TARIMDA 2018 TÜRKİYE’Sİ – 1

Söyleşi: Tuba Çameli
24 Aralık 2018
SATIRBAŞLARI

19 Aralık’ta BM Genel Kurulu’nda kabul edilen “Köylü Hakları ve Kırsal Alanlarda Çalışan Diğer Kişiler Deklarasyonu”na verilen çekimser oydan traktör üretimindeki düşüşe, “soğan yakalamak”tan gezici mevsimlik tarım işçilerinin durumuna, tarımda 2018 Türkiye’si manzarasının birinci bölümü. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (@ciftcisen) genel başkanı Abdullah Aysu’yu dinliyoruz…

Paris’te altıncı haftasına giren Sarı Yelekler eylemlerine köylülerin de katıldığını Köylü Konfederasyonu’nun (Confédération Paysanne) ulusal genel sekreterinin 5 Aralık’ta yayınlanan mektubundan öğrendik. Kamuoyuna açık mektupta, “Köylü Konfederasyonu Sarı Yelekler hareketine katılmıştır ve katılacaktır” deniyor ve bu sürece yönelik iç tartışmaların sürdüğü vurgulanıyor. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Abdullah Aysu: Ulusüstü şirketler devletleri ve hükümetleri sıkıştırmaya devam ediyor. Bu artık öyle bir noktaya geldi ki, insanlar kendilerine dayatılan bu köleleştirme düzenine karşı çıkıyor. Hükümetler tarafından konan yaptırımlar karşısında bir çelişki oluştu. Bu çelişki gittikçe derinleşecek. Sarı Yelekler bu çelişkinin sonucunda kendiliğinden ortaya çıktı. Başlangıçta bazı kuşkular vardı.

Abdullah Aysu

Aslına bakarsanız özellikle sağcıların kendilerini de köleleştiren zincirlerin farkında varmaları ve bunu hissederek karşı çıkmaları dikkate değer. Daha önce kendilerini özgür sanıyorlardı. Ulusüstü şirketlerin önlerine hükümetleri koşarak yapıp ettiklerine karşı artık insanlar politik aidiyetleri ne olursa olsun tavır alıyor. Bu nedenle Sarı Yelekler’in içinde de, dillendirilen taleplerin içinde de çiftçiler ve köylüler vardır, olacaktır. Confédération Paysanne tavır koymuştur.

Tüm bunların bizi bir yere götürdüğünü düşünüyorum. Bir tek Fransa’da değil, geçenlerde Brüksel’de 35 bin kişi yürüdü. Bu insanlar da küresel iklim krizine karşı yürüdü. Fransa’daki, başlangıçta akaryakıt vergisine karşı çıkmış olsa da yaşamın her alanında dayatılanlara karşı bir çıkışla, toplumun tüm katmalarını keserek devam ediyor. Bu pozisyon alışlar birçok ülkede farklı gerekçelerle ortaya çıkıyor, çıkacaktır. Tüm bunlar birer işaret fişeğidir. Bugün bu işaret fişeklerinin yarattığı ışık huzmeleri kendini göstermeye başladı. Ertelemeler, aralıklar olsa da bir kere başladı. Bu süre içinde başlangıç aşamasında yer almayan gruplar da dahil olabilirler. Bu ışık huzmelerinin gözlerimizi kamaştıracağı yere doğru gidiyor olabiliriz. Tohum atıldı bir kere, nasıl filizleneceğini hep beraber göreceğiz. “Baharı” bekliyoruz… 

Tarıma “bahar” erken gelmiş, 13 Aralık’ta cumhurbaşkanı ikinci 100 günlük eylem planını açıkladığı toplantıda “çiftçinin zenginleştiği, hatta bir traktörü değil, iki traktörü bulunduğunu” söyledi, “çiftçiye traktör yetiştiremiyoruz” dedi.  

Dedi ve ne oldu? Türkiye tarım makinaları sektör raporundan durumun böyle olmadığını, traktör üretiminin geçen seneye göre yüzde 65’e kadar düştüğünü öğrendik. İç piyasada satılamayanların da dış piyasada satıldığı ortaya çıktı. Biz zaten biliyoruz, yaşıyoruz çünkü. Bizce bu tür söylemler, politik yanılsama yaratma amaçlı.

“Köylü kavramının tanımlanması”ndan “devletlerin yükümlülükleri”ne, “kırsalda yaşayan kadın ve çocukların hakları”ndan “gıda hakkı ve gıda egemenliği”ne, tüm sorunlara kapsamlı açıklamalar getiren bu deklarasyonun mutlaka iç hukuka kazandırılması gerek.

Bir gün sonra, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, tarımsal hasıla açısından Avrupa birincisi, dünya yedincisi olduğumuzu ilan etti. Öyle mi gerçekten?

Bunlar ciddiye alınacak sözler değil. Çünkü tarımsal veriler, verileri bırakın yaşananlar bu söylemin tersini ortaya koyuyor. Bakan Bey, ithal etmediğimiz kaç ürün kaldığını açıklasa keşke. Veya neden dışa bağımlı, ithalatçı ülke olduğumuzu söylese. Durum ortada. Tarımda kendi ihtiyacımızı karşılayamaz hale getirildik. Buna odaklanmak ve tarımın vahim durumuna çözüm üretilmesi gerek. Gerisi soyut laf. 

Bakan sizinle aynı görüşte değil, bütçe konuşmasında şöyle dedi: “Türkiye 17 milyar dolar ihracatıyla, 12 milyar dolar ithalatıyla net tarımsal ihracat fazlası veren bir ülkedir. Net artıdadır.” Birkaç gün sonra da “Türkiye’de para var ki ithalat yapabiliyor” dedi. Ne diyorsunuz bu değerlendirmelere?

Rakamları toplar çıkarırsanız böyle şeyler söyleyebilirsiniz. İthalat çiftçinin üretimini baskılıyor, bunu hep söylüyoruz. Üretimden caydırıyor. Ekilmeyen 3 milyon 200 bin hektarlık tarım alanının durumu ortada. Açıklanan rakamlar gerçeği yansıtmıyor. 

Aynı konuşmada, adeta kuruş hesapları yaparak “tarımsal üretimde maliyet artışlarının kontrol altına alındığını” söyledi. “Buğday ve arpanın desteklerini 5 kuruştan 10 kuruşa çıkardık, gübre desteğini de 4 liradan 8 liraya çıkardık” dedi. Çiftçinin derdine derman olur mu bunlar?

Türkiye tarımının yapısal sorunları var, hep anlatıyoruz. Sorunlar dağ gibi yığılmış duruyor karşımızda. Kuruş hesapları yaparak Türkiye tarımı düzeltilemez. Düzeltilmesini bırakın, pansuman bile olmaz. Yapısal sorunları çözülmeden Türkiye tarımı düzlüğe çıkmaz. Çıkmaz, çünkü karar vericilerin ve politikacıların tutumu ortada. 19 Aralık’ta, “Köylü Hakları ve Kırsal Alanlarda Çalışan Diğer Kişiler Deklarasyonu” New York’ta, BM Genel Kurulu’nda nihai olarak kabul edildi. Ne yaptı Türkiye peki? Adeta çiftçiye, köylüye yönelik bakışlarını açık eden bir tutum alıp BM’deki oylamada çekimser oy kullandılar. Tarımsal hasılada iddialı olanlar, söze geldiğinde “Türkiye tarım ülkesidir” diyenler bunu yapar mı? On yıllık bir mücadelenin ürünü olan bu bildirge, nihayet kabul ediliyor, Türkiye çekimser oy kullanıyor. 

Altı el değiştirir soğan. Bu arada herkes kârını koyar üzerine. Bu durakların hepsinde devlet de vergisini alır. Sanki fiyatı çiftçi artırıyormuş gibi bir algı oluşturmak isteniyor. Depoda bekleten de köylü değil, onun böyle bir gücü yok.

Deklarasyon için yıllardır mücadele eden çiftçi ve köylü örgütleri için çok önemli bir gelişme bu. “Köylü kavramının ve kırsalda çalışan diğer insanların tanımlanması”ndan “devletlerin yükümlülükleri”ne, “kırsalda yaşayan kadın ve çocukların hakları”ndan “doğal çevre hakkı”na, “örgütlenme özgürlüğü”nden “gıda hakkı ve gıda egemenliği”ne günümüzdeki hemen tüm sorunlara dair kapsamlı açıklamalar getiren, üstelik kabul görmüş bir çerçeve metinden söz ediyoruz.

Bu deklarasyonun mutlaka Türkiye tarafından kabul edilmesi ve iç hukuka kazandırılması gerek. Dünyadaki tüm diğer örgütler gibi biz de deklarasyonun iç hukuka kazandırılması için mücadele edeceğiz. Sözde “köylü-çiftçi hakları” diyenlerin de bu gelişmeye “çekimser” kalmasını kabul etmeyeceğiz. Kuruş hesapları yapacaklarına, tarıma ve tarımda çalışanlara bütüncül olarak bakan bu deklarasyonu ivedilikle iç hukuka dahil etmeleri gerek. 

Bütüncül bakılmıyor, ama soğana karşı en az üç bakanlık beraberce mücadele yürütebiliyor. Geçen ay Tarım ve Orman, Ticaret, hatta Hazine ve Maliye bakanlıkları seferber oldu ve soğan depoları basıldı. Soğan deposu neden basılır?  

Soğan toplanır ve depoya konur. Başka yolu yok. “Fiyat artışını önlemek için depolara baskın yapıyoruz” dediler. Peki fiyat neden artar? Mesafeyi uzattığın oranda ürünün fiyatı artar. Çiftçiden soğan kilosu 35-40 kuruşa çıkar. Tüccar satın alır, soğanı o ilin haline getirir. Tüccar nakliyeciye verir, satılacağı ile nakledilir ve o ilin haline teslim edilir. Komisyoncu alır soğanı, markete veya manava gider. Altı el değiştirir soğan. Bu arada herkes kârını koyar üzerine.

Bu durakların hepsinde devlet de vergisini alır. Sanki fiyatı çiftçi artırıyormuş gibi bir algı oluşturmak isteniyor. Bu yanlış. Bu süreç tüm ürünler için böyle yaşanır. Saydığım duraklarda özellikle tüccar ve komisyoncular para kazanır. Az buz paralardan söz etmiyoruz. Komisyoncu veya tüccar dediğimizde, sermayesi hariç yıllık kazancı en az 10 milyon olan insanlardan söz ediyoruz. 

Soğana dönersek, devlet hem vergisini alıyor hem de durakları azaltmıyor, sonra da göstermelik biçimde soğan depolarını basıyor. Depoda bekleten de köylü değil, onun böyle bir gücü yok. Tüccar depoluyor soğanı. Basılan depolar tüccar olmayanların depoları. Piyasayı belirleyenlerin depoları değil. Tüccarın deposu izinli, onu basamıyor. Burada biraz fazla soğan yapmış olan ve ahırına, oraya buraya koyan çiftçinin veya piyasaya girmeye çalışanların deposunu basıyor devlet. Öbür tarafta piyasayı regüle edebilen tüccara bir şey yapmıyor. 

Söz toptancı halinden açılmışken, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli hal yasası hazırlıklarından söz ediyor. Yasa taslağı aracıları azaltacak mı?

İncelediğim kadarıyla yasa taslağı ne aracıları ne de durakları azaltıyor. Toptancı halleri eksiklikleri olsa da düzeltilmeye muhtaç sosyal yapılar. Eksiklerinin giderilerek bir sosyal yapı olarak halkın yararına işlemeleri için çalışılması gerekir. Aksine, yasa taslağı ile haller özelleştirilerek şirketlere veriliyor. Ne üretici ne de tüketicinin yararına sonuçlar doğurur böyle bir uygulama.

Mevsimlik gezici-geçici tarım işçiliğinde insanlık dışı bir uygulama var. İnsanlık adına suç işleniyor resmen. Bu önlenemez mi? Önlenir.

Gezici-geçici mevsimlik tarım işçileri geçen ay evlerine döndü. Her yıl çoluk çocuk 48 ile çalışmaya giden en az üç milyonluk bir göçten söz ediyoruz. HDP’nin verdiği soru önergesi sorunu net biçimde ortaya koyuyor. İşçiler 14-15 saatlik mesailerle ortalama 35-40 lira karşılığında insanlık dışı koşullarda yaşıyor ve çalışıyor. Etnik, kültürel ve siyasal farklılıklarından ötürü gittikleri yerlerde dışlanıyor ve ötekileştiriliyorlar. Konfederasyon olarak bu konuda çözüm önerileriniz var mı?

Bu göç, şubatta seralarda çalışma ile başlıyor, sonra sırasıyla pancar, fındık, domates, soğan, pamuk ve son olarak narenciye için Türkiye’nin dört bir yanına taşınıyorlar. Ancak dört-beş aylarını evlerinde geçiriyorlar. Dayıbaşının verdiği para çoktan bitmiş, hatta borçlanarak, bir sonraki sene yine mevsimlik işçi olarak çalışma mecburiyetinde kalmış bir halde dönüyorlar evlerine. Parmağını bile oynatmıyor kamu. Sadece yöneticiler, karar vericiler değil, tüketici de bu konuda duyarsız. Bizim başından beri her platformda dile getirdiğimiz iki çözüm önerimiz var. Biri uzun vadeli, biri de kısa vadeli.

Kısa vadeli çözüm önerimiz yolculuk, yaşam ve geçim şartlarının iyileştirilmesine yönelik. Mevsimlik gezici-geçici tarım işçiliğinde insanlık dışı bir uygulama var. İnsanlık adına suç işleniyor resmen. Bu önlenemez mi? Önlenir. İstenirse trafik kazalarında ölümler en aza indirilebilir. Denetlersin; düzenli ve toplu olarak yolculuk edilmesini sağlarsın. Bu insanların yaşadığı iller de, hangi mevsimlerde nereye gittikleri de belli. Toplu halde taşı, geldikleri yerde de servis araçları ile yerleşim birimlerine ulaştır. Bu noktalara afet evleri gibi evler yap. Bir sağlık ocağı ve okul kur buralara. Çocukların okula devamını zorunlu tut. Çünkü mevsimlik işçi ailelerin çocukları da en az üç-dört ay okula devam edemiyor. Bu dönemde SGK’sını öde. Okul, sağlık hizmeti sağla, ilacı da ücretsiz yap.

Bunların tümünü yapmak mümkün mü? Mümkün. Yapılmıyor. Her alanda üçüncü havalimanında olduğu gibi vahşi bir sömürü sistemi var. Mevsimlik işçilerin ücretlerini bir standarda bağla. Nasıl? Bunun için de bir önerimiz var. Mevsimlik işçi ücret almasın, çiftçi ile ortak mücadele etsin. Desin ki, “fındığa verilen fiyatın mesela yüzde 20’sini istiyorum. Benimle pazarlık yapsın”. Bunu yaparken çiftçi ve işçi fiyat belirleyen mekanizmaya karşı beraber mücadele etsin. İki emek gücünü bir araya getiren ortak bir mücadeleden söz ediyoruz. Bu mücadele sadece ekonomik açıdan değil, insanca bir yaşamın temini ve sosyal haklar açısından da önemli. Çoğu yerde çiftçi mevsimlik işçinin parasını zor veriyor. Çünkü ürününe verilen fiyat ortada. Ortak bir mücadele şart. Bunun henüz örneği yok. Biz konfederasyon olarak bunu öneriyoruz, diğer kesimler bu öneriye karşı çıkıyor. Mevsimlik tarım işçilerinin sadece derneği var, sendikası yok. Dernekler maalesef sendikalara göre bir adım gerideler hak arama hususunda.

Mevsimlik işçi ücret almasın, çiftçi ile ortak mücadele etsin. Desin ki, “fındığa verilen fiyatın mesela yüzde 20’sini istiyorum”. Çiftçi ve işçi fiyat belirleyen mekanizmaya karşı beraber mücadele etsin. İki emek gücünü bir araya getiren ortak bir mücadeleden söz ediyoruz.

Uzun vadeli olan öneriniz nedir?

Aslına bakarsanız, Türkiye’de gezici mevsimlik tarım işçisine gerek yok. Eğer Türkiye’de doğru bir tarım politikası uygulanmış olsa bu insanların tümü kendi topraklarında çalışabilir. Türkiyeli tarım işçilerinin çoğu köyleri boşaltıldığı, göçe zorlandığı veya toprakları güvenli olmadığı için yer değiştiren insanlar. Siz onların topraklarında barış koşullarını sağlasanız, yaylarına, meralarına çıkabilseler, kendi topraklarında tarım yapabilirler. TEKEL’i kapatmayıp tütün ekimine izin verseniz, SEK’i ve Et-Balık Kurumu’nu kapatmayıp hayvancılık yapmasına izin verseniz, şeker fabrikalarını kapatmayıp pancarın değerinden alımını yapsanız, insanlar göç etmez, kendi topraklarında veya kendi illerinde çalışabilir. Bir grup daha var bugün: Suriyeli, Gürcü, Afgan mevsimlik gezici-geçici işçiler. Onların da toprakları verimliydi. Suriye örneğin, zeytinde bizden iyiydi. Onların da topraklarında savaş çıkarılmasaydı, bu insanlar kendi topraklarında tarım yaparak geçiniyor olacaktı. Şimdi ne oldu, Suriyeli işçilerin de bu piyasaya girmesiyle bir işçi rekabeti doğdu.

Nedir bu işçi rekabeti?

Karadeniz’ de Gürcüler görece daha yüksek ücret alırken, Kürtlere daha düşük yevmiyeler ödeniyor. Çukurova’da ise Kürtler görece daha çok, Suriyeliler ve Afganlar daha az kazanıyor. Bu açıdan nöbetleşe bir yoksulluk, yoksunluk yaşanmaya devam ediyor. Tüm mevsimlik işçilerin yaşam koşulları ayrımcı politikalar ve daralan ekonomi nedeniyle gün geçtikçe kötüye gidiyor. Tüketecekleri her şeyi yanlarında getiriyorlar. Adeta her sene göç ediyorlar. Kadınlar hem bahçede hem de geçici barınma alanlarında susuz, zor koşullarda, erkeklere oranla iki kat çalışıyor. En çok mağdur olanlar çocuklar. Ne çocukluklarını yaşayabiliyorlar ne de okula devam gibi yaşamsal bir haklarını kullanabiliyorlar. Bu geçim ve yaşam biçimi sonucunda okula devam edememek o çocuğu da bu yaşama mahkûm ediyor. Kuşaklar boyu insanlar geçici mevsimlik işçilik dışında başka bir beceri kazanamıyor. Dolayısıyla Kürt, Suriyeli, Afgan işçiler vahşi, ayrımcı yaşam ve çalışma koşullarına terk edilmiş durumdalar. Barınma koşullarından su ve sanitasyon imkanlarına kadar her alanda çok ağır koşullarda yaşıyorlar.

 

^