105. YILDÖNÜMÜNDE EKİM DEVRİMİ

Foti Benlisoy, Y. Doğan Çetinkaya
7 Kasım 2022
Giangiacomo Spadari, "Propaganda", 1969
SATIRBAŞLARI

Bundan beş sene evvel The Guardian gazetesinde Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümü dolayısıyla yayımlanan editoryal makale, Vasily Grossman’ın Yaşam ve Yazgı adlı romanına atıfla sona eriyordu. Romanda iki yıllanmış Bolşevik, 1942 yılında kendilerini Stalin’in çalışma kamplarından birinde bulurlar. Aralarından daha genç olan Abarchuk, devrime hâlâ inanmakta ve kampa bir yanlışlık eseri olarak gönderildiğini sanmaktadır. Daha yaşlı olan akıl hocası Magar ise durumu ondan çok daha farklı değerlendirir. İki yoldaşın –daha sonra son konuşmaları olduğu anlaşılacak– bir sohbetleri esnasında, Magar kampa bakar ve yılların devrimci tecrübesini çok basit bir biçimde özetler: “Nasıl bir yanlış” der Abarchuk’a, “bu bizim yanlışımızın sonucu.[1]

The Guardian’ın bu pasajı seçmesi tesadüf değil elbette: Ekim Devrimi artık –üstelik vahim, hatta cinai cinsinden– bir yanlış, tarihsel bir hata olarak anılıyor. Devrimin sene-i devriyeleri, olsa olsa bu yanlışın yol açtığı felâketler üzerine tefekküre dalmanın vesilesi sayılıyor.

Hâkim anlatıya göre, sosyalist bir devrim bugün yeniden gerçekleşecek olsa yine ve ister istemez “totalitarizme” sebep olarak insanlık için büyük bir felâkete yol açacaktır. Bu açıdan bakıldığında sonuç katidir: Devrim gereksizdir, muhakkak kaçınılması gereken bir tehlikeden ibarettir.

Hâkim anlatıya göre, sosyalist bir devrim yeniden gerçekleşecek olsa yine ve ister istemez “totalitarizme” sebep olarak insanlık için büyük bir felâkete yol açacaktır. Bu açıdan bakıldığında sonuç katidir: Devrim gereksizdir, kaçınılması gereken bir tehlikeden ibarettir.

Tarihçi Sheila Fitzpatrick, Ekim Devrimi’nin 100. yılında devrime dair yorumların büyük çoğunluğunda ortak bir nitelemenin söz konusu olduğunu belirtir. Bu, bazen “utanç verici” gibi tamlamaların da eşlik ettiği, “başarısızlık” tabiridir. Devrim deneyimi bir başarısızlık, tarihsel bir “çıkmaz sokak”, bir yanlış olarak değerlendirilmektedir.

Fitzpatrick’e göre, bu yorum biçimi görece yenidir. Zira Soğuk Savaş sırasında Bolşevik devrimine düşmanca yaklaşan yorumlarda dahi hâkim olan tema başarısızlık değildi. Tam tersine, devrim, muarızlarınca “dehşet verici” ya da “ürkütücü” bir başarı olarak görülmekteydi. Soğuk Savaş alarmizmine yol veren de bu tehditkâr “başarı” algısıydı. Oysa bu durum SSCB’nin çözülmesiyle bütünüyle değişmiş, Ekim Devrimi tarihsel bir sapma, felâketli sonuçlara yol açmış bir anomali olarak görülür olmuştur.[2]

Gerçekten de günümüzde, Ekim Devrimi’nin en iyi ihtimalle, olsa olsa muazzam bir hata ya da başarısızlık olduğu konusunda bir mutabakat hâkim gibidir. Üstelik bu hata, hâkim “ideokratik” yoruma göre, tarihsel koşulların bir sonucu olmaktan çok bizatihi Marksist kuramın ürünüdür. “Sovyet totalitarizmi” Lenin’in Ne Yapmalı’daki örgütsel formülasyonlarının, şiddet ve terörse Marx’ın sınıf mücadelesi kuramının neredeyse dolaysız bir ürünü olarak görülür olmuştur.

Son otuz yılda 20. yüzyılın tüm felâketlerinden, barbarlıklarından devrimleri ve elbette devrimcileri –“aşırılıkları”– sorumlu tutmak genelgeçer bir kanaat haline geldi. Toplama kamplarının, kitlesel kıyımların ve “totalitarizmin” baş sorumlusu artık devrimler, özellikle de 1789 ve Ekim devrimleri. Enzo Traverso’nun deyişiyle, günümüzde “Devrimi düşünmek bile suçla özdeşleştirilmiştir; devrim otomatik olarak ‘komünizm’ kategorisine indirgenmiş ve yirminci yüzyıl tarihinin ‘totalitarizm’ bölümünde arşivlenmiştir. Devrim Terörle özdeşleştirilmiş ve Terör de canice bir ideolojinin tutarlı bir şekilde gerçekleştirilmesine indirgenmiştir. […] yeni Restorasyon’un tarihçileri komünizmi içkin olarak totaliter bir ideoloji ve pratik diyerek topyekûn mahkûm etmeye giriştiler. Her türlü özgürlükçü boyutundan yoksun kalan komünizm belleği tiranlar yüzyılının arşivinde sınıflandırıldı.[3]

Devrim: Bir daha asla!

Ekim Devrimi çalışmalarının abide isimlerinden E. H. Carr, SSCB’nin çözülmesinden yaklaşık on sene evvel yayımlanmış bir söyleşisinde tam da bu durumla alâkalı bir kaygısını dile getiriyor ve adeta bir kehanette bulunuyordu:

“Bugün devrimin olumsuz sonuçları üzerinde durmaya pek gerek yok. Yıllardan beri –özellikle de son birkaç aydan beri– çeşitli kitaplarda, gazetelerde, radyo ve televizyonlarda bu noktalara değinmek zaten bir takıntı halini aldı. Tehlikenin yattığı yer, bizim devrimin sicilindeki korkunç lekelerin, yol açtığı insan kayıplarının, onun adına işlenmiş olan suçların üstünü örtecek olmamızda değil. Tehlike, bizim devrimi tümüyle unutma ve onun muazzam başarılarını sessizlikle geçiştirme düşüncesini cazip bulmamızdadır.”[4]

Carr’ın dillendirdiği bu kaygı, bugün bütünüyle gerçek oldu. Carr’ın kâhince sözlerinden yıllar sonra, Geoff Eley varılan noktayı şöyle özetliyor: “Devrimler artık olumlu tepkilerle karşılanmıyor. Stalinizm felâketinin ve Sovyetler Birliği’nin yüz kızartıcı çözülüşünün, Rus Devrimi’nin özgürlükçü etkilerini neredeyse tamamen ortadan kaldırmasına izin verilmiştir.[5]

Ekim Devrimi çalışmalarının abide isimlerinden E. H. Carr, SSCB’nin çözülmesinden on sene evvel adeta bir kehanette bulunuyordu: “Tehlikenin yattığı yer, devrimin sicilindeki korkunç lekelerin üstünü örtecek olmamızda değil. Tehlike, devrimi tümüyle unutma ve onun muazzam başarılarını sessizlikle geçiştirme düşüncesini cazip bulmamızdadır.”

Hâkim kanaate göre, Ekim Devrimi sosyalist bir ütopya kurmaya dönük ideolojik girişimin yol verdiği korkunç bir suçtur. Devrim, Rusya’nın “normal” siyasal ve sosyal evrimini kesintiye uğratan ideolojik bir zorlama, felâkete yol açan ütopyacı bir dayatmadır. Devrimin sene-i devriyelerinde tekrar tekrar vurgulanan bu yorum biçiminin ardında “kapitalist gerçekçiliğin” günümüzdeki muazzam gücü var. Buna göre, kapitalizm “insan doğasına” uygun, adeta “doğal” bir durumdur. “İnsan doğasına” aykırı komünizm ise ancak şiddet ve terör yoluyla bu “doğal” durum ve dengeyi bozup galip gelebilir.

Serbest piyasa kapitalizmi bireysel inisiyatifi öne çıkararak devletin şiddet ve denetim potansiyelini frenler ve böylece de demokrasinin önünü açar. Dolayısıyla, toplumu “şiddet ve terör” olarak anlaşılan devrim zorlamasıyla dönüştürmeye dönük her girişim bir felâketle sonuçlanmaya, karşı çıktığını iddia ettiği mevcut durumdan daha baskıcı sonuçlar yaratmaya mahkûmdur.

1930’lu yılların terörüne yol açtığı düşünülen Ekim Devrimi, bu “genel eğilimi” doğrulayan en önemli örnek olarak kullanılır. Neticede devrim, ne kadar halisane niyetlerle gerçekleştirilmiş olursa olsun, her durumda muazzam acılara yol açacağı için kaçınılması gereken bir süreçtir.

Ekim Devrimi’nden 105 yıl sonra, Albert Hirschman’ın “gericiliğin retoriğinin” temel tezlerinden biri olarak andığı “aksi tesir tezi” bütünüyle hâkim olmuş gibidir. Kökleri demokrasinin yozlaşarak tiranlığa yol açacağına dair “antik” argümana, daha modern zamanlardaysa, mesela Edmund Burke’ün Fransız devrimi üzerine yorumlarına kadar giden bu teze göre, “toplumu belirli bir yönde itme girişimi, toplumun hareket etmesiyle, ancak ters yönde hareket etmesiyle sonuçlanacaktır.”

Petrograd’da 1917 Temmuz’u

Buna göre, her devrim, Ekim Devrimi gibi, “özgürlüğe ulaşma girişimleri toplumu köleliğe sürükleyecek”, ister istemez tiranlığa yol açacaktır. İnsanlık durumunu iyileştirmeye dönük her radikal girişim, insani bir felâkete yol açmaya yazgılıdır.[6]

Devrim her durumda muazzam acılara yol açacağı için kaçınılması gereken bir süreçtir. Nedamet getirmiş eski komünist Arthur Koestler’in Gün Ortasında Karanlık romanının başkarakteri eski Bolşevik önder Rubashov’un deyişiyle, “Devrimin tek amacı anlamsız acılara bir son vermekti. Ancak pratikte ortaya çıkan şuydu: İkinci bir acının ortadan kalkması ancak acının geçici de olsa müthiş bir artış göstermesiyle mümkün olabiliyordu. O zaman yeni bir soru çıkıyordu ortaya. Böyle bir operasyona [devrime] girişmenin geçerliliği var mıydı?[7]

Günümüzde devrim, onun yenilgisini vurgulamak, onun yarattığı iddia edilen felâketlerin altını çizmek için “anılır” ancak. Alain Badiou’nun belirttiği üzere, insanların belleğinde devrimci hadiseyi öldürmek onu “kana susamış ve uğursuz bir masala” dönüştürmekle mümkündür. “Devrimin ölümü bilimsel bir iftira aracılığıyla gerçekleştirilir. Onun hakkında konuşulur, yüzüncü yıl törenleri düzenlenir, evet! Ancak sadece ‘bir daha asla’ sonucuna varılması için bilimsel araçların verilmesi şartıyla.”[8]

Dr. Ox’un Deneyi

Ekim Devrimi’nin kanlı bir bilançosu olduğu, siyasetin “olağan” işleyişini, toplumsal evrimin “normal” seyrini şiddet yoluyla akamete uğratarak insani bir trajediye yol açtığı kanaati bugün hayli yaygın. Buna göre, devrim –daha doğrusu, adeta profesyonel bir fesat şebekesi olarak tasvir edilen Bolşeviklerin “darbesi”– toplumsal anomiyi kışkırtarak bir şiddet patlamasına sebep olmuş, Bolşevikler’in kapağını açtığı Pandora’nın kutusundan iç savaş, terör ve kitlesel kıyımlar çıkmıştır. Devrim böylece teröre indirgenmiş olur, devrim ve terör adeta eşanlamlı kılınır.

Devrimin şiddetle özdeş kılınması radikal toplumsal değişim girişimlerini geçmişte olduğu kadar şimdide de itibarsızlaştırmanın belki de en etkili yoludur. Kristin Ross’un ifadesiyle, “Bu genelleştirici yoruma göre, terör, toplumu sistematik bir şekilde değiştirmek isteyen her itkinin içine her zaman çoktan sızmıştır. […] Değişim fikrinin kendisi doğrudan, tartışmasız bir dizi totaliterliğe doğru götürür bizi. Tıpkı terörün 1789’un zorunlu geleceği olması gibi, yüzyıllar sonraki Sovyet totaliterliği ve Gulag da –ve neticede Pol Pot da– Fransız Devrimi’nin zorunlu geleceğidir.[9]

Devrimin şiddetle özdeş kılınması radikal toplumsal değişim girişimlerini geçmişte olduğu kadar şimdide de itibarsızlaştırmanın belki de en etkili yoludur. Kristin Ross’un ifadesiyle, “Bu genelleştirici yoruma göre, tıpkı terörün 1789’un zorunlu geleceği olması gibi, Gulag da –ve neticede Pol Pot da– Fransız Devrimi’nin zorunlu geleceğidir.

Devrimi şiddet ve terörle özdeşleştiren hâkim anlatıda Lenin ve Bolşevikler, Jules Verne’in Doktor Ox’un Deneyi adlı hikâyesinde kendi çılgın deneyi için tüm bir kasaba halkını kobay olarak kullanan Doktor Ox’un rolünü oynar.

Dr. Ox ve asistanı Gédéon Ygène, sakin, sessiz bir taşra kasabasını güya aydınlatmak için bir proje geliştirir. Ancak, gerçekte amaçları, oksijenin insan ve hayvanlar üzerindeki etkilerini ölçmek için kitlesel bir deney gerçekleştirmektir. Ox, inşa ettirdiği gaz sistemiyle sözde aydınlatmak için kasabaya büyük miktarda oksijen pompalar.

Sonuçta, o barışçıl kasabadan eser kalmaz, salınan oksijenin etkisindeki ahali saldırganlaşmaya, en ufak vesileyle birbirine girmeye başlar, şiddet olayları kontrol edilemez hale gelir.[10] Hâkim anlatıdaki Lenin ve Bolşevikler, Doktor Ox’un şiddet ve saldırganlığı kışkırtan deneyini Rusya ölçeğinde uygulamaya girişirler. Deneyde kullanılan bu kez oksijen değil, Lenin’in (ya da Marx’ın) “aşırılıkçı” fikirleridir.

Tarihçi Mike Haynes, Ekim ve Fransız devrimlerine ilişkin tarihyazımında toplumsal hareket ve popüler protesto biçimlerini, manipüle edilmiş “kalabalıkların” ya da “güruhun” kontrolsüz, irrasyonel eylemi ve dizginsiz bir öfkenin patlak vermesi olarak gören seçkinci muhafazakâr yaklaşıma geri dönüldüğünü vurgular.[11]

Kolektif bir histeri, medeni toplumu felâkete sürükleyen bir barbarlık gösterisi, bir “sosyal patlama” olarak devrim fikri oldukça eskidir elbette. “Ayakların baş olmaya” cüret ettiği devrimci kırılmalar, hâkim sınıf ve onun muhtelif kanaat önderleri ve kalem erbabınca irrasyonel bir kargaşa olarak temsil edilir.

Batman: The Dark Night Rises, “iyi” bir örnektir. Occupy Wall Street hareketinin hemen ardından gösterime giren film, halkın (yüzde 99’un) seçkinlere (yüzde 1’e) karşı popüler bir demokrasi aracılığıyla kentsel mekânı ele geçirme girişimini kanlı bir trajedi, bir felâket olarak resmeder. Kıssadan hisse aşikârdır.

Bu yaklaşımın en klasik örneği tabii ki Gustave Le Bon’dur. Onun “kalabalıklar” yaklaşımı kitle hareketlerinin, toplumsal mücadelelerin ve sınıf hareketlerinin ortaya çıktığı ve örgütlü bir seferberlik halini aldığı bir çağda seçkinlerin ve egemenlerin korkularını ve hatta tiksintisini ifade ediyordu. Le Bon’a göre, kitleler içinde hareket eden birey insanlığından çıkarak bir “hayvana”, bir “vahşiye” dönüşüyordu. Bundan dolayı da kitleler ancak yıkıcı roller oynayabiliyorlardı. Kalabalıklar mutlaka aşırılık içinde olurlar; toplumsal hareketler ve devrimci kalkışmalar da ancak birer çılgınlıktır. Çünkü toplumsal hareketlerde akıl devreden çıkar, içgüdüler devreye girer.

Le Bonvari kitle korkusu ve masumane niyetlerle başlasa da her devrimin neticede bir kan banyosuna yol açacağı görüşü, günümüzde şaşırtıcı bir yaygınlık kazanmıştır. Christopher Nolan’ın yönettiği 2012 tarihli Batman: The Dark Night Rises filmi, devrim ve şiddet ilişkisine dair hâkim görüşlerin popülerliğine dair “iyi” bir örnektir.

Filmde Batman’i etkisiz hale getirerek Gotham şehrini ortadan kaldırmaya çalışan Bane adlı maskeli cani, Gotham ahalisini şehri yöneten seçkinlere karşı ayaklandırır, onları “şehirlerini geri almaya” çağırır. Bane tıpkı Bolşevikler ya da Jakobenler misali, kendi karanlık amaçları için kitleleri manipüle eder ve onları toplumun tüm “saygın” kurumlarına karşı harekete geçirir. Bane’in çağrısına uyan ahali zenginlere saldırır, onların mal varlığını yağmalar, kentin “kaymak tabakasını” toplu infazlarla ortadan kaldırır. Devrim mahkemeleri kurulur, polis silahsızlandırılır, Bastille ya da Petropavlosk örneklerinde olduğu gibi, hapishaneler basılıp mahkûmlar serbest bırakılır. Ayaklanma kolektif bir histeri, yağma, hırsızlık, cinayet ve tecavüz çılgınlığı olarak cereyan eder. Sonuç, kenti talan, toplu cinayet ve terörle karşı karşıya bırakan dehşetli bir kaostur.

Occupy Wall Street hareketinin hemen ardından gösterime giren film, halkın (yüzde 99’un) seçkinlere (yüzde 1’e) karşı popüler bir demokrasi aracılığıyla kentsel mekânı ele geçirme girişimini kanlı bir trajedi, bir felâket olarak resmeder. Kıssadan hisse aşikârdır: Toplumsal durumu radikal bir biçimde iyileştirmeye dönük her girişim gibi, Bane’in öncülüğündeki Gotham ayaklanması da akıldışı bir şiddet patlamasına yol vermeye yazgılıdır.[12]

Batman filminde Bane’in “devrimi”

Ezenin şiddeti, ezilenin şiddeti

Devrime ilişkin açıklamalarda şiddete başrol verilmesi, bir “kara kalabalıklar” korkusunun ifadesi olduğu kadar yapısal şiddet biçimlerine dair ideolojik bir körlüğün de sonucudur. İnsan toplumları yapısal, süreklileşmiş ve kurumsallaşmış hâkimiyet ve sömürü ilişkilerince bölümlenmiştir. Hâkim olan gruplar, bu yapısal pozisyonları, yani toplumsal ilişkilerin yapılanışındaki konumları dolayısıyla hâkimiyet altında olan grupları şiddete tâbi tutarlar yahut sürekli şiddet tehdidi altında bulundururlar.

Toplumsal ilişkilerin hiyerarşik yapısı ancak kurumsallaşmış şiddet ya da şiddet tehdidi aracılığıyla inşa edilir ve yeniden üretilir. Devrimi kör şiddetin hâkim olduğu bir trajedi olarak resmedenlerin kahir ekseriyeti, hâkim grupların sürekli ve kurumsallaşmış olan ve mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerini ebedi kılmak için uyguladıkları şiddet biçimlerini “olağan” ya da “doğal” kabul ederler.

Sanılanın aksine, ne Şubat ne de Ekim devrimleri büyük kanlı hadiselerle cereyan etmişti. Hatta Şubat, Ekim’den çok daha kanlı olayların yaşandığı bir epizottu. Şubat sırasında Petrograd’daki çatışmalarda yaklaşık 1500 kişi hayatını kaybederken, Ekim’de Petrograd’daki ölü sayısı 15’ti.

Mark Twain, Kral Arthur’un Sarayında Connecticut’lı Bir Yankee adlı romanında, bu körlüğü etkileyici bir açıklıkla ortaya koyar. Twain, Fransız devrimi bahsinde (sadece birinden devrimin sorumlu olduğu) bir değil “iki terör hükümdarlığı” olduğunu hatırlatır:

Biri yakıcı tutkularla cinayete neden oldu, diğeriyse kalpsiz soğukkanlılıkla; biri sadece birkaç ay sürdü, diğeri binlerce yıldır devam etmektedir; biri binlerce insanın üzerine ölüm kustu, diğeri yüz milyonlarca; ancak bizim titremelerimiz sadece küçük terörün, deyim yerindeyse anlık terörün dehşetine dairdir; fakat baltayla hızlı bir ölümün dehşeti, açlıktan, soğuktan, horgörmeden, gaddarlıktan ve hayal kırıklığından ömür boyu süren ölümün dehşeti karşısında nedir ki? Bir şehir mezarlığı, hepimizin özenle ürpermeyi ve yasını tutmayı öğretildiğimiz kısa terörün doldurduğu tabutları sığdırabilir; ancak diğer daha eski ve gerçek terörün, hiçbirimizin onun genişliğini görmeyi ve ona hakettiği merhameti göstermeyi öğretilmediğimiz bu konuşulamayan, acı ve ahmakça terörün doldurduğu tabutlar tüm Fransa’ya zorlukla sığdırılabilir.[13]

Müesses nizamın fikri hâkimiyeti, Marx’ın “tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir” diye betimlediği sermayenin, Engels’in “sosyal cinayet” diye tanımladığı suçlarını bütünüyle görünmez kılar. Bu görünmezlik neticesinde mesela Çarlık istibdadının Rusya’yı Cihan Harbi denen mezbahaya sürükleyerek 6 milyon insanın katline sebep olması “normaldir”. Ernest Mandel şöyle yazar: “Savaş öncesinde kamçıya, sayısız idamlara ve sürgünlere, barbarca baskılara (katliamlara) ve kitlelerin açlığına dayanan yönetim ‘normal’ oluyor da bu kötülüklere karşı kitlelerin isyanı, ‘toplumun normal bağlarının’ çöküşü mü oluyor? Esaret ‘normal’, esarete karşı isyanlar ‘akılsızca işlenen cinayetler ve kargaşa’ mıydı?[14]

Günümüzde devrimler geçmişin neredeyse tüm felâketlerinden sorumlu tutulurlar. Sanık sandalyesine oturtulanlar cellâtlar değil, kendi kaderlerini ellerine alma cüretini gösterenlerdir. Rosa Luxemburg, Bolşeviklere eleştirilerde bulunmaktan çekinmezken onları tarihsel bir dönüşüme “cüret etmeleri” dolayısıyla heyecanla övüyordu. Günümüzde kınanan, eleştirilen, itham edilen bu cürettir.

Şubat Devrimi II. Dünya Savaşı’nın 135. haftasında, Ekim Devrimi ise 170. haftasında cereyan eder. Aradaki 250 günde, kimi tarihçilerin devrimci bir şiddet patlaması yaşandığını öne sürdüğü Rusya’da aşağı yukarı 2,500 kişi ölür. Aynı dönemde devam etmekte olan savaşta ise 1,5 milyon kişi daha ölecektir. Şiddet ve kitlesel ölümlerden kimin (devrimin mi, savaşın mı) sorumlu olduğu sorusunun (eğer illa rakamlara vurulacaksa) cevabı açıktır.[15]

Isaac Deutscher de bu hususta benzer bir yorumda bulunur: “Eski düzende Rus kırsal kesimi, tıpkı eskiden Çin’de ve bugün hâlâ Hindistan’da olduğu gibi, dönemsel olarak kıtlıkla karşılaşırdı. Kıtlıklar arasında kalan sürelerde de, sayısı bilinmeyen (istatistiklerde hesaba katılmayan) milyonlarca köylü, bugün birçok azgelişmiş ülkede hâlâ olduğu gibi, besin yetersizliğinden ve hastalıktan ölüp giderdi. Eski sistem, köylülere karşı, Stalin’in hükümetinden daha az gaddar sayılmazdı; ancak o dönemin gaddarlığı, bir ahlâkçının duyarlı vicdanının bile kabullenmeye yatkın olduğu doğal düzenin bir parçası gibi görünürdü.”[16]

Domenico Losurdo, Bolşevik devrimi bir salgına (spesifik olarak I. Dünya Savaşı sonrasında çok can alan İspanyol gribine) benzeten muhafazakâr tarihçi Niall Ferguson gibilere şöyle yanıt verir: “Ferguson ve bugünün hâkim ideolojisi için şüphe yoktur: Sömürgeci baskı ve dünya savaşının kan banyosu normallikle, hatta psikolojik açıdan sağlıklı olmakla eşanlamlıyken Ekim Devrimi –bütün bunların aksine– salgını, deliliğin yayılmasını temsil eder.[17]

Marx, Paris Komünü’nün kanla bastırılması esnasında komünarlarca bir savunma eylemi olarak kimi binaların yakılmasını bir barbarlık sayan burjuva basınının ikiyüzlülüğüne karşı feryat ederken aynı noktayı vurguluyordu: “Savaştan sonraki yığınsal insan kırımına gönül hoşluğuyla bakan tüm dünya burjuvazisi, tuğla ve harcın değerinin bilinmemesi karşısında tiksintiyle irkiliyor!”

Marx’a göre bu ikiyüzlülük tipiktir: “Düzen partisinin kendi kan âlemlerinde kurbanlarına çalmaktan hiçbir zaman geri kalmadığı bütün bu kara çalma konseri, sadece günümüz burjuvasının kendini, plebe karşı kendi elindeki her türlü silahı haklı gören, oysa plebin elindeki en küçük silahın bile kendiliğinden bir suç oluşturduğunu düşünen eski zamanlar baronunun törel kalıtçısı olarak gördüğünü ortaya koyuyor.[18]

1917’deki büyük sıçrayışı referans noktası olarak değerlendirmek isteyecek herkes, şu sorularla yüzleşmek durumunda: Nasıl oldu da Paris Komünü’nden esinlenen bir devlet bir Stalinci Leviathan’a dönüşebildi? Nasıl oldu da toprak sahibi soylulara kesin bir darbe indiren köylülere, geçmiştekinden çok daha zalim bir kolektivizasyon serfliği muamelesi yapılabildi?

“Körlük” ve sistemik şiddet

Günümüzde “komünizmin suçlarının” çetelesini tutmaya iştahla soyunanlar, iş “kapitalizmin suçlarına” gelince sessizdir. Bu sessizlik, yapısal ya da sistemik şiddet karşısındaki körlükle alâkalıdır. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Mike Davis, 19. yüzyılın son çeyreğinde, Mısır’dan Hindistan ve Güneydoğu Asya’ya, çok geniş bir coğrafyanın dünya kapitalist sistemine zorla dahil edilmelerinin nasıl bir insani felâkete yol açtığını aktarırken bu “körlüğün” özellikle altını çizer.

Kapitalist dünya sisteminin ekonomik ve siyasal yapıları içine çekilen milyonların açlıkla karşı karşıya gelişi, “doğal” bir katastrof değil, Smith, Bentham ve Mill’in ilkelerinin hayata geçirilmesinin sonucuydu. Ancak sosyalizm/komünizm söz konusu olduğunda “ideokratik” yaklaşım geçer akçeyken iş liberal kuramcılara geldiğinde değişir.

Milyonlarca insanın açlıktan kırılmış olması bir suç değil, sahipsiz ve öznesiz mekanizmaların (mesela tahıl piyasalarının) “doğal” işleyişinin bir neticesi olarak görülür. Oysa açlık belli politik ilkelerin, bu ilkeleri geçerli kılmaya dönük bir politikanın, bu politikayı pratikte uygulamaya dönük somut mekanizmaların eseriydi.

Tarihyazımında bu suçların kapitalist modernliğin tarihinin bir parçası (Mike Davis’in deyimiyle “üçüncü dünyanın açlıkla inşası” süreci) sayılmamaları, dolayısıyla da görünmez kılınmaları, hep bu körlük, başka bir deyişle belirli bir görme biçiminin eseridir.[19]

Radikal toplumsal değişim arzusunun ve kopuşun muhakkak şiddete götürdüğü vurgulanırken toplumsal sürekliliğin insani bedeli bütünüyle es geçilir. Oysa kültürel ve toplumsal devamlılığını teminat altına alma, yani belli hâkimiyet ilişkilerini sürekli kılma çabası şiddetten azade değildir. Sözü yine Moore’a bırakalım: “Bir değerler sistemini sürdürebilmek ve aktarabilmek için insanlar yumruklanır, itilir kakılır, tutukevine yollanır, toplama kamplarına atılır, kandırılır, rüşvetle satın alınır, kahraman yapılır, gazete okumaya özendirilir, bir duvar dibine dikilip kurşunlanır, hatta bazen onlara sosyoloji öğretilir.[21]

Barrington Moore bu “görme biçimini” şöyle tarif eder: “Spartaküs’ün zamanından başlayıp, Robespierre’den geçerek günümüze gelene dek, baskı altındakilerin eski efendilere karşı güç kullanmış olmaları, hemen hemen evrensel bir kınamaya konu olmuştur. Bu arada ‘normal’ toplumun her gün uyguladığı baskılara, tarih kitaplarının çoğunda, geri planda, belli belirsiz değinilip geçilir.[20]

Böylece toplumsal hiyerarşi ve ayrıcalıkları berdevam kılmaya dönük “sistemik” şiddet görünmez kılınır ya da normalleştirilirken bu hiyerarşileri hedefleyen “karşı-şiddet” tüm insani acıların kaynağı olarak sunulur.

“Devrimci King Kong”

Aslında sosyalizm, neredeyse başından itibaren, ayakların baş olmasıyla “medeni toplumu” yıkacak modern barbarlık biçimi olarak tasavvur edilmiştir. Sosyalizmin refah ve uygarlığı tehdit eden şeytani (çoğu kez maymun biçimli), vahşi bir yaratık olarak temsili çok eskidir ve Ekim Devrimi sonrasında Bolşevik karşıtı propagandayı büyük ölçüde belirleyecektir. Bolşevik karşıtı afişlerin ezici çoğunluğunda, Bolşevik insanlığı tehdit eden kana susamış bir canavar olarak temsil edilir. Hatta zamanla insanlığı temsil eden canavar olarak Bolşevizm imgesinin boyut ve kapsamı ise giderek büyür. Öyle ki, Bolşevizm koca koca şehirleri, hatta bütün dünyayı tehdit eden mega canavar imgesine dönüşür. Bolşevizmin dev bir hayvan, ilkel, içgüdüsel, irrasyonel, kontrol edilemez bir güç olarak temsili, yukarıda andığımız “kara kalabalıklar” korkusuyla bağlantılıdır elbette.

Bolşeviklerin “vahşiliğini” ve “insanlık dışılığını” vurgulamak adına dev bir insansı maymuna ya da bir primatlar ordusuna benzetilmesi, Beyaz Rus propagandasına has bir husus bir değildir. Devrim sonrasında bu analoji geniş bir kabule mazhar olur. Winston Churchill, bu benzetmeyi gerek yazışmalarında gerekse konuşmalarında sıklıkla kullanarak onun uluslararasılaşmasına katkıda bulunan isimlerdendir. Bolşevizm, Churchill’e göre, “kirli bir babun”, “yırtıcı bir babun ordusu”, “barbarlığın hayvani bir formu”, “kuyruksuz maymundan daha güçlü” bir “suç ve hayvanlık bileşimidir.”[22]     

Lenin halka sesleniyor, 1920

Bolşevizm bu söylemde 1933’te gösterime giren ve beyaz perdedeki ilk büyük canavar klasiği sayılan, “bir yandan antisosyal güçleri romansa ve maceraya yönlendirirken bir yandan da kalabalıkların hayvani simgesini nihai bir yenilgiye uğrarken gösteren eğlencelik bir film” olan King Kong’a benzetilebilir.

Susan Buck-Morss’un ifadesiyle, “Kong kocamandır, ‘ev kadar büyüktür’. Esir alınıp ‘uygar’ New York’a getirildiğinde, bu devasa, hayvani güç isyan edip daha yeni Komünist Manifesto’yu okumuş bir devrimci proleter gibi zincirlerini kırar ve sahneye eğlendirmek için çıkarıldığı iyi giyimli seyircilere dehşet salar. New York sokaklarına dalan Kong, tıpkı cinnet geçiren bir güruhun yapacağı gibi, bir treni paramparça eder. […] ‘Uygarlığa’ öfkelenen Kong, iktidar yapılarını tehdit edecek kaba güce sahiptir.”[23]

Stalinizm 1917’nin eğilimlerinden sadece birinin sonucuydu, 1917’nin tamamı değildi. 1917’yi gerçekleştiren işçi sınıfının tabandan iradesinin ve bu iradenin özyönetim örgütlülüklerinin karşıtıydı. Bu iradenin bürokratik bir yapıya büründürülerek deforme edilmesinden ve özyönetim kurumlarının berhava edilmesinden başka bir şey değildi.

Ancak (King Kongvari) kanlı bir çılgınlık nöbeti olarak devrim imgesi, hiç de Beyaz Rus propaganda afişlerinde ya da Soğuk Savaş devri antikomünist propagandasında kalmış bir şey değildir. 1997 tarihli müzikal bir anime film olan Anastasia, böyle bir imgenin çizgilerin dünyasında bile ne kadar baskın olduğunun iyi bir örneğidir. Anime film, ailesinin infazından kurtulduğu iddia edilen Grand Düşes Anastasia Nikolaevna mitini canlandırır. Esas ilginç olan noktaysa çizgi filmde Ekim Devrimi’nin cereyan ediş biçimine ilişkin yorumdur. Buna göre Çarlık ailesiyle bozuşup gözden düşen Rasputin, Çar’dan intikam almak için ruhunu şeytana satar ve böylece büyük güçler elde eder. Rasputin bu güçlerle Çar ve ailesini lanetler ve Rus halkının içine fesat tohumları eker. Rasputin’in lanetli büyüsünün tesirinde kalan o uysal ve masum Rus halkı bir anda gözünü kan bürümüş çılgınlara, dört bir yana saldıran canilere döner ve devrim de böylece gerçekleşir.

Tarihsel dönüşüme cüret etmek

Devrim esnası ve sonrasındaki şiddet, ne Rusya’nın (Rasputinvari) irrasyonel, mistik ve “barbarca” gelenekleriyle ne de Marksist kurama atfedilen kimi tarihdışı ilkelerle açıklanabilir. Ekim Devrimi on milyonlarca emekçinin egemen sınıfların çıkarları uğruna kardeşlerinin kanını döktüğü devasa bir savaşın yarattığı yıkıma karşı bir tepkiydi. Sanılanın aksine, ne Şubat ne de Ekim devrimleri büyük kanlı hadiselerle cereyan etmişti. Hatta Şubat, Ekim’den çok daha kanlı olayların yaşandığı bir epizottu. Şubat sırasında Petrograd’daki çatışmalarda yaklaşık 1500 kişi hayatını kaybederken, Ekim’de Petrograd’daki ölü sayısı 15’ti.

Ekim Devrimi, günümüzün galat-ı meşhurunun aksine, kesinlikle kör bir şiddet patlaması değildi. Bizzat Geçici Hükümet’in Harbiye Nezareti, son açıklamalarından birinde bu hususu şöyle itiraf ediyordu: “İsyancılar düzen ve disiplini muhafaza ediyorlar. Hiçbir tahribat ya da pogrom vakası söz konusu olmamıştır. Tam aksine, isyancıların müfrezeleri yağmacı askerleri gözaltına almıştır.[24]

Devrimin merkezlerinden Putilov fabrikası, 1917 

Devrime şiddet bulaşması, tam da karşı-devrimin ülkeyi iç savaşa sürüklemekten çekinmemesi ve emperyalist müdahalelerle gerçekleşir. 1918 başında devrim mutlak bir başarıya ulaşmış görünüyordu. Ancak, Büyük Güçler hemen kapılarında başarılı bir devrimci kalkışmaya tahammül etmeye niyetli değildi. Onların teşvik edip donattığı karşı devrimci güçler ve doğrudan emperyalist işgal, Troçki’nin ifadesiyle “devrimin de gaddar olmayı öğrenmesini” getirecekti. Üstelik, Avrupa’da, özellikle de Almanya’da beklenen devrimlerin başarıya ulaşamaması neticesinde devrimin yalıtılması ve geri çekilmesi sonucu dünya yirmi küsur yıl içinde yeni bir kan denizinin eşiğine gelecekti. Savaş ve yıkım devrimin değil, tersine devrimin gerçekleşememesinin, yarıda kalmasının ürünüydü.

Oysa günümüzde devrimler, tarihin “aşırılıkları” olarak geçmişin neredeyse tüm felâketlerinden sorumlu tutulurlar. Yani sanık sandalyesine oturtulanlar cellâtlar değil, kendi kaderlerini ellerine alma cüretini gösterenlerdir. Doksan yıl önce katledilen Rosa Luxemburg, devrimin hemen akabinde Bolşeviklere dönük ciddi eleştirilerde bulunmaktan çekinmezken onları tarihsel bir dönüşüme “cüret etmeleri” dolayısıyla heyecanla övüyordu. Günümüzde ise kınanan, eleştirilen, itham edilen tam da bu cürettir. Fakat Daniel Bensaid’in dediği gibi, “Hesap soruyor olmamız gerekenler, karar verme anında buna cüret edememiş olanlardır. […] Başarısız ve ihanete uğramış devrimlerin bedelini ve zaman risk alma zamanıyken kaçıp gidenlerin sorumluluğunu kim açıklayabilir? Almanya ve Avrupa için 1918-1923 arasında tamamlanmadan sonlandırılmış devrimin nasıl bedellerle sonuçlandığını kim söyleyebilir?[25]

Tarih “olmuş olandan” ibaret değilse eğer, şu soruyu sormak meşrudur: Faşist barbarlığın müsebbibi 1789 devriminin “genel irade” ile yolunu açtığı totalitarizm dalgası ya da Ekim Devrimi’nin yarattığı siyasal saflaşmanın “aşırılıkları” mıdır? Yani, devrimlerin olmuş olması mıdır, yoksa Almanya’da 1918-1923 yıllarında devrimin gerçekleşmemesi, gerçekleşememesi midir? Rusya’da başlayan işin Avrupa’nın geri kalanında tamamlanamaması mıdır? Eğer illa lüzumluysa kimden hesap sorulmalıdır?


Giangiacomo Spadari, 1970

Devrime sadakat

Yukarıda yazılanlar, özellikle Stalin döneminde yaşananların 1917 ile ilgisiz olduğu ya da bizim tarihimiz olmadığı anlamına gelmiyor. Bu basitçe bir inkâr ile geçiştirilecek, üzerinden atlanabilecek, “sosyalizm bu değil” denebilecek bir durum değil. 1917’deki büyük sıçrayışı bugün için anlamlı bir referans noktası olarak değerlendirmek isteyecek herkes, Carmen Siriani’nin işçi sovyet ve komiteleri üzerine olan çalışmasındaki şu sorularla yüzleşmek durumundadır:

Nasıl oldu da Paris Komünü’nün ilkelerinden kuramsal olarak esinlenen bir devlet on yıldan az bir süre içinde anormal bir Stalinci Leviathan’a, hiçbir devrimcinin düşleyemeyeceği ölçüde çarlık otokrasisinin siyasal kültürü ile devamlılık gösteren bir devlete dönüşebildi? Nasıl oldu da 1917’de başarılan demokratik fabrika ilişkileri, 1930’larda Witte ve Stolypin dönemindekinden daha düzensiz, sömürücü ve otoriter düzenlemelere dönüştürülebildi? Nasıl oldu da toprak sahibi soylulara hızlı ve kesin bir darbe indiren köylülere, geçmişte tanık olduklarından çok daha zalim bir ikinci kolektivizasyon serfliği muamelesi yapılabildi?[26]

Stalinci şiddet ve terör de 1917’nin bir sonucuydu elbette. Ancak o, 1917’den sonra katedilmeyen diğer birçok yoldan sadece biriydi. Tarihi geriye doğru okuyarak sonradan olmuş gelişmelerin öncekilerin “özü” olduğunu düşünmek basbayağı tarihdışı bir yaklaşım. Stalinizm 1917’nin eğilimlerinden sadece birinin sonucuydu, 1917’nin tamamı değildi. 1917’yi gerçekleştiren işçi sınıfının tabandan iradesinin ve bu iradenin ortaya çıkardığı özyönetim örgütlülüklerinin karşıtıydı. Bu iradenin bürokratik bir yapıya büründürülerek deforme edilmesinden ve devrimde karşı-iktidar organları olarak öne çıkmış özyönetim kurumlarının berhava edilmesinden başka bir şey değildi.

Ekim Devrimi’nin sene-i devriyesinde ihtiyacımız olan, bu yenilgiye hayıflanmak değil, geçmişte katedilmemiş yolların, gerçekleştirilmemiş potansiyellerin, yitik mücadelelerin anısına sadakattir. Devrimin yenilgisi bir gecede olmadı. Devrimin yozlaştırılmasına, devrim içindeki karşı devrimci dinamiğe karşı küçük, büyük sayısız mücadele yaşandı. Bu acımasızca bastırılan ve sonuçsuz kalan mücadelelerin anısına sadakat, devrimin yıldönümünde boynumuzun borcudur.


[1] “The Guardian view on Russia’s revolutionary centenary: itshook the world – then it failed”, https://www.theguardian.com/commentisfree/2017/nov/06/theguardian-view-on-russiasrevolutionary-centenary-it-shook-the-world-then-it-failed

[2] “Was the Russian Revolution a Failure?”, https://www.youtube.com/watch?v=6tyJtRX8_lw

[3] Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu, çev. Işık Ergüden, İstanbul, Versus Kitap, 2009, s. 77-80.

[4] Aktaran Tarık Ali, Komünizm Düşüncesi, çev. Osman Akınhay, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2011, s. 26-27.

[5] Aktaran Bryan D. Palmer ve Joan Sangster, “1917’nin Özgün Mirası: Devrimin Longue Durée’sini Yeniden Canlandırmak”, Socialist Register 2017 Devrimi Yeniden Düşünmek 1917 Ekiminin Mirası ve Günümüz, çev. Rafet Koca, İstanbul, Yordam Kitap, 2017, s. 14.

[6] Albert O. Hirschman, Gericiliğin Retoriği, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994, s. 23-31

[7] Arthur Koestler, Gün Ortasında Karanlık, çev. Pınar Kür, İstanbul, İletişim Yayınları, 2014, s. 244.

[8] Alain Badiou, “On the Russian October Revolution of 1917”, http://crisiscritique.org/2017/november/Alain%20Badiou.pdf

[9] Kristin Ross, Mayıs 68 ve Geriye Kalanlar, çev. Yağız Ay ve Fahrettin Ege, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 2017, s. 225.

[10] Jules Verne, Doktor Ox’un Deneyi, çev. Alev Özgüner, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016.

[11] Mike Haynes, “The Return of the Mob in Writing on the French and Russian Revolutions”, Journal of Area Studies, 6:13, s. 56-81.

[12] Filmin eleştirel bir okuması için bkz. Slavoj Žižek, “The politics of Batman”, https://www.newstatesman.com/culture/culture/2012/08/slavoj-%C5%BEi%C5%BEek-politics-batman

[13] Slavoj Zizek, “The Dark Matter of Violence or Putting Terror in Perspective”, Sophie Wahnich, In Defence of Terror Liberty or Death in the French Revolution içinde, Londra, Verso, 2012, s. XIV.

[14] Ernest Mandel, Ekim 1917: Darbe mi Sosyal Devrim mi? Bir Devrimin Meşruiyeti, çev. Oktay Emre, İstanbul, Yazın Yayıncılık, 1997, s. 68.

[15] Mike Haynes, “Violence and Revolution in 1917” https://www.jacobinmag.com/2017/07/lenin-trotsky-russia-1917-war-wwi

[16] Isaac Deutscher, Bitmemiş Devrim Rusya 1917-1967, çev. Orhan Koçak, Belge Yayınları, İstanbul, 1990, s. 79.

[17] Domenico Losurdo, “What does the Russian Revolution mean to you?”, https://www.versobooks.com/blogs/3235-what-does-therussian-revolution-mean-to-you?

[18] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çev. Kenan Somer, İstanbul, Sol Yayınları, 1991, s. 78-80.

[19] Mike Davis, Üzerinde Güneş Batmayan Katliam El Nino Kıtlıkları ve Üçüncü Dünyanın Açlıkla İnşası, çev. Umut Haskan, İstanbul, Yordam Kitap, 2009.

[20] Barrington Moore, Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri Çağdaş Dünyanın Yaratılmasında Soylunun ve Köylünün Rolü, çev. Şirin Tekeli, Alâeddin Şenel, Ankara, İmge Kitabevi, 2003, s. 582.

[21] Moore, age, s. 562.

[22] Antoine Capet,“The Creeds of the Devil”: Churchill between the two totalitarianisms, 1917-1945, https://winstonchurchill.org/publications/finest-hour-extras/the-creeds-of-the-devil-churchill-between-the-two-totalitarianisms-1917-1945-1-of-3/

[23] Susan Buck-Morss, Rüya Âlemi ve Felaket –Doğuda ve Batıda Kitlesel Ütopyanın Tarihe Karışması, çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis Yayınları, 2004, s. 192-194.

[24] Haynes, agm.

[25] Daniel Bensaid, “20. Yüzyılda Devrimin Yazgısı Stalinizm ve Bolşevizm,” LevTroçki, Stalinizme Karşı Bolşevizm içinde, çev. Sanem Öztürk, İstanbul, Yazın Yayıncılık, 2008, s. 31.

[26] Carmen Siriani, İşçi Denetimi ve Sosyalist Demokrasi Sovyet Deneyimi, çev. Kumru Başoğlu, İstanbul, Belge Yayınları, 1990, s. 461-462.

^