KÜRESEL MEDYA GEZİNTİSİ

Ragıp Duran
24 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI

Pandemi toplumları nasıl etkiledi, bireylerde neleri, nasıl değiştirdi? Hangi duygular öne çıktı, hangileri geri çekildi? Felsefeciler, tarihçiler, sosyologlar, edebiyatçılar korona günlerinin duygu-düşünce haritasını çıkarıyor. Bu hafta, Küresel Medya Gezintisi’nde Le Monde’un 10 söyleşiden oluşan “Covid-19 halet-i ruhiyesi” dizisine demir atıyoruz.
Virüs serisi’nden, 2020 Antoine d’Agata

Yeni yılın ilk ayının üçüncü haftasının genel manzarasını verelim önce: Batı dünyası Trump’ın valizlerini toplayıp Florida’ya gitmesiyle büyük bir rahatlık yaşadı. Gerçi özellikle ABD medyası şimdi Trump sonrasını tasarlıyor, tartışıyor: Azil, soruşturma, açılan yaraların kapanması, Biden’ın enkazı kaldırıp yeniden birliği sağlamaya yönelik çalışmaları hakkında çok sayıda haber ve yorum yayınlandı. Bu süreçte iki tarih çok sık geldi gündeme: 6 Ocak ve 20 Ocak. İlki Capitol baskını ya da darbe girişimi, ikincisiyse Biden’ın göreve başlama töreni. Normalde bu törenin resmi adı devir-teslim töreni, ama Trump bir an önce golf oynamak istediği için Washington’u erken terk edip törene katılmadı.

Karanlık bir dört yıl sona erdi Beyaz Saray’da ve ABD’de, ama bugünden nasıl çıkılacağı konusunda kimse açık seçik bir yol haritası öneremiyor henüz. Gerçi Biden’ın ilk gün imzaladığı 17 Başkanlık Kararnamesi birtakım ipuçları verse de, oluşturduğu yönetim kadrosunun ABD tarihinin etnik köken olarak en renkli, en zengin ekibi olması da çok haber ve yoruma konu oldu. Biden yönetiminden umutlananlar sadece Siyahlar, Kahverengiler, Latinolar, Yerliler, Asya kökenliler olmadı. LGBTİ+ ile engelliler de artık haklarının teslim edilmesi için adımlar atılacağı beklentisiyle durumdan memnun.

Post-Trump iklimi

Sonuç olarak, 6 Ocak’ta ABD demokrasisi önemli bir sınav geçirirken zaafları gündeme geldi ve tartışıldı, aşırı-sağcılık, ırkçılık, beyazların üstünlüğü gibi siyasi-ideolojik akımların teşhir edilmesi açısından önemli bir gelişme kaydedilmiş oldu. 20 Ocak’ta ise yeni bir başlangıcın havai fişeği atıldı. “ABD’yi militaro-sanayi kompleksi yönetiyor, Beyaz Saray’da kimin oturduğu önemli değil. ABD eski ABD’dir, emperyalist hatta faşist bir devlettir” tezini savunanlarla, “Biden, kendisini destekleyen Siyahlar, diğer azınlıklar hatta solcular sayesinde klasik bir ABD Başkanı olmayacak. Gerek içeride gerekse dışarıda daha demokrat bir Amerikan yönetimi göreceğiz görüşünü savunanlar arasında yürüyor tartışma.

Duygular tarihçisi Hervé Mazurel, 400 kişinin rüya öykülerini bir psikiyatristle birlikte incelediğini, rüyaların çoğunlukla kapanma, yalnızlık, korku, çaresizlik ve savaş temalarını içerdiğini söylüyor.

İşin medyatik kısmına baktığımızda, hiç kuşku yok ki, dört yıllık Trump yönetimi, ABD’nin yerleşik medyasını daha demokrat, daha özgürlükçü, daha muhalif bir medya haline getirdi. New York Times, Washington Post, Los Angeles Times gibi yerleşik düzenin üç büyük gazetesi, Trump döneminin ilk gününden son gününe kadar bağımsız bir muhalefet anlayışını haber ve yorumlarıyla çok iyi bir şekilde somutlaştırdı. ABD medyasının Biden yönetimine ilk başta açık çek verdiği de belli. Önümüzdeki dönemde Biden’a yönelik gelişmesi beklenen sınırlı, koşullu, eleştirel destek Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin Biden’a karşı takınacağı tutumla da farklı biçimler alabilir.

Biden’ın yemin töreninde yaptığı konuşmada üzerinde durduğu gibi, “yalan haberler”, “alternatif gerçekler” çağı hiç olmazsa Beyaz Saray katında kapanmış görünüyor. New York Times’ın logosunun altına henüz yerleşmedi, ama tanıtım, promosyon, reklam metin ve malzemelerinde kullandıkları slogan, “Gerçek belirleyicidir”. Eskiden kullandıkları resmi slogan olan “Yayınlanmaya değer bütün haberler” şiarından daha anlamlı. Washington Post da altta kalmıyor ve “Demokrasi karanlıkta ölür” sloganıyla aydınlıktan ve gerçeklerden yana olduğunu bas bas bağırıyor.

Bu arada Los Angeles Times’da da bir sevinç bir sevinç, sormayın. “Bizim kız başkan yardımcısı oldu” diye manşet çekmediler ama, Kamala Harris’in resmi yayın organı gibi yayın yapıyor LAT. Gazetede şimdiye kadar çıkan Harris haberlerini derleyip bir kitapçık bile satışa sunmuşlar. Los Angeles Times’ın sitesinde Covid-19, Aşı, Hastaneler, Açık-Kapalı Mekânlar, Siyaset ve Lakers gibi etiketlerin yanı sıra Kamala Harris diye özel bir banner bulunuyor.   

Faydalı-kullanışlı haberler

Covid-19 dünyanın bütün medya organlarında hâlâ manşetlerin kötü çocuğu. Bu aralar aşı meselesi ön plana çıkmış durumda. Stokların yetersizliği, aşının etkisinin henüz tam olarak belirlenmemiş olması haber ve yorumların başlıca konusu. Şunu da belirtelim ki, NYT olumlu ve başarılı bir gazetecilik örneği vererek her gün düzenli aşı istatistikleri yayınlıyor. Kaç eyalette, kaç merkezde öncelik grubundan kaç kişi aşılandı. Ülke çapında toplam aşılanan yurttaş sayısı ve öncelikli grubun yüzde kaçının aşılandığı günbegün liste halinde veriliyor.

Pandeminin medya üzerindeki önemli olumlu etkilerinden biri de “news to use” (faydalı-kullanışlı haberler) tabir edilen haberlerin çoğalması oldu. Kapanma nedeniyle insanlar evlerinden pek çıkamadığı için, bizim klasik/geleneksel basılı günlük gazetelerimiz, bir yandan internet sitesindeki yayınlarını multimedyaya dönüştürdü, bir yandan da içerikte yurttaşın/okurun acil günlük ihtiyaçlarına cevap verebilecek bilgileri haber halinde daha çok yayınlamaya başladı: Bugün açık olan dükkânlar, bugün evde izleyebileceğiniz yeni filmler, internet’ten sipariş verebileceğiniz restoranlar, vs. 

Basılı gazetenin internet sitesini multimedya haline getirmesi sayesinde, okur istediği video kliplere, dinlemek istediği podcast’lere de buradan ulaşabiliyor. Böylece gazetenin internet sitesi, hem gazete, hem TV, hem de radyo işlevini görüyor. Bu alandaki öngörüleri sayesinde küçük ve orta çaplı da olsa çeşitli video yapım ve podcast şirketlerini satın alıp gazetenin bünyesine yerleştiren New York Times hem ticari hem de yayın açısından olumlu örneklere imza attı.

Bütün Batı gazetelerinin ortaklaşa işlediği konulardan biri de Facebook/Twitter örneğinden yola çıkıp, teknoloji devlerinin kişisel verilerin korunması, yapay zekâ, algoritmalar bağlamında tek tek yurttaşların özel bilgilerinin/verilerinin reklam ve diğer amaçlarla kullanılmasıydı. WhatsApp’dan göç, Signal, Viber, Telegram ve Discord’un yararları ve zararları üzerine haber kılıklı reklamlar da çok yer kapladı geçen hafta.

The Guardian, Le Monde ve Libération cephesine baktığımızda, onlar da geçtiğimiz haftayı kaçınılmaz olarak “Trump gitti/Biden geldi” haber ve yorumlarıyla geçirirken, Covid ve aşı meseleleri de hep gündemde kaldı. AB’den çıkmış İngiltere’nin Washington’la ilişkisinin, doğal olarak AB’nin Biden yönetimiyle ilişkisinden farklı olabileceğini sık işledi The Guardian.

Fransa’da ensest konusu hâlâ gündemde. Hatta MeTooIncest sosyal medyada tavan yapmış durumda. Libération Uygur meselesini deşmeye devam ediyor. Le Monde “Fransız tipi İslâmiyet” alanındaki tartışmalara geniş yer vermeyi sürdürüyor. 

21. yüzyılın başında literatüre giren “solastalji” ekolojik bir felaket yaşamanın yol açtığı psikolojik sıkıntının adı. “Nostalji” ilk başta “sıla hasreti”ni karşılamak üzere kullanılan bir deyimdi. Giderek “geçmişe özlem” olarak kullanılır oldu.

Covid duyguları ve rüyaları

Bu haftaki odak noktamız Le Monde’da 2020 sonu, 2021 başında yayınlanan 10 söyleşilik dizi: “Mahremiyetin Düşünürleri”. Gazetenin editörlerinden Nicolas Truong pandemi ve güvenlik önlemlerinin yoğunlaştığı bir dönemde bir grup felsefeci, tarihçi ve yazarla “hayatın bugünkü evresindeki adımları ve yaraları” konuştu, tartıştı.

Truong sunuş yazısında, pandemi gibi küresel boyutlardaki bir olgunun tek tek insanların ruh halinde, kültürel-entelektüel algılamalarında, duygusal dünyalarında ne tür değişimlere ne şekilde yol açtığını, aslında Antik Yunan çağındaki filozoflardan beri konunun deşildiğini anlatıyor. “Entelektüel hayatın duygusal dönüm noktası” başlıklı girizgâhta, tek tek insanların duygusal yapılarının sonuç olarak toplumsalda inşa edildiği belirtiliyor öncelikle. Pandeminin yarattığı korku, belirsizlik, karışıklık döneminde bilimin yetersizliği ortaya çıkarken rasyonel düşünce ve tutumlar zayıflıyor, duygusal tutumlar öne çıkıyor.

Dizinin ilk söyleşisi Bourgogne Üniversitesi’nden Hervé Mazurel’le. Başlık “En önemsiz, en sıradan, mekanik olarak yaptığımız jestler bile bir endişe kaynağı haline geldi”. Duygular tarihçisi ve müzisyen Mazurel kapanma ve virüse karşı alınan önlemlerle birlikte, bozuk para alıp vermek, saymak, asansörün düğmesine basmak, bankamatiğin tuşlarına basmak gibi her gün yaptığımız işlemlerin bir endişe, hatta korku kaynağı haline geldiğini hatırlatıyor. Maske takarak hem nefes ve koku alma yetenek ve alışkanlığımızın bozulduğunu hem de başkalarına bakarken ya da başkaları bize bakarken yüzümüzün sadece yarısının gözükmesi ya da bizim karşımızdakinin yüzünün sadece yarısını görmemizin görsel alanımızı sınırladığını ve değiştirdiğini anlatıyor. Herkesin maskeli olduğu bir ortamın açık hava da olsa dev bir hastane ortamına dönüştüğünü saptıyor. Mazurel 400 kişinin rüya öykülerini bir psikiyatristle birlikte incelediğini, rüyaların çoğunlukla kapanma, yalnızlık, korku, çaresizlik ve savaş temalarını içerdiğini söylüyor.

Nostalji ve “solastalji”

Dizinin ikinci uzmanı çağdaş ve İmparatorluk dönemi Fransa uzmanı Thomas W. Dodman. Columbia Üniversitesi’nde ders veren Dodman’ın yeni kitabı Nostalji Neydi: Savaş, İmparatorluk ve Ölümcül Duygular Dönemi. Dodman’ın söyleşisinin başlığı “Popülizmler nostalji politikasının ağır etkisini gösteriyor”.

Aslında 21. yüzyılın başında literatüre giren “solastalji” ekolojik bir felaket yaşamanın yol açtığı psikolojik sıkıntının adı. Daha eski bir kavram olan “nostalji” ilk başta “sıla hasreti”ni karşılamak üzere kullanılan bir deyimdi ve nostalji de solastalji gibi tıbbi bir hastalık olarak ele alınıyordu. Sömürgeci Fransa Cezayir kırsalında, Fransız köy ve kasabalarına çok benzer yerleşim merkezlerini, borsada işlem gören büyük şirketlerin maddi katkılarıyla inşa edince, nostaljinin tıbbi bir sorun olmadığı ortaya çıktı. Ve giderek “geçmişe özlem” olarak kullanılır oldu. Sağın nostaljisi ile solun melankolisi aynı kaynaktan mı besleniyor? Pandemide de, “eskiden her şey daha iyi, daha güzeldi” mantalitesi güç kazanıyor. Bir de, insanların geçmişle ilişkilerinde, sürekli olarak devre dışı kalma, başkaları, özellikle de yeni gelenler tarafından saf dışı edilme korkusu var. Genel olarak sağ, özel olarak Trump bunu çok iyi kullandı. Orta-Batı ABD’deki beyazlar giderek varlıklarını kanıtlayan Siyahlar, Latinolar, LGBTİ+’lar, Müslümanlar karşısında statülerini kaybetme korkusu yaşadı. Bu dönüşümün başlangıç noktasıysa ‘80’lerde öne çıkan neoiberalizm. Şunu da hesaba katmak gerek: Covid’le ABD’deki Siyah Hayatlar Önemlidir ve MeToo hareketi ile ekolojik felaketler arasında birebir bağlantılar var. Neoliberalizmin betonseviciliği doğanın ve hayvanların dengesini altüst etti.

“Yalnızım, dayanışmalar içinde”

Dizinin üçüncü söyleşisi romancı, denemeci Belinda Cannone’la. Başlık “Aşk arzunun varlığımızdaki yeni yeriyle altüst olmuş durumda”. Cannone “ben hiçbir yerin insanıyım” diyor. Sicilya kökenli, Tunus doğumlu, Korsika’da üniversitede edebiyat dersleri vermiş. “Ben bir denizim” (Akdeniz) ve “Ben yazdığım dilim” diyen Cannone Albert Camus’yü alıntılıyor: “Yalnızım, dayanışmalar içinde.” Romancının bir tutkusu da tango. Çünkü, özellikle pandeminin kanıtladığı üzere, insanlar arasında fiziksel temasın büyük ölçüde azaldığı bir dönemde, tango, dans ettiğiniz insanın hareketli vücudunu olduğu gibi kavrama fırsatı veriyor. Cannone aşk, edebiyat, tango ve hayret etme duygusuyla insanlığın içine düştüğü sıkıntılardan ve yalnızlıklardan kurtulabileceğine inanıyor.

Ben bir denizim” (Akdeniz) ve “Ben yazdığım dilim” diyen Belinda Cannone Albert Camus’yü alıntılıyor: “Yalnızım, dayanışmalar içinde”.

Arzu ile zevk alma arasındaki temel farkı açıklarken, arzunun çoğul, bir başkasıyla etkileşim halinde, zevkin ise tek başına hissedilen bir duyu olduğunu belirtiyor. Pandemide kapanmaların, sokağa çıkma yasaklarının, tek tek insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinden birinin de fiziki temastan mahrumiyet olduğunu söyleyen Cannone ilk kapanma döneminde, insanların yapacak başka bir şey bulamadıkları için sosyal medyada içlerini dökme olanağına başvurduklarını hatırlatıyor. Yazar hayret etmek hakkında şöyle diyor: “Hayret etmek mahrem bir hareketin sonucunda ortaya çıkar. Öyle bir iç düzenleme oluşur ki, pencereden gördüğüm manzara ya da karşımda duran adam bir olay haline gelir.” 

“Eski normal”den kopuş

“2020, belki de kabul etmemiz gerekir ki, bizi acı vererek bir başka türlü yaşamak zorunda kalacağımız fikrine hazırlıyor” başlığıyla sunulan dördüncü söyleşi felsefeci Claire Marin’le. Toplumsal, ailesel, kişisel ayrılıklar/kopmaların yanısıra yas ve hastalık konusunda çalışmalar yapmış olan Marin kapanmada, fiziki kapanmadan ziyade, psikolojik kapanmanın söz konusu olduğunu belirtiyor, “ev” kavramının da pandemiyle anlam ve işlev değiştirdiğini hatırlatıyor.

Ev bir dinlenme mekânıydı, şimdiyse aynı zamanda bir tutuklanma mekânı haline geldi” diyen felsefeci, salgının başlangıcında medyada, kamuoyunda, günlük sohbetlerde sık sık kullanılan “Covid sonrası dünya” ibaresinin belirsizlik nedeniyle artık neredeyse tedavülden kalktığını söylüyor. Hastalığın “korkunç bir kimlik kaybı”na yol açtığını hatırlatan Marin çevrimiçi işler, evden çalışma ve fiziki temas eksikliğinin de eski normalden kopmanın somut unsurları olduğunu belirtiyor. Bu tür özel uygulamaların ne kadar süreceğinin belli olmaması bir yana, tanımı değişen ev kavramının yerine geçebilecek yeni bir mekân yaratılmasının da güç olduğu kesin. 

Mektubunda diyorsun ki…

Beşinci söyleşi I. Dünya Savaşı’nda mahremiyet konusundaki çalışmalarıyla tanınan tarihçi Clémentine Vidal-Naquet’yle. “Barış dönemlerinde sessiz kalan mahremiyetler, savaş döneminde birden bire görünür olur” başlıklı söyleşide Vidal-Naquet çiftler açısından bugünkü pandemi dönemindeki kapanmalar ile I. Dünya Savaşı’ndaki durumun birbirine hiç benzemediğini söylüyor. Çiftler savaşta apayrı mekânlarda yaşıyordu. Asker cephede, eşi evdeydi. Pandemi dönemindeyse, tam aksine, çiftler sürekli olarak evdeydi, belki de gereğinden fazla uzun süre birlikte yaşamak zorunda kaldılar.

I. Dünya Savaşı sırasında günde 5 ila 6 milyon mektup cepheden evlere, evlerden cephelere gidiyordu. Siperlerdeki askerlerin eşlerine, anne babalarına yazdığı bu mektupları inceleyen Vidal-Naquet, yazılan/söylenen ile hissedilen arasında her zaman fark olacağını kaydediyor. Yine de bir aile yakınına ya da eşe veya sevgilisine mektup yazan bir askerin hem çevresindeki olay ve gelişmeleri hem de bireysel hissiyatını, resmi raporlara ya da üstlerin yazdığı belgelere oranla daha gerçekçi bir şekilde kaleme alması kuvvetle muhtemel. Vidal-Naquet bugün artık kimsenin kimseye mektup yazmadığını, ama özellikle kapanma döneminde sosyal medya aracılığıyla gerek ikili gerekse çoklu yazışmaların arttığını ve bunlar incelendiğinde ilginç, önemli ipuçları elde edilebileceğini söylüyor.

Çiftler arada bir tek olmak ister

Sırada 1968 doğumlu “felaket felsefesi” uzmanı Pierre Zaoui var. Esas uzmanlık alanının yanısıra son yıllarda evli ya da birlikte yaşayan çiftler üzerine çalışan Zaoui gençliğinde Troçkist olmuş, ‘89’da Duvar yıkılınca umutlanmış, sonra AİDS’e karşı mücadelede yer almış. Söyleşinin başlığı “Bir çiftte son derece önemli olan şey, diğerine nefes alma özgürlüğü tanımaktır.”

Aslında, çift olma halinin bir eksikliği giderme isteğinden kaynaklandığı tespitini yapan Zaoui “Bütün çiftlerde taraflar sürekli olarak bir gün kirişi kırmayı, bir başka mekânda yaşamayı düşler” diyor. Bunun ille de her an ayrılmak isteği olmadığını, çiftlerin yaşadıkları o normal çift hayatının dışında da, arada sırada olsa da gidebilecekleri başka, özgür ve kişisel bir alanları, mekânları olması gerektiğini savunuyor. Pandemide çiftlerin zorlandığını kaydeden filozof, salgının çiftlerde bencilliği, başkasına, hatta en yakınındakine özen göstermemek gibi olumsuzlukları tetiklediğini söylüyor.

Salgının başlangıcında medyada, kamuoyunda, günlük sohbetlerde sık sık kullanılan “Covid sonrası dünya” ibaresi belirsizlik nedeniyle artık neredeyse tedavülden kalktı.

Sıkıntı yorar, sevinç dinlendirir

Eric Fiat felsefe profesörü, bir oda orkestrasında viyolonsel çalıyor, Brel ve Brassens tutkunu, üniversitede Tıp Etiği disiplinini master düzeyine çıkaran akademisyen. Söyleşinin başlığı “Sıkıntı kadar yorgunluk verici, sevinç kadar yorgunluk giderici bir şey yoktur”. 

Yorgunluğa Övgü kitabının yazarı, yorgunlukların farklı olduğunu hatırlattıktan sonra pandemi kapanmalarının sadece maneviyatımızı, ruhumuzu değil, fiziğimizi de olumsuz etkilediğini saptıyor. Düzenli olarak egzersiz yapan sporcuların yanısıra her zamanki yürüyüşlerinden, fiziki aktivitelerinden salgın nedeniyle mahrum kalan insanların kaslarında sorunlar ortaya çıktığını hatırlatıyor.

Fiat ayrıca, kapanmalar nedeniyle insanların altüst olan günlük ritimlerinin uyku süresini kısalttığını saptamış; bu da ek bir yorgunluk faktörü. Ders verdiği hemşire ve sağlık emekçilerinden öğrendiklerini aktarırken “Bir hastayı sevmeden onu nasıl tedavisi edersiniz?” ya da “Cumartesi-pazarı olmayan, doğru dürüst dinlenemeyen, hatta evine bile uğrayamayan doktor ve diğer sağlık çalışanları nasıl verimli olabilir?” gibi sorularla karşı karşıya kaldığını söylüyor.  Bazı soruların ne yazık ki cevabı yok.

İktidar ve gece

“Hassas demokrasinin düşünürü” olarak adlandırılan Michael Foessel aslında bir “gece filozofu”. Zaten yeni kitabının adı Gece. Söyleşinin başlığı “Mahremiyet ne devletin ne toplumun hatta ne de tıbbın müdahale alanıdır, varlığımızın bir parçasıdır”.

Foessel, kendisi de Covid geçirdiği için, önce mahrem, kişisel tıbbi bir sorun olan hastalıkla artık küresel, kamusal ve genel bir sorun olan Covid arasındaki ilişkiyi deşiyor. Ve kişisel olarak hastalıkla muhatap olmanın özgünlüklerine değiniyor. Mahremin de hastalığın da son derece politik alanlar olduğunu hatırlatan filozof, pandemi kapanmaları döneminde yurttaşların mahremiyetinin klavyeler ve ekranlar aracılığıyla ortadan kalktığını hatırlatıyor. Bu dönemde test, hastane kayıtları şimdi de aşı kayıtları ve çeşitli bilgisayar uygulamaları nedeniyle artık yurttaşların tüm kişisel, özel, hatta mahrem bilgilerinin devletin eline geçtiğini belirtiyor.

Gece sokağa çıkma yasağı konusunda da ilginç görüşleri var: “Virüsün gece faaliyet kapasitesi konusunda uzman değilim. Ancak gecenin en önemli özelliği karanlık olması. Dolayısıyla denetleyici bir gözün karanlıkta ne olup bittiğini görmesi neredeyse imkânsız. Bu nedenle geceyi olduğu gibi yasaklamak, denetlemek isteyen güç açısından bir çare ya da bir çaresizlik olarak anlaşılabilir. Salgından hemen önce zaten bir güvenlik krizi vardı. İkisi de geceden hoşlanmaz. 1938’in Fransız gazetelerini okuduğumda o dönemde de otoriter söylemin yükseldiğini, siyaset dünyasında duyarsızlığın neredeyse iyi bir şeymiş gibi sunulduğunu gördüm. Bugün Avrupa’da olduğu gibi.”

Brel ve Brassens tutkunu felsefe profesörü Eric Fiat: “Sıkıntı kadar yorgunluk verici, sevinç kadar yorgunluk giderici bir şey yoktur”. 

Erkek şiddeti

Dizinin son söyleşisi kapitalizmin duygularının sosyoloğu olarak tanınan Eva Illouz’la. Başlık “Kadınlar artık onurlarını mahremiyette arıyor”. Illouz 1961’de Fas’ta doğmuş, Fransa’da akademisyen, başka dillere de çevrilen iki kitabı var: Kapitalizmin Duyguları ve Aşkın Sonu: Çağdaş Belirsiz Bir Sıkıntı Hakkında araştırma.

Illouz özetle şunları anlatıyor: Covid karantina nedeniyle çiftleri, aileleri apartman dairelerine kapattı. Halbuki kapitalist şehir planlamacılığı ve kapitalist inşaat sektörü, konutları kalabalık ailelerin uzun süre bir arada yaşayacağı şekilde tasarlamamıştı. Salon, yemek odası, tuvalet gibi mekânlar ortak kullanılıyordu ve mahremiyet bu koşullarda minimuma indi. Yoğun bir nüfusla dar bir alanda bu kadar uzun süre iç içe yaşamak, Çin örneğinde görüldüğü üzere, kitlesel olarak boşanma başvurularına yol açtı. Mahremiyetin azaldığı ortamlar, erkek egemenliğinin ve şiddetinin de arttığı ortamlar aynı zamanda. Covid döneminde kadınlara yönelik şiddetin artması tesadüfi değil.

Bu haftanın küresel medya gezintisi böyle noktalanıyor. Ama şarkısız gezinti olmaz. Iggy Pop’u dinleyerek bitirelim: “Dirty Little Virus”….

^