SUÇA SÜRÜKLENEN ÇOCUK TARTIŞMASI VE ÇOCUK POLİTİKALARI  

Söyleşi: Tuba Çameli
16 Kasım 2025
Eduardo-Fonseca-Otosabotaj
SATIRBAŞLARI

15 yaşındaki Mattia Ahmet Minguzzi’nin İstanbul-Kadıköy’de 18 yaşından küçük çocuklar tarafından bıçaklanarak öldürülmesinin ardından, “suça sürüklenen çocuk” kavramı toplumda keskin bir saflaşmaya yol açan bir tartışma doğurdu. “Suça sürüklenen çocuk” kavramının anlamı, önemi nedir?

Özgür Başpınar Aktükün

Özgür Başpınar Aktükün: “Suça sürüklenen çocuk” kavramı çocuk adalet sisteminde dilsel bir tercih değil, politik, felsefi ve ahlâki bir çerçeve ve çocuk adalet sisteminin normatif yönünü yansıtıyor. Bu kavram çocuğu fail değil, suça yönelmesine yol açan yapısal koşulların ürünü olarak gören bir anlayıştan doğar. Yani çocuğu suça sürüklenmesine yol açan yapısal eşitsizliklerin mağduru olarak konumlandırır. Meseleyi çocuğun “irade eksikliğiyle” değil, “kamusal ihmalle” açıklayan bu yaklaşım adaletin merkezine toplumsal sorumluluğu yerleştirir.

Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Pekin ve Havana Kuralları gibi uluslararası belgeler de çocuk adaletinin cezalandırma değil, onarma ve yeniden toplumsallaştırma amacı taşıması gerektiğini açıkça belirtiyor. “Suça sürüklenen” ifadesi çocuğun eylemini tek başına kişisel bir suç olmaktan çıkarıp devletin, toplumun ve ekonomik düzenin çocuğu ihmal edişinin sonucu olarak tanımlıyor. Bu yaklaşım suçu bireyselleştiren değil, sistemin üretim koşullarını sorgulayan anlayışı temsil ediyor.

Yoksulluk, eğitime erişememe, toplumsal şiddet, cinsiyet eşitsizliği ve ataerkil düzenin ürettiği kırılmalar çocukları yalnızlaştırarak dışlanmayla karşı karşıya bırakabiliyor maalesef. Suça sürüklenen çocukların yaşam öyküleri, devletin çocuklara yönelik sorumluluklarını ne ölçüde yerine getirip getirmediğini gösteren en açık göstergelerdir.

Bu yaklaşımın kökleri feminist sosyal politika ve eleştirel çocukluk kuramına dayanıyor: Toplumsal adaletin ölçütü çocukların ne kadar korunabildiği değil, ne kadar güçlendirilebildiğidir.Çocuğu özneleştirmek, onu suça sürükleyen koşullarla yüzleşmek gerekir.

Çocuğu yetişkin gibi yargılamak onu öğrenme ve hatadan dönme kapasitesine sahip bir birey olmaktan çıkarır, “kasıtlı suç faili” konumuna iter. Onarıcı adalet suçu inkâr etmez, ancak, cezayı misilleme değil, etik farkındalık ve dönüşüm aracı olarak görür. Suçu sosyal bağlamına yerleştirerek failin sorumluluğunu tanır ve dönüştürmeyi hedefler

Minguzzi cinayetinden sonra, çocukların yetişkinler gibi cezalandırılmasını talep eden taraf “suça sürüklenen çocuk” kavramını benimseyenlerin cezasızlığı savunduğunu iddia etti. Cezalandırmaya değil, korumaya ve önlemeye dayalı yaklaşım cezasızlığı mı savunuyor?

Bu yaklaşım cezasızlığı değil, adaletin yeniden tanımlanmasını savunuyor. “Onarıcı adalet” suçu inkâr etmez, ancak, cezayı misilleme değil, etik farkındalık ve dönüşüm aracı olarak görür. Suçu sosyal bağlamına yerleştirerek failin sorumluluğunu tanır ve dönüştürmeyi hedefler. Onarıcı adalette sorumluluk, yeniden ilişki kurmayla tanımlanır.

Nasıl?

Burada haklarla sorumlulukların birbirinden ayrılamayacağı temel ilkesi devreye giriyor. Çocuk hak öznesidir, ama aynı zamanda diğer insanların güvenli yaşam hakkına saygı gösterme sorumluluğunu da taşır. Onarıcı adalet bu çift yönlü ilişkiyi görünür kılıyor: Hiçbir birey, çocuk dahil, başka birinin yaşam hakkını ihlâl etme özgürlüğüne sahip değildir. Ancak, çocuk adalet sisteminin farkı bu sorumluluğu sadece ceza sistemleri üzerinden değil, pedagojik bir farkındalıkla inşa etmesidir. Çocuğun yaptığı eylemin başkaları üzerindeki etkisini anlaması, mağdurun yaşadığı zararı kavraması ve bunu gidermeye dönük aktif bir sorumluluk üstlenmesi esas alınır. Yani, mesele ceza değil, etik farkındalık, dönüşüm ve yeniden toplumsallaşmada yatıyor.

Toplumdaki herkesin güvenli yaşam hakkı var. Onarıcı adalet bu hakkı hem mağdur hem fail hem de toplum için yeniden kurar. Dolayısıyla, mesele ceza değil, kamusal barışın ve herkes için güvenli yaşamın yeniden inşası. Adalet ceza verildiğinde değil, sorumluluk paylaşıldığında gerçekleşir ancak.

Diğer bir tartışma konusu çocukların yetişkin statüsünde yargılanması ve ceza artırımıydı. Çocuğun yetişkinler gibi yargılanması ne anlama geliyor? Bu suça sürüklenmeyi azaltır mı?   

Çocuğun yetişkinler gibi cezalandırılması kısa vadede toplumsal öfkeyi yatıştırır gibi görünse de uzun vadede suç oranını artıracaktır. Çünkü cezaevine giren çocuk eğitimden, aile bağlarından ve sosyal destekten kopar, bu da toplumsal dışlanmayı yeniden üretir. Oysa onarıcı adalet modeli mağdurun adalet duygusunu güçlendirir, failin sorumluluk bilincini artırır ve toplumun barışçıl bütünlüğünü pekiştirir.

Çocukların yetişkin gibi yargılanması çocukluk hakkının yok sayılmasıdır. Bu, yalnızca yasal bir hata değil, aynı zamanda epistemolojik bir körlük, çocuğun gelişimsel, bilişsel ve duygusal farklarını inkâr eden bir anlayış. Gelişimsel psikoloji ve çocukluk sosyolojisi açıkça gösteriyor ki, çocuk bilişsel, duygusal ve toplumsal olarak hâlâ öğrenme sürecindedir.

Çocuğu yetişkin gibi yargılamak onu öğrenme ve hatadan dönme kapasitesine sahip bir birey olmaktan çıkarır, “kasıtlı suç faili” konumuna iter. Bu, çocuk adaletinin en temel ilkesi olan “üstün yarar” ilkesinin ihlâli demek.

Araştırmalar açıkça gösteriyor, ağır cezalar suça sürüklenmeyi azaltmıyor, aksine, yeniden suçla ilişkilendirilme oranını artırıyor. Çünkü çocuk, cezayla değil, adil ilişki ve rehabilitasyonla dönüşebilir. Çocuğu yetişkin gibi yargılamak çocuğu cezalandırırken toplumu da cezalandırmaktır aynı zamanda, o çocukla birlikte toplumun geleceği de cezalandırılır. Erken yaşta cezaevi deneyimi yaşayan çocukların ilerleyen yaşamlarında yeniden suça sürüklenme olasılığı çok daha yüksek. Dolayısıyla, bu uygulama hem çocuğu hem de toplumu cezalandırır, potansiyelleri bastırır, toplumsal güveni zedeler.

Resimler:Françoise Pétrovich

Çocukların yetişkinlerle aynı cezaevine konması nasıl sonuçlar doğurur?

Bu çocuk hakları açısından açık bir ihlâl ve çocuk istismarının kurumsallaşmış bir biçimidir. Cezaevi yetişkinler için bile travmatik bir kurumken çocuklar açısından fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddet riskini katbekat artırır. Yetişkin cezaevleri bireylerin yeniden suç işleme döngüsünü kırmak yerine suçu yeniden üreten yapılar hiç kuşkusuz. Çocuklar burada yalnızca suçla değil, erkeklik hiyerarşisi, güç kültürü ve örgütlü şiddet biçimleriyle karşılaşır. Bu bireysel değil, sistematik bir travma yaratır.

Veriler çocukların kapalı kurumlara alınmasının suç oranlarını azaltmadığını, tam tersine yeniden suç döngüsüne dahil olma ihtimalini artırdığını ortaya koyuyor. Bu nedenle çocuğun yetişkinlerle aynı cezaevine konması bir bireye değil, bir kuşağa karşı işlenen toplumsal suç olur.

Yeni tip çeteleşme biçimleri, özellikle dijital ağlar erkeklik, sadakat, güç ve kardeşlik söylemleriyle bir aidiyet alanı kuruyor. Bu yapıların arkasında yalnızca bireysel suistimaller değil, siyasal ve ekonomik ilişki ağları da var. Yoksulluk, suç ekonomisi ve siyaset arasındaki geçirgenlik çocukları çaresizliğin öznesi haline getiriyor.

Türkiye’de 18 yaşından küçüklerin “çocuk” olarak tanınması her alanda saldırı altında: evlilik yaşı, istismar sonucu çocuk doğurma, MESEM’lerde işgücü olarak görülme… Çocukluğun tanınmasında bir gerileme olduğu söylenebilir mi? Ama ondan önce, çocuk kimdir, çocuğu yetişkinden ayıran özellikler nelerdir? Çocukluk nedir?

Çocukluk yalnızca biyolojik bir dönem değil, bakım, korunma, oyun, eğitim ve katılım haklarının birlikte tanımlandığı bir toplumsal statüdür. Çocuğu yetişkinden ayıran temel fark ise yalnızca biyolojik yaş ya da fiziksel olgunluk değil, aynı zamanda gelişimsel kapasite, hak öznesi olarak konumve karar verme süreçlerinde özerklik derecesidir.

Çocuk bilişsel, duygusal ve sosyal açıdan gelişimini tamamlamadığı için yetişkinlerle eşit biçimde riskleri değerlendirme, karar verme ve sonuçlarını öngörme kapasitesine sahip değildir. Bu nedenle, çocuğun sınırlı özerkliğini tanımakla birlikte, korunma ve destek yükümlülüğünü gözetmek devlet, toplum ve aile için hem hukuken hem de etik olarak zorunludur.

Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (BMÇHS), çocuğu “korunma nesnesi” olmaktan çıkararak “hak öznesi” olarak tanımlar. Bu yaklaşım, çocuğun yalnızca bakım ve gözetim değil, katılım, görüşünün dikkate alınması(Madde 12),gelişiminin azami ölçüde desteklenmesi (Madde 6) ve yaşamının her alanında üstün yararının gözetilmesi(Madde 3) ilkeleri üzerinden hak temelli bir statüye yerleştiriyor.

Bu nedenle çocukluk yalnızca biyolojik bir yaş aralığı değil, öğrenme, korunma, gelişme ve katılım haklarının eş zamanlı biçimde güvence altına alınması gereken bir sosyal dönemdir. Unutulmaması gereken en önemli yan, çocuğun yetişkinden farklılığının, güçsüzlüğünden değil, toplumsal sistemin ona tanıdığı koruma, destek ve katılım mekanizmalarının yeterliliğinden kaynaklanmasıdır. Dolayısıyla, çocukluk bireysel bir olgunlaşma süreci olmanın ötesinde, devletin, toplumun, ailenin sorumluluğunun ve toplumsal eşitliğin sorgulandığı bir yapısal kategoridir. Mesele sadece çocukluk tanımının yasal çerçevede korunması değil, çocukluğun kamusal, toplumsal ve kültürel olarak değerinin yeniden inşa edilmesi. Sosyal devletin çocukları potansiyel iş gücü ya da aile içi sorumluluk taşıyıcısı değil, hak öznesi olarak görmesi gerekir. Çocuğu koruyan her politika aslında toplumu dönüştüren bir politikadır.

Çocukluğun tanınmasında bir gerileme olup olmadığı meselesine gelince evet, Türkiye’de çocukluk açık biçimde geriliyor. Bu gerileme neoliberal politikalarla gelen yapısal dönüşümün bir sonucu. Neoliberalizm sosyal devleti küçültürken çocuğu ailenin ve piyasanın sorumluluğuna terk etti. Devletin koruma görevi “aile destek modeli” adı altında özelleştirildi. Bu süreçte çocuk artık hak öznesi değil, ailenin dayanma stratejisinin parçası, aile ekonomisinin destekçisi ya da geleceğe yatırım haline geldi. Türkiye’de son yıllarda çocuklarla ilgili koruma yükümlülüğü neredeyse tamamen ailelere çocuklar üzerinden sosyal yardım yapmaya indirgenmiş durumda. Kurum bakımında kalması gereken çocuklar bile kısa süreli bakım tedbir kararlarının ardından sosyal yardımlarla yeniden ailelerine teslim ediliyor. Ailesi olmayan çocuklar ise koruyucu aile sistemine yönlendiriliyor. Bunun yanında, erken yaşta evlilikler, mesleki eğitim adı altında (MESEM kapsamında) çocuk emeği sömürüsünün kurumsallaşması, sokakta ve dijital alanda sömürü biçimlerinin artışı, dini eğitimin erken yaşta zorunlulaşması, tüm bunlar çocukluğun toplumsal statü olarak zayıfladığını ve aşındırıldığını gösteriyor.

Elbette geleneksel toplumlarda da çocuk ailenin ekonomik ve kültürel yapısının bir parçasıydı. Ancak o dönemde bu konum, topluluk dayanışması ve bakım ilişkilerinin içinde anlam buluyordu. Bugünün farkı, bu bağların çözülmesiyle birlikte çocuğun artık toplumsal dayanışma değil, ekonomik rasyonalite içinde konumlanması. Neoliberal dönüşüm hem metropollerde hem taşrada çocukluğu farklı biçimlerde dönüştürdü. Metropol mahallelerinde bu dönüşüm, eğitim ve performans baskısı altında büyüyen, dijital yoksunluk ve rekabetle kuşatılmış çocukluklar yaratırken, taşrada ise yoksulluk, toplumsal cinsiyet kalıpları ve ailevi bağımlılık biçimleri içinde sıkışmış çocuklukları üretti.

Feminist sosyal politika literatürü çocukluğun kamusal bir hak alanı olmaktan çıkarılıp özel alana sıkıştırılmasını “refahın özelleştirilmesi” olarak tanımlıyor. Bu süreçte aile devletin sosyal yükünü üstlenirken, çocuk yoksulluğu gün geçtikçe derinleşiyor. Bugün Türkiye’de çocuklar krizin yükünü taşıyan aile sigortası haline geldiler. Bu durum yalnızca çocukluğu ortadan kaldıran bir yoksulluk biçimi değil, aynı zamanda toplumsal vicdanın ve kamusal sorumluluğun aşındığı etik bir çöküş hali.

Fotoğraf: Şehlem Kaçar / csgorselarsiv.org

“Çocuğun üstün yararı” da hukukta kullanılan bir kavram, “üstün yarar” ne demek? Çocuğun bir “hak öznesi” olması ne demek? Çocuğa özgü haklar dendiğinde ne anlamalıyız?

Çocuğun üstün yararı çocuğa ilişkin tüm karar ve uygulamalarda onun için en iyinin öncelikli olarak gözetilmesi anlamına gelir. Örneğin, boşanma, velayet veya koruma kararlarında çocuğun fiziksel, psikolojik, eğitimsel, sosyal ihtiyaçları çocuğun taleplerini de esas alacak biçimde yapılandırılmalı.

Çocuğun bir hak öznesi olması ise, onun sadece korunacak bir nesne değil, kendi haklarına sahip bir birey olduğunu ifade eder. Yani, çocuk eğitim, sağlık, korunma ve katılım gibi alanlarda kendisiyle ilgili karar süreçlerine katılma ve görüşlerinin dikkate alınması hakkına sahip olmalı.

Çocuk hakları dediğimizde çocuğun gelişimini, korunmasını ve katılımını güvence altına alan hakları anlıyoruz. Bunlar arasında korunma hakkı, hayatta kalma ve gelişim hakkı, eğitim ve kültürel gelişim hakkı, katılım hakkı, eşitlik ve ayrımcılıktan korunma, aile ile ilişkilerini sürdürme hakkı ve günümüzde giderek önem kazanan dijital hakları sayabiliriz.

Minguzzi cinayeti sonrasında, sorunun kaynağı olarak sistemi sorgulayanlar “cezasızlık” savunusu yapmakla suçlandı. Toplum olarak çocuklara dair hamasi sözlerimizde ne kadar samimiyetsiz olduğumuzu ifşa eden bir süreç yaşandı. Kimin çocuk sayılacağına artık ideolojik seçicilikle karar vermemiz isteniyor.

Ailenin, toplumun ve devletin çocuğa bakışı farklılıklar gösteriyor mu?

Yüzeyde farklılıklar olsa da özünde benziyor: Çocuğu bir yatırım nesnesi, geleceğin güvencesi olarak görmek ve araçsallaştırmak. Böylece çocuk, hiçbir düzeyde kendi iradesiyle var olamıyor. Bu bakış açısı çocuğun bugününü değil, yarının yetişkinini merkeze alıyor. Oysa BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin temel felsefesi çocuğun burada ve şimdi, kendi yaşamı üzerinde söz hakkına sahip bir özne olmasıdır. Çocuğu “geleceğe hazırlamak” adına bugünün haklarını gasp eden her politika çocukluğu ortadan kaldırır. Bu nedenle çocuk politikalarını yeniden düşünmek, toplumsal değerleri yeniden kurmakla eş anlamlı. Yeniden düşünmek, yalnızca sosyal bir mesele değil, ahlaki, politik ve demokratik bir zorunluluk.

Yıllar önce, sokakta çalıştırılan ve yaşayan çocukları merkezine alan bir hizmet modelinde çalıştım. Çalışma sokakta çocukla doğrudan temas kuran mobil ekiplerle yürütülüyordu. Gecenin kör saatinde kentin farklı noktalarında gece hayatının yürüdüğü mekânlarda kağıt mendil satmaya ya da dilenmeye çalışan çocukları koruma altına almaya çalıştığımızda, o mekânlardaki kişilerden gelen “Ne var canım, çocuk para kazanıyor, ayıp mı?” “Ne güzel, çalışıp ekmeğini çıkarıyor çocuk, gücünüz çocuklara mı yetiyor?” gibi eleştirilere çok maruz kalırdık. Bu cümleler bile bazı çocukların çocuk olabilmesinin neden mümkün olmadığının kanıtı. Sanki “ekmeği çıkarmak” çocuğun görevi ya da kendi çocuğunu gecenin bir yarısı çalışmak için kentin içkili bir mekânında yalnız bırakırmış gibi bir tutarsızlık var. Meselenin özünde çocukluğun bir hak öznesi olmasında bazı çocukların hiç şansının olmamasının kimseyi rahatsız etmiyor oluşu var.

Suça sürüklenen çocuk kavramına dönersek, çocuk nasıl suça sürükleniyor? Ailenin, toplumun ve devletin bu süreçteki rolü ne?

Bir çocuk suça sürükleniyorsa, bu bireysel bir tercihin sonucu değildir, toplumun yapısal kırılmalarının aynasıdır. Çocukların suça yönelimi yoksulluğun, adaletsizliğin, eğitime erişememenin, aile içi şiddetin ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu. Bu, toplumsal bir bilanço, kamusal sorumluluğun ihmalinin somut göstergesi. Neoliberal politikalar, kamu hizmetlerini daraltırken çocukları güvencesizliğin merkezine yerleştirdi. Devletin sosyal koruma kapasitesi zayıfladıkça, çocuklar kayıt dışı ve yasa dışı ekonominin içine doğar hale geldi. Bugün birçok çocuk sokak ekonomilerinin, yasadışı ticaretin, bahis ağlarının ya da enformel işgücünün bir parçası olarak büyüyor.

Yeni tip çeteleşme biçimleri, özellikle dijital ağlar ve kent çeperlerindeki gayriresmi topluluklar üzerinden örgütlenen yapılar “erkeklik”, “sadakat”, “güç” ve “kardeşlik” söylemleriyle bir aidiyet alanı kuruyor. Bu yapıların arkasında yalnızca bireysel suistimaller değil, siyasal ve ekonomik ilişki ağları da var. Suç ekonomisi, yoksulluk ve siyaset arasındaki geçirgen sınırlar, çocukları suçun değil, çaresizliğin öznesi haline getiriyor. Bu yapılar sistemin dışladığı çocuklar için sahte bir toplumsal kimlik sunuyor. Bütün bunların toplumsal cinsiyet boyutu da var elbette. Kız çocuklar genellikle evden kaçış, erken evlilik, istismar ve bakım yükü nedeniyle adalet sistemiyle temas ederken, erkek çocuklar ataerkil kültürün ürettiği güç, sadakat ve şiddet kodları üzerinden suç örgütlenmelerine çekiliyor. Böylece suça sürüklenme yalnızca sınıfsal değil, cinsiyetlendirilmiş bir süreç haline geliyor.

Devlet ise bu tablo karşısında sosyal politikalardan ziyade güvenlik politikalarına yönelerek, suçu çocuk açısından bireyselleştirerek, çocuğun içinde bulunduğu tüm koşulları yok sayarak, yapısal ihmallerini ve kurumsal sorumluluğunu görünmez kılıyor. Oysa bir çocuğun suça sürüklenmesi yetişkinlerin kurduğu adaletsiz düzenin sonucudur.

Resimler: Françoise Pétrovich

Minguzzi cinayeti davasında 18 yaşından küçük B.B. ve U.B. 24’er yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu olay çerçevesinde sistemi nasıl değerlendiriyorsunuz, ne oldu, ne olmalıydı?

Yargılama usûl ve esasları açısından durumu en doğru hukukçular değerlendirecektir. Kendi uzmanlık alanımdan ve genel çocuk hakları çerçevesinden bir değerlendirme yapmam gerekirse, en temel problem kapalı yürütülmesi gereken dava sürecinin farklı kaynaklar tarafından tüm ayrıntılarıyla kamuoyuyla paylaşılmasıydı. Elbette burada olayın şiddetinin ve toplumda yarattığı infialin etkisi var. Ancak, medyanın yetişkin ya da çocuk fark etmeksizin “mağdur haberciliği” ya da daha doğru bir ifadeyle “mağdurun medyada temsil dili” konusunda ciddi bir etik altyapı sorunu var. Bu nedenle, süreci medyadan takip edenler hem teknik hem de etik açıdan hatalı birçok bilgiye maruz kaldı. Bizim gibi sorunun kaynağı olarak sistemi sorgulayanlar “cezasızlık” savunusu yapmakla suçlandı. Tüm gelişmelere baktığımızda, hukuki alanda mevcut yasalara göre olması gereken oldu. Ancak, toplumsal açıdan düşünüldüğünde kişisel kanaatim toplum olarak çocuklara dair hamasi sözlerimizde ne kadar samimiyetsiz olduğumuzu ifşa eden bir süreç yaşandı. Kimin çocuk sayılacağına artık ideolojik seçicilikle karar vermemiz isteniyor. Örneğin, bir hırsızlık çetesi 14 yaşındaki bir çocuğu öldürüp bedenini yedi parçaya ayırıp kentin farklı noktalarındaki çöp konteynırlarına attığında, sadece bir gün, “ilginç bir olay” tadında üçüncü sayfa haberi olurken kimse o çocuğa ölmeden önce ve ölü bedenine yapılan işkenceyi konuşma, onun hakkını hukukunu savunma gereği duymadı. O gün bir çocuğa bu nasıl yapılır demeyenler, ki burada da önceliğim muhalefet de dahil çocukları korumakla yükümlü olan kamu erki, bugüne gelen yolun taşlarını döşemekten sorumludurlar. İktidarından muhalefetine tüm politika yapıcılar bugün çocukların içine düşürüldüğü durumların mimarlarıdır.

Tabloyu derinleştiren bir unsur da devletin çocukluk üzerindeki ideolojik tahakkümü. Dini eğitim politikaları, aile merkezli sosyal yardım modelleri ve cinsiyetçi normlar çocuğu ideolojik projenin taşıyıcısına dönüştürüyor. Devlet “koruma” söylemiyle “denetim” pratiğini meşrulaştırarak çocukluğu toplumsal kontrolün aracı haline getiriyor.

Bugünkü koşullarda çocuk cezaevleri nasıl yerler?

Fiilen çocuk cezaevleri şiddet ve istismar riskinin yüksek olduğu, psikososyal destek mekanizmalarının yetersiz kaldığı, eğitim ve rehabilitasyon süreçlerinin süreklilik göstermediği mekânlar. Birçok çocuk için cezaevi ilk kez sistematik şiddetle, baskı ve yalnızlıkla tanıştıkları yerdir. Eğitim adı altında yürütülen faaliyetler genellikle rutin ve biçimsel nitelikte, bireysel gelişimi, duygusal onarımı ya da topluma yeniden katılımı destekleyecek yeterlikte değil. Bunun en önemli göstergesi de çocukların suç mükerrerliği sayılarından görülebilir.

Çocuk koruma sistemi kurumsal olarak nasıl işliyor?

Çocuk koruma sistemi kurumsal olarak parçalı, politik olarak tutarsız. Sosyal hizmet birimleri sayıca yetersiz, kaynakları sınırlı. Eğitim, adalet ve sosyal politika kurumları arasında veri paylaşımı neredeyse yok. Yasal çerçeve “çocuk dostu” görünse de uygulama çoğu zaman cezalandırıcı. Koruyucu hizmetler yardım düzeyinde kalıyor, çocuk bir hak öznesi değil, riskli vaka olarak kodlanıyor. Bu da koruma sisteminin ruhuna taban tabana zıt.

Örneğin, sahada sosyal hizmet personeli çoğu zaman çocuğun yüksek yararını gözeten kalıcı bir koruma kararı almak yerine, kısa süre uygulanan kuruluş bakımı sonrasında aileye ayni yardım sağlayarak çocuğu yeniden kendi ekosistemi içine yerleştiriyor. Çünkü sistem çocuğu korumaktan çok aileyi idare etmeye odaklanmış durumda. Eğitim kurumları adalet ve sosyal hizmetle yeterince iletişim kuramadığı için, çocuğun okul devamsızlığı fark edilse bile erken uyarı sistemi devreye giremiyor, ancak suç isnadı olduğunda devlet harekete geçiyor. Kaldı ki, özenli ve çocuğun ihtiyacına yönelik bireyselleştirilmiş bir rehabilitasyon süreci yürütülmediği için sistemle onlarca kez temas eden çocukların sayısı da her geçen gün artıyor. Üstelik, yeterli ve zamanında müdahale yapılmadığı için suç isnadının niteliği de değişiyor ve şiddet dozu artıyor. Yani koruma sistemi reaktif, cezalandırıcı ve sınıflandırıcı bir mantıkla işliyor. Çocukları “risk grubu”, “suça eğilimli”, “uyumsuz” ya da “problemli vaka” kategorileri içinde tanımlıyor. Bu yaklaşım, çocuğun korunma hakkını ikincil hale getiriyor.

Bu tabloyu derinleştiren bir başka unsur devletin çocukluk üzerindeki ideolojik tahakkümü. Dini eğitim politikaları, aile merkezli sosyal yardım modelleri ve cinsiyetçi normlar çocuğu bağımsız bir hak öznesi olmaktan çıkarıp ideolojik projenin taşıyıcısına dönüştürüyor. Devlet “koruma” söylemiyle “denetim” pratiğini meşrulaştırarak çocukluğu toplumsal kontrolün aracı haline getiriyor. Çocuğu birey olarak değil, toplumsal disiplinin nesnesi olarak gören sistem adaletin ruhundan uzaklaşır. Bu sistem çocukları uyumlu ve problemli, başarılı ve başarısız, makbul ve tehlikeli gibi kategorilere ayırarak sınıflandırıcı bir mantıkla işler. Yani koruma sistemi, çocuğun potansiyeline değil, normlara ne kadar uyduğuna bakar.

Bu yaklaşımın en görünür örnekleri Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürürlüğe konan ve kamuoyunda tartışma yaratan projelerde görülebilir. Okullarda ceşitli tarikat gruplarıyla imzalanan protokoller, rehberlik ya da sosyal hizmet uzmanı yerine “manevi danışman” adı altında din görevlilerinin atanması, “dindar ve kindar nesil” yetiştirme hedefi bu tahakkümün somut göstergeleri.

Öte yandan, eğitimdeki ekonomik eşitsizlikler bu ideolojik sınıflandırmayı daha da derinleştiriyor. Kamu okullarında eğitim materyallerinin ve fiziki koşulların her geçen gün kötüleşmesine rağmen yeterli bütçe ayrılmazken özel okullarda okuyan çocuklar bireysel gelişimleri için akranlarının çok ilerisinde imkânlara sahip oluyor. Sınav sistemi de bu eşitsizliği kalıcı hale getiriyor. Ek desteklere ulaşamayan yoksul çocuklar eğitim yoluyla yaşamlarını değiştirme olanağından yoksun bırakılıyor. Böylece toplumsal adalet, çocukların sosyoekonomik konumlarına göre yeniden üretilen bir ayrıcalık sistemine dönüşüyor.

TÜİK verilerine göre, suça sürüklenen, güvenlik birimlerine gelen-getirilen çocukların sayısı 2024’te 178.834’ten 202.785’e yükselmiş. Yine 2024’te, suç dosyası nedeniyle hakkında karar verilen çocuk sayısı 211.946, verilen ceza kararı ise 63.712, bunun 43.128’i hapis cezası. Koruyucu-önleyici bir tedbir olan danışmanlık tedbiri ise 51.386 çocuk için verilmiş. Danışmanlık tedbiri ne demek? Neden tüm çocuklara değil bir bölümüne veriliyor?

Danışmanlık tedbiri 5395 sayılı kanun kapsamında, çocuğu ve onun sosyal ekosistemini (aile, okul vb.) kapsayan, koruyucu ve önleyici hizmetlerin planlı bir şekilde sunulmasını öngören bir müdahale. Bu tedbir çocuğun risk faktörlerini analiz ederek azaltmayı ve çocuğun gelişimi ile sosyal çevresinde planlı değişimler yaratmayı amaçlar. Danışmanlık tedbiri hem çocukları hem de sosyal eko-sistemlerini sosyal, psikolojik ve eğitsel açıdan destekleyerek suça sürüklenmelerini önlemeyi amaçlayan bir önleyici müdahale olarak tasarlanmıştır. Bu tedbir çocuğun davranışsal risklerini ve aile-çevre kaynaklı olumsuz etkenleri sistematik olarak ele alarak psikolojik danışmanlık, sosyal hizmet takibi, eğitim destek programları ve aile rehberliği gibi çok boyutlu müdahaleleri içermeli. Böylece çocuk yalnızca bir “riskli vaka” olarak görülmek yerine, potansiyelini geliştirebileceği, hak temelli ve destek odaklı bir süreç içinde ele alınır. Ancak, kaynak yetersizliği, personelin nitelik eksikliği, kurumsal kapasite zayıflığı, kurumlar arası veri paylaşımının ve destekleyici işbirliği modelinin olmaması nedeniyle evrak ya da dosya takibine indirgenmiş durumda.

Sosyal hizmet çalışanları olarak 2005’ten itibaren kurumsal hizmetlerin niteliksizleştirilmesinin varacağı yeri eylemlerle, basın açıklamalarıyla anlatmaya çalıştık. Örgütlü olduğumuz sendika dahil, kamu erkinin hiçbir gücü sözümüzü duymadı. Dikkat çektiğimiz sorunların üzerine gidilseydi bu kadar ağır, travmatik bir tabloyla yüz yüze kalınmazdı.

Çocukların suça itilmesini önleyecek bir çocuk koruma sistemi nasıl olmalı?

Gerçek bir çocuk koruma sistemi hak temelli, kamucu ve bütüncül olmak zorunda. Koruma yalnızca tehlikeden uzak tutmak değil, çocuğun yaşam koşullarını dönüştürecek yapısal politikaları inşa etmek demek. Bu sistem üç ana eksende yeniden kurulmalı. İlki sosyal adalet ve eşitlik. Yani, çocuk yoksulluğunu azaltmadan hiçbir adalet sistemi sürdürülebilir olamaz. Her çocuk için ücretsiz ve nitelikli eğitim, beslenme, sağlık ve barınma hakkı güvence altına alınmalı. İkincisi erken uyarı ve koruyucu mekanizmalar olarak özetlenebilir. Okul, sağlık ve sosyal hizmet kurumları entegre biçimde çalışmalı, risk altındaki çocuklar yalnızca tespit edilmemeli, güçlendirilmeli. Sosyal hizmet uzmanları mahalle ölçeğinde çalışmalı, belediyeler bu sistemin yerel omurgasını oluşturmalı. Son olarak onarıcı adalet ve rehabilitasyon ekseni gelir.Yani, suça sürüklenen her çocuk için bireysel rehabilitasyon planı hazırlanmalı, cezalandırma yerine eğitsel, psikososyal ve toplumsal entegrasyon süreçleri işletilmeli. Koruma sistemi yerelleşmeli, sivil toplum, akademi ve kamu arasında kalıcı bir işbirliği ağı kurulmalı.

Nitekim, ben ve benim gibi düşünen koruma sistemi içinde çalışanlar, bu konuda en önemli mücadelelerden birini sendikal örgütlenmemiz sırasında da verdik. Özellikle sosyal hizmet çalışanları olarak 2005’ten itibaren, kurumsal hizmetlerin niteliksizleştirilmesine ve hizmet kurumlarının tek tek tasfiye edilmesine karşı çok ciddi mücadele verdik ve bu değişimin toplumsal maliyetine dikkat çekmeye çalıştık. Bugün gelinen aşamayı 20 yıl öncesinden görüp üç-beş kişi bile olsak her yerde eylemlerle, basın açıklamalarıyla sesimizi duyurmaya, meselenin varacağı boyutu anlatmaya çalıştık. Üzülerek söylüyorum ki, örgütlü olduğumuz sendika dahil, kamu erkinin hiçbir gücü bizi ciddiye alıp sözümüzü duymadı. O gün bizim dikkat çektiğimiz sorunların üzerine gidilseydi sistem bu derece tıkanmaz ve bu kadar ağır, travmatik bir tabloyla yüz yüze kalınmazdı.

Çocuğu suça sürükleyen koşullarla mücadele eden bir sistem kurulmadıkça adalet kâğıt üzerinde kalır. Çocuk koruma bir lütuf değil, kamusal bir yükümlülüktür. Sosyal devletin yeniden inşası çocuk adaletinin ön koşuludur. Suçla değil çocukla ilgilenen bir sistem kurulmadıkça adalet değil, yalnızca mücadele sürer.

2025 yılında şu âna kadar iş cinayetlerinde en az 78 çocuk yaşamını yitirdi. Çocuk ölümlerinin, çalışırken yaşamını yitiren çocukların sayısının bu denli çok olması ne anlama geliyor?

Çocuk ölümleri bu ülkede en az tartışılan konulardan biri. Eskiden de öyleydi, şimdi de öyle. Bu konuda karnemiz maalesef çok zayıf. Bizim hiçbir zaman gerçek anlamda bir çocuk koruma politikamız olmadı. Çocukları sistemden de ailelerinden de akranlar arasındaki sorunlardan da bu nedenle koruyamıyoruz. Tekrara düşmek pahasına yinelemek gerektiğini düşünüyorum. Bir çocuk politikamız yok, çünkü bu politikasızlığın kendisi bir politika. Sistemi kuran ve yürütenler çocukların bugünkü varlığını görmezden gelip onları gelecek gibi belirsiz bir zamana öteledikleri sürece toplumsal, siyasal ve ekonomik alanda yaşanan her çözülmenin bedelini çocuklar maalesef hayatlarıyla ödemek zorunda kalmaya devam edecek.

Çocukluk kamusal bir hak alanı olmaktan çıkarılıp piyasa dinamiklerine teslim edilince, eğitim ve sağlık hizmetleri özelleştirilince sosyal korumanın daralması ve çocuk emeği sömürüsü normalleşiyor. Bugün çocuklar için hayatta kalma mücadelesi konuşuluyor. Bu durum çocukluk statüsünün tarihsel bir geri çekilmesini temsil ediyor. Bu koşullarda çocuklar hayatta kalabilmek için yetişkin rollerine itiliyor. Kayıt dışı ve yasa dışı ekonomi, bu sürecin hem nedeni hem sonucu. Kent yoksulluğunda büyüyen çocuklar ya ailelerinin geçim yükünü omuzluyor ya da yasa dışı örgütlenmelerin ağına düşüyor. Sorun yalnızca ekonomik değil, kültürel de, toplumsal çözülme, dayanışma ağlarının dağılması, kamusal kurumlara güvenin azalması gençleri devlet dışı otoritelerle ilişkilendiriyor. Bugün mesele çocukların geleceği değil, var kalabilmeleri. Çocukluk politik olarak tasfiye ediliyor, yerini erken erişkinleşmiş, risk altında hayatta kalmaya çalışan kuşaklar alıyor.

^