikalı müzisyenlerde de var. Aşık Veysel de öyle. Veysel, Ruhi Su, Ali Ekber Çiçek… Ali Ekber Çiçek, 12 telli gitarla çalınan blues’a çok yakın.
Çengelköy’de oturuyordum, Nesimi de Çubuklu’da, bir gecekonduda. Ne zaman canım sıkılsa, keyfim kaçsa, melankoliye kapılsam, elime bir şişe rakı alıp Nesimi’ye giderdim. Yer, içer, konuşur, çalıp söylerdik… Nesimi su gibi azizdi. Su gibi berrak, su gibi sade… Sözüyle, sazıyla kuyudan su içer gibiydi. Çocuksu bir sadeliği vardı. Zamanın “network”ünde geziniyordu.
Çengelköy’de oturuyordum, Nesimi de Çubuklu’da, bir gecekonduda. Ne zaman canım sıkılsa, melankoliye kapılsam, elime bir şişe rakı alıp Nesimi’ye giderdim. Yer, içer, konuşur, çalıp söylerdik… Nesimi su gibi azizdi. Su gibi berrak, su gibi sade…
“Sivas’ın 40 şehidi”
Sivas katliamını duyduğumda Afrika’daydım. Annemi yeni kaybetmiştim. 22 Haziran’da. On gün sonra da Nesimi’yi… Sivas bence Türkiye için bir dönüm noktası. Ama iyiye doğru. Ben hiçbir zaman kötüye doğru düşünmem… Bazen bir kurban gerekiyor. İyiliğin gerçekleşmesi için bazen maalesef kurban gerekiyor. Nesimi Türkiye’ye âşıktı. İyiliğin gerçekleşmesi yolunda kurban oldu. Sivas’ta olanlar, zaman içinde iyiliğe sebep olacak. Çünkü insan hafızasıyla yaşar…
Ortodoks geleneğinde de “Sivas’ın 40 şehidi”nin olduğunu biliyor muydunuz? Roma İmparatorluğu döneminde, Sivas’taki Hıristiyanlara dinlerini terketmeleri için baskı yapılmış, bu baskıya direnince de katledilmişler. Ortodokslar hâlâ her yıl o günü ve “Sivas’ın 40 şehidi”ni anarlar. “Daha iyi zamanlar için şehit oldular” diyerek… Aynı şey 2 Temmuz şehitleri için de geçerli bence.
Sivas Rumlar için de çok önemli bir şehir. Yalnız Roma döneminde değil, Osmanlı döneminde de. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlıların müttefiki olan Almanlar bir etnik temizliğe giriştiler. İstanbul’daki Rumlara dokunmadılar, ama Şile’den itibaren ele geçirdikleri Rumları Sivas’ta bir toplama kampına götürdüler. Bu olayın mağdurlarından Panayotis Tsınaras –yani “Çınar”– benim hocamdı. Annesinin kucağındayken Almanlar tarafından Şile’den alınıp Sivas’taki kampa götürülmüş, annesini babasını orada yitirmiş.
Bana o günlerde yaşadıklarını anlattığında, “peki, bunu yapan insanlardan nefret etmiyor musun?” dedim. Dedi ki, “hayır, ben sevginin ne demek olduğunu orada öğrendim”. Bu sentimental bir söz değil. Yunanistan’ın en büyük müzikoloğu, Simon Calas, ona bir mektup yazmıştı. Simon Calas nasıl bir adam, önce onu anlatayım. Çok bilgili bir adam, ama milliyetçi, daha doğrusu faşist. İçsavaşta faşistlerin safında yer aldı. Alman işgali zamanında Naziler onu Yunanistan Radyosu’nun başına getirmişlerdi. Kıbrıs’taki ENOSIS’çi EOKA’nın lideri Grivas’ın da yakın dostuydu. Bütün meselesi, Bizans müziğini modern faşist mentalitesine uyarlamak. İşte bu Simon Calas, “Çınar”a, Tsınara’ya bir mektup yazmıştı. İmzasını da şöyle atmıştı: Bizanslı Yunan. Tsınara da cevabi mektubunu şöyle imzalamıştı: “Bizanslı Türk”. Çünkü buralıydı. Şileliydi ve Sivas onun hafızasında silinmeyecek bir şehirdi.
Labirentte bir kedi
İstanbul’da yaşadığım 13 yıl boyunca çok iyi müzisyenlerle çalıştım, en iyileriyle. Klasikte ya da pop müziğinde pek olmayan bağ, geleneksel müzikle meşgul olan müzisyenlerin arasında mevcut. Caz, blues, folk müzisyenleri büyük bir aile gibidir, Amerika’da bile bu böyle. Aralarındaki bağ usta-çırak, öğretmen-öğrenci arasındaki bağ gibidir. Öyle, “çalalım da gidelim” diye bir şey yoktur. Müzik hayatın kendisidir. Benim birlikte çalıştığım müzisyenlerle, hocalarımla ilişkim de böyle oldu. Hocalarım babam gibi, dedem gibi oldular.
Ney hocam Niyazi Sayın’dı. Niyazi Sayın efsane bir kişilik. Bir derviş. Ve melankolik. Kanun hocam Deran ise, dünyevi, neşeli bir adam. İkisi tam bir kontrast oluşturuyorlar. Niyazi Sayın, Mevlevi felsefesiyle içli dışlı. Bir yandan geleneksel, bir yandan da çok modern. Tenis oynar gibi mesela. Niyazi Sayın zirvedeyken, Türkiye’nin en büyük neyzeni sayıldığı zaman, bir konser vermişti. O konserde bütün makamları yıktı. Tek başına taksime başladı, müzisyenler paralize oldu. Seyirciler salonu terketti, müzisyenler de sahneyi. Böyle bir adam yani. Niyazi Sayın arayışın, cazla geleneksel müziğin füzyonu. Ama, cazın ölçülerini alarak değil, çünkü makamların ölçüleri, kuralları çok kesindir.
Niyazi Sayın’ın yapmak istediği, cazın hayatiyetini, canlılığını geleneksel müzikle iç içe geçirmek. Bunu Afrika ritmleri kullanarak değil, geleneksel ritmler kullanarak gerçekleştirmek istiyor. Ben de Niyazi Sayın’ın açtığı yoldan yürüyorum. Ancak, Niyazi Sayın bir repertuar araştırması yapmadan yola koyuldu. Ben repertuar araştırması yapıyorum. Bu parçaların tamamını çalıyorum. Niyazi Sayın bölümler alıyor, o bölümlerde dolaşıyor. Yaptığım araştırmalarda çok çılgın parçalar buldum. Mesela Kantemir’in 1680’de yazdığı bir parça var ki, sanki bir kedi labirentte yürüyor…
Ney en mükemmel enstrüman. Çok sade. Müthiş bir matematiği var. Eski çağlarda müzik bir bilgi biçimiydi, kâinatın bilgisiydi, matematiğiydi. Ney’in 13 boğumu var, ay takvimine –ay takvimindeki 13 aya– tekabül eden 13 boğum. Sonra, kamıştan yapılmış olması da başka bir güzellik: Sadeliğin güzelliği. Eski Mısır’da kamış kutsal bitkiydi. Aslında her enstrümanın bir canı, bir hayatı, bir ruhu var. Yapıldığı maddeden aldığı bir şey bu.
Mesela kanun çınardan yapılır. Çınar bütün Akdeniz uygarlıklarında efsanevi, kutsal bir ağaçtır, hiç bozulmaz. Suyun içinde bile bozulmaz. Böcekler selviye yaklaşmaz. Eskiden tabutlar selviden yapılırdı. Selvi gibi, kemençe de zamana meydan okuyor. Enstrümanlar bedenin çeşitli organlarına da tekabül ediyor. Mesela tambur başın arka kısmı, ut karın boşluğu, kemençe dişilik organı, bağlama yüz. Ney, ruh. Kanun ise, 72 teliyle kâinat. Kâinatın ruhu…
Ney hocam Niyazi Sayın’dı. Efsane kişilik. Bir derviş. Niyazi Sayın’ın yapmak istediği cazın hayatiyetini, canlılığını geleneksel müzikle iç içe geçirmek. Onun açtığı yoldan yürüyorum. Yaptığım araştırmalarda çılgın parçalar buldum. Mesela Kantemir’in 1680’de yazdığı bir parça var ki, sanki bir kedi labirentte yürüyor.
Şarkıyazarının sorumluluğu
Artık başka bir dünyada yaşıyoruz. Köy köy dolaşan âşıklar yok; başka bir zamandayız. Dünyayla temas etmemiz lâzım. Genç insanlar dans etmek, bedenlerini hareket ettirmek istiyorlar. Şarkı yazmak çok önemli bir iş. Herkes Bob Dylan olamaz, tamam, ama şarkıyazarlarının omuzlarında büyük bir sorumluluk var. Türk şarkıyazarlarının çok büyük sorumluluğu var. Anadolu’nun bütün enlemlerini, âşıkların bilgeliğini bugüne taşımaları, getirmeleri gerekiyor.
Şarkıyazarı egoist bir insan olmamalı, olamaz. Kendi rahatını, yaşamını düşünemez. Sorumluluğu var çünkü. Afrika’dan Yunanistan’a geldiğimde anayurdum hakkında pek bir şey bilmiyordum. Yunan kızlarına, Yunanistan’ın gökyüzüne âşık olmamın sebebi şarkılardır. Şarkılar sayesinde âşık oluyor insan, komşu kızına, sabah rüzgârına, hayata…
Heybeliada Müzik Merkezi from Nedim Hazar Bora on Vimeo.
NIKIFOROS METAXAS’IN KALEMİNDEN BOB DYLAN
Neşeli Kafka
Her yol ayrımında, her iç yolculukta ne yaşıyorsam onunla tıpatıp aynı duyguları ifade eden bir albümü çıkıp geliyordu. “Masters of War” savaş çılgınlığına ve aklını yitirmiş, bunak, fosilleşmiş insanlığa deva bulmak isteyen bir kuşağın hissiyatına dürüstçe ve hakkaniyetle tercüman oluyordu.
‘68 Mayıs’ında Paris sokaklarındaydım. Polis taarruzundan, göz yaşartıcı bombalardan kaçarken bir öğrenci evine sığınmıştım. İçeri girdiğimde pikapta Dylan çalıyordu. Gözyaşlarımızın sebebi Dylan mıydı, yoksa polisin bombaları mı, anlayamamıştık…
Bob Dylan atalarının ataerkil yasasını ilga etti; ebedi çocuk ve âşık oldu. Neşeli Kafka. Bir yılanın derisini değiştirmesi gibi, Zimmerman’ı çıkarıp attı üstünden; bir hokkabaz ve bir hırsız gibi İrlandalı-Kelt ozanlarının en üst unvanını aldı: Dylan –esin perisinin dokunduğu.
Zambezi’yi geçip Zimbabwe’yi ardımızda bıraktık, Zambiya topraklarına girdik. Eşi görülmemiş bir yoksulluk. Afrika Ana’nın mineral rahminden çıkardıkları yemişleri otomobilimizin penceresine uzatıp konserve yiyecek karşılığında değiş tokuş etmek isteyen üstleri başları dökülen insanlar… “AIDS Otoyolu” boyunca her yerde sefalet manzaraları. Benim için bir “Highway Revisited” bu: Gençliğimde, Afrika’nın daha mutlu zamanlarında, Kongo’ya gidip gelirken ya da yol üzerindeki barlarda Chuck Berry çaldığımız günlerde bu otoyoldan geçerdik.
Şimdi, otuz yıl sonra, yol kenarında mantar gibi bitmiş mezarlıklar var. Rengarenk giysili insanlar, yakıcı güneşe karşı açtıkları rengarenk şemsiyeleri altında gözyaşları içinde her gün ölülerini gömüyor… Yol üstünde harap köyler ve bize el sallayarak mavi-mor neon levhalı barlardaki şova ve virüse davet eden sürme gözlü, zarif siyah insanlar. Yol kenarında aç midelerini göstererek ağlayan çocuklar. Orman yoluna sapıyoruz, Afrika’nın ezeli doğası içinde yol almaya başlıyoruz. Radyonun düğmesini çeviriyorum: “Hey, Mr. Tambourine Man”. Zaman duruyor –zaman ötesi bir mekândayım: Time Out of Mind.
Dylan’la aynı kuşaktanız. 1965’te “Mr. Tambourine Man”le aynı dalga boyunda ve elimde gitarımla Afrika’ya veda etmiştim, “Like A Rolling Stone”. 21 yaşındaydım, reşit olmuştum. Hayatım Bob Dylan’la aynı paralelde seyretti hep. Her yol ayrımında, her iç yolculukta ne yaşıyorsam onunla tıpatıp aynı duyguları ifade eden bir albümü çıkıp geliyordu. “Masters of War” savaş çılgınlığına ve aklını yitirmiş, bunak, fosilleşmiş insanlığa deva bulmak isteyen bir kuşağın hissiyatına dürüstçe ve hakkaniyetle tercüman oluyordu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyaya gelen kuşak, Baudelaire’in deyişiyle “cam göbeği gökyüzünün altında aşk ve sevinçle dolu, sevmeye değer her şeyin sevildiği rayihalı bir cennet” arayışındaydı. Hiroşima’da arş-ı âlâya çıkan ve muzafferi olduğu çılgınlığın ardından dünyayı ikiye bölen askeri kasta duydukları sezgisel nefretlerini müzikle, şarkılarla gökyüzüne aksettiriyorlardı. Bu petrol sarhoşu canavara ve iktidar sahiplerine meydan okuyanlar, o doymak bilmez iştihaya yem oluyordu. Devlet başkanları bile bundan muaf değildi. ‘68 Mayıs’ında Paris sokaklarındaydım. Polis taarruzundan, göz yaşartıcı bombalardan kaçarken bir öğrenci evine sığınmıştım. İçeri girdiğimde pikapta Dylan çalıyordu. Gözyaşlarımızın sebebi Dylan mıydı, yoksa polisin bombaları mı, anlayamamıştık…
Sonra Nixon-Kissinger dönemi başladı. O günlerde Atina barlarında Dylan ve Leadbelly çalıyordum. Theodorakis’in yanısıra, Dylan’dan doğrudan etkilenen ve Yunanistan’ın Dylan’ı haline gelen Dionyssis Savopoulos Yunan gençliğinin albaylar cuntasına duyduğu öfkeyi dile getiriyordu. O şarkılar, cuntanın Yunanistan’a arz ettiği ucuz, kötü popüler müziğin panzehiriydi.
Sonra elimde gitarımla Londra’nın yolunu tuttum. Alexis Korner’la birlikte İngiliz rock’unun babası sayılan Graham Bond’la (Air Force’un kurucusu) ahbap olmuştum. Graham, kendi kuşağının müzisyenleri arasında Bob Dylan’dan etkilenmeyenlerin parmakla sayılacak kadar az olduğunu söylüyordu. Graham aynı zamanda “Golden Dawn” cemiyetinin üyesiydi ve Aleister Crowley’e hayrandı. Keltlerin “ilmi”yle ve Glastonbury, Stonehenge, Sudbury Hill ve Avebury gibi antik kutsal mekânlarla tanıştırdı beni. Yunan mitologyacısı Hesiodos’tan alıntılar yapmaktan çok hoşlanırdı. Hesiodos’a göre, insanlığın altın çağının ozanları ölmemişler, cin haline gelmişler. Çocukların arasına karışıp onlara yitirilmiş cennetin rayihasıyla bezenmiş müzikle ve mutlu şarkılarla ilham verirlermiş.
Bob Dylan, atalarının ataerkil yasasını ilga etti; ebedi çocuk ve âşık oldu. Neşeli Kafka. Bir yılanın derisini değiştirmesi gibi, Zimmerman’ı çıkarıp attı üstünden; bir hokkabaz ve bir hırsız gibi İrlandalı-Kelt ozanlarının en üst unvanını aldı: Dylan –esin perisinin dokunduğu.
Musa peygamberden vazgeçti, esin perisini seçti. Ve şimdi “Big Pink”teki gibi “hears his voice come calling from the West down to the East” –onun batıdan doğuya yaptığı yaptığı çağrıyı duyuyor. “Any day now, any day now, he shall be released” –her an, her an azad olabilir. “It’s not dark yet, but it’s getting there” –karanlık değil daha, ama eli kulağında.
Dylan’ın ruhu, kırk yıl boyunca, bir dua mırıltısı bile duymadığım (“I don’t even hear the murmur of a prayer”) çölde, beni ne hayal kırıklığına uğrattı ne de yalnız bıraktı.
Nikiforos Metaxas, Roll, sayı 53, Mayıs 2001