KRİZ, PANDEMİ VE MAHALLE DAYANIŞMA AĞLARI  

Begüm Özden Fırat
22 Mart 2022
Resimler: Carolyn Olson
SATIRBAŞLARI

Bu yazı, Covid-19 pandemisinin yarattığı toplumsal aciliyetle ortaya çıkan mahalle odaklı ve ölçekli “pandemi dayanışma ağları”ndan Gezi sonrası politik aciliyetlere cevap olarak kurulan park forumları ve mahalle dayanışmalarına uzanarak bu tip yerel örgütlenmelerin serencamını tartışmaya açmayı hedefliyor. Dahası doğrudan demokrasi, karşılıklılık, dayanışma gibi ilkeler çerçevesinde örgütlenen, yerel gündelik mekânı ve hayatı siyasal bir zemin olarak gören mahalle dayanışma ve forumlarının bugününü, pandeminin ilk dalgasında kurulan dayanışma ağlarıyla birlikte düşünerek bu örgütleme biçimi ve düzeyinin çuvalladığı yerleri konuşulabilir kılmayı murat ediyor.

Öncelikle yazının başlığıyla ilgili iki nokta: Çuvallayan dayanışmalar. Yıllar boyunca toplumsal mücadeleler ve hareketler üzerine kafa yorarken sıkça “başarısızlık” kelimesini kullandım. Bu kelimeyi kimi zaman yenilgi ve politik depresyon duygusuyla birlikte düşündüm, kimi zaman da geçmişin yitip gitmişliği ve geleceğin belirsizliğiyle ilişkisi içerisinde konumlandırmaya çalıştım.[1] Kaybetmek yahut başarısızlık ifadelerini kullandığım zaman toplumsal hareketlerin nihai siyasal bir zaferi hedeflemediği için asla başarısız olamayacağına yönelik eleştiriler aldım. Gerçekten de “başarısızlık”, içinde bulunduğumuz duruma dair kolektif tecrübeyi ifade etmek için pek de uygun bir kelime değilmiş. Kelime seçiminde bir sorun var demek ki. Bu noktada İpek Tabur’un Judith Halberstam’ın Queer Art of Failure adlı kitabını Queer Çuvallama Sanatı (Sel, 2013) başlığıyla çevirdiğini hatırlamak kafa açıcı oluyor. “Çuvallama” başarılı/başarısız olmak ve kaybetmek/kazanmak ikiliğinin ötesinde bir tecrübe alanını anlamak için uygun bir sözcük. Zira “çuvallama” kendisinin dışında belirlenmiş bir norma göre değerlendirilemeyen bir ölçme sistemini akla getiriyor (“yaparım sandığı işte başarısızlığa uğramak” gibi). Bu nedenle “çuvallama”yı toplumsal mücadelelerin kendi potansiyellerini ve örtük ya da gizli olarak önüne koyduğu politik idealleri yerine getiremediği durumlara atfen kullanmak uygun duruyor.

Gezi sonrası dayanışmalar mahalleye dair ikili bir anlayış ortaya koydu: Mahalle bir yandan gündelik komşuluk ilişkilerine dayalı dayanışma eylemleriyle inşa edilen bir yer, diğer yandan makro siyaset açısından politik mobilizasyonun merkezi olarak konumlandırıldı. Bu iki düzey arasındaki çatışma asla çözülmedi.

Bu yazıda odağa alınmayan, ama değinmeden geçilmemesi gereken bir mesele daha var. Zira çuvallamanın örgütlenme içi tartışmalar, toplumsal cinsiyet, birikim, yaş ya da emeğe dayalı görünmez hiyerarşilerin işleyişi ve kolektif duygusal kırılmalarla (“tükenmişlik sendromu”, umutsuzluk, yılgınlık) şüphesiz bağlantısı var. Bugün bu “mikro” örgütsel dinamikler kısmen konuşulur hale gelmiş olsa da bu tartışmaya çoğu zaman “kişiselleştirilmiş” bir dil eşlik ediyor.[2] Çuvallama meselesinin kişiselleştirilerek—örneğin sıkça kullanılan bir metafor, “ego savaşı” ile—açıklanması ise, hem yetersiz hem de indirgemeci kalıyor. Bunun sebebi bu tür örgütlenmelerde hiyerarşinin ve bilhassa eril tahakküm biçimlerinin var olmaması değil; tam aksine! Sorun örgütlenme içi gerilimlerin sadece kişiler ya da küçük gruplar arası husumetlere bağlanarak, toplumsal konumlardan ve politik bağlamdan azade tartışılmasında yatıyor. Bu nedenle, sadece “içsel dinamiklere” odaklanmaktansa hareketlerin ortaya çıktığı toplumsal, kültürel ve politik bağlama bakmak önemli hale geliyor; zira hareketlerimizin kendi potansiyellerini yerine getirememesinde yapısal koşulların da payı var. Bizi çuvallatan siyasi ve tarihsel dinamikleri anlamak, hareketlerimizin bir dahaki sefere çok daha iyi “çuvallamasına” yardımcı olabilir.  

Gezi’den pandemiye dayanışma

Covid-19 kriziyle insani bir şekilde yüzleşmeyi “başaramayanların” devletler ve uluslararası kurumlar olduğu aşikâr. Buna karşılık, dünyanın dört bir yanında insanlar birbirleriyle dayanışmakta, birbirlerini gözetmekte ve karşılıklı yardım grupları örgütlemekte hiç de başarısız olmadı.[3] Tam tersine, pandemiyle birlikte bilhassa yeniden üretim alanının dayanışmacı, ticari olmayan ve paylaşımcı ilkelerle yeniden örgütlenmesine tanık olduk, oluyoruz. Pandemi kendini derin sosyal eşitsizliklerle ifade eden, halihazırda var olan yeniden üretim ve bakım krizini daha da kötüleştirdi. Bakım alanında iki uçlu bir kriz söz konusu: Sağlık ve bakım hizmetlerinin sağlanmasında ve bu hizmetlere erişimdeki eşitsizlikler ve ev içi emek ve bakım ilişkilerinin sınıf ve toplumsal cinsiyetle ilişkili olarak perçinlenmesi. Öte yandan, pandemi bakımın ve toplumsal yeniden üretimin hayati önemi ile bu emek biçimlerinin yapısal değersizleştirilmesi ve sömürülmesi arasındaki ahlâki paradoksu gözler önüne seriyor. Hatırlayalım, pandemide vasıfsız addedilen işlerin (ücretli temizlik, bakım, servis vb.) itibarı teslim edildi ve bu işçiler “kahraman” (çöpçüler, hemşireler ve kargo işçileri) ilan edildiler.

Bununla birlikte, pandeminin ilk günlerinde kriz mahalli haline gelen yeniden üretim alanında, bedensel ihtiyaçları gidermek ve çevresel sorunları çözmek için dayanışma ağlarının bir çırpıda kurulduğunu gördük. Küresel ölçekte ortaya çıkan bu tür hızlı örgütlenmelerin, feminist ve kuir siyasetin uzun erimli teorik ve politik tartışma ve uygulamalarından beslendiği kadar, 2010 sonrası meydan işgallerinin bakiyesi olarak devam eden mahalle örgütlenmelerinin prensiplerinden de ilham aldığını söyleyebiliriz. “Korsan bakım inisiyatifleri”nin eylemlerine örnek olarak yerel dükkân ve kooperatiflerle iş birliği, kafelerin dayanışma mutfaklarına dönüştürülmesi, yerel gıda üretimi ve dağıtımı, maske dikim atölyeleri, kültürel ürünlerin ücretsiz dağıtım ve gösterimleri, boş evlerin işgal edilmesi verilebilir. Salgınla birlikte bu tür “müşterekleştirme pratikleri” ya da “dayanışmacı topluluk ekonomileri”nin sınırları ve potansiyelleri bir kez daha sınanıyor.

1 Mayıs 2020’de bir evin balkonundan sarkıtılan “Ev içi emeği gördük mü?” pankartını hatırlayacak olursak, dayanışmaların da evin içerisine kör olduğunu, buna karşılık evler arası bir dayanışmayı görünür kıldığını düşünebiliriz.

Hatırlanacak olursa pandeminin başlarında, salgının “doğasını” anlamaya çalışan entelektüeller arasında açık bir ayrım ortaya çıkmıştı: Bir yanda, “tekno-tıbbi despotizm” olarak pandemi odaklı önlemleri reddeden Giorgio Agamben gibi “kötümserler” yer aldı.[4] Karşı tarafta ise, pandeminin neoliberalizmin küresel krizini ve neoliberal devletin acizliğini kitlelerin gözünde görünür kıldığı için, “bir fırsat” olarak değerlendirilmesi gerektiğini iddia eden “iyimserler” vardı. İlk düşünce çizgisinin, dayanışma etiğine dayalı taban siyaseti hakkında söyleyecek bir şeyi olmadığı açık. Öyleyse onu bir kenara bırakalım. Eleştirel olarak ilgilenmek istediğim, aslen ikinci çizgi.

Müştereği biçimlendiren üç etken

Bu ikinci düşünce hattını çok iyi temsil eden “Müşterekler Olarak Yaşam” (2020) başlıklı makalesinde Stavros Stavrides “Koronavirüs pandemi krizi[nin] Arap Baharı, Indignados ve Occupy eylemleri gibi meydan hareketleriyle aynı gereklilikleri işaret eden kolektif pratiklerde yeni bir dalgayı” tetiklediğini savunuyor ve bunları yerine getirecek bir sosyal örgütlenme biçimine acilen ihtiyaç duyulduğunu öne sürüyor. Stavrides’e göre, pandemi krizi piyasa ilişkilerinin ve piyasa disiplininin sınırlarını aşan toplumsal ilişkilerin hem biçimi hem de içeriği olarak tanımlanan müşterekleştirme pratiklerinin çoğalmasına sebep oluyor. Buradan yola çıkarak Stavrides “Pandemi krizine karşı ve onun ötesinde, müştereğin doğuşunu biçimlendiren üç farklı etken” olduğunu ileri sürüyor: 1- Özellikle büyük kentlerin çeperlerinde, damgalanmış gettolarda ve yerli halkların oluşturduğu topluluklarda, güvencesiz yaşam sürenler için pandemi döneminde ayyuka çıkan hayatta kalma ihtiyacı. 2- Uzun süredir var olan işbirliğine ve karşılıklı yardımlaşmaya dayalı deneyimlerin sürekliliği. 3- Salgın patlak vermeden çok önce başlayan ve kapitalizmin ötesinde eşitliğe ve dayanışmaya dayalı bir dünya kurmayı hedefleyen somut fikirlerin yaygınlaşması. Bu etkenlerin birleşiminde pandemi “kolektif hayatta kalma çabaları, işbirliği potansiyelleri […] ve adil bir topluma yönelik özlemleri” açığa çıkarttı. Zira, bu süreçte “çok sayıda insan hayatlarının dümenini ellerine almadıkları takdirde gözden çıkarılabilir olduklarını idrak etti” ve bu da “zihinleri ve kalpleri farklı bir gelecek umuduna” açtı.

Stavrides’in yazısında örneklenen bu yaklaşım kapitalist sistemin kendini yeniden üretmedeki başarısızlığının nihayetinde (ve özellikle) toplumsal yeniden üretim alanında aşağıdan örgütlenen sistemik bir değişime yol açacağına dair yaygın ve ortak beklentiye dayanır. Bu minvalde, Stavrides’in 2010 sonrası Gezi’nin de içinde yer aldığı küresel ayaklanmalar dalgasının ardından yeşeren karşılıklı yardımlaşma ve kolektif bakım biçimlerinin salgın sürecinde yeniden harekete geçtiği tespitine katıldığımı belirtmeliyim. Ancak, bu mekânsal ölçek ve siyaset biçiminin geçmiş ve muhtemel gelecek çuvallamalara odaklanması da son derece gerekli gözüküyor.

Örgütlenmede bir dönüm noktası

Burada pandemi krizinin Türkiye’de nasıl yönetildiğinden (ya da yönetilemediğinden) bahsetmeye gerek yok. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mart 2020’de ilan ettiği ve devletin mali kaynaklarını açık bir şekilde şirketlere tahsis etme amacını güden Koronavirüs Yardım Paketi’ni hatırlamak yeterli. Aynı dönemde Sağlık Bakanının “herkes kendi ‘olağanüstü halini’ ilan etmeli ve düzenlemeli” açıklamasını da unutmayalım. O andan itibaren, devletin insanlardan ziyade “öncelikle şirketleri rahatlatacak tedbirleri” uygulayacağı ve önemseyeceği açık hale gelmişti. Yurttaşların ve toplulukların selameti bireysel bir sorumluluk olarak görülüyordu. Koronavirüs Yardım Paketi dayanışma gruplarının tabandan örgütlenmesinde bir dönüm noktası oldu.

Neredeyse tüm dayanışma ağları, pandeminin “kapitalist sistemin tüm sorunlarını, hükümetin beceriksizliğini” gösterdiğini iddia ediyor. Fakat konu aile siyaseti ve bakımın cinsiyete dayalı organizasyonuna hiç gelmiyor. Örgütlenmeler radikal bir yeniden üretim ve bakım politikası kurmaktan uzak kalıyor.

Pandemiyle birlikte Gezi ayaklanmasından artakalan dayanışma grupları farklı şehirlerde harekete geçti. Salgının tetiklediği toplumsal ve duygusal durum pek çok kişiye sosyologlar Serhat Karakayalı ve Özge Yaka’nın “bir yanda kolektivite ve dayanışma, öte yanda tüm etnisite ve kimliklerden insanların kardeşliği” ideali olarak tanımlanan “Gezi ruhunu” hatırlatmıştı.[5] Gezi ayaklanmasında, yemekten bakıma, özel alanla girift bağlara sahip gündelik hayatın ve yeniden üretimin örgütlenmesi, başta Gezi Parkı, kamusal mekânlarda elbirliğiyle gerçekleştirildi. Parkta kendiliğinden ve koordine edilmiş kolektif örgütlenme pratikleri, “işgalcilerin” katılım, sorumluluk, dayanışma ve karşılıklılık gibi “soyut siyasi idealleri” bizzat deneyimlemesini sağladı. Geziyi “devrimci” kılan belki de bu gündelik pratiklerin piyasa dolayımı ve devlet örgütlenmesi dışında ortaklaşa ve dayanışmacı bir şekilde inşa edilmesiydi.

Hatırlanacağı üzere, Gezi Parkı güvenlik güçlerince zorla tahliye edilip parktaki gündelik yardımlaşma ve dayanışma uygulamaları dağıtılınca, Gezi ruhu mahalle ölçeğine “sıçramıştı.” Polis saldırısını takip eden hafta içinde İstanbul’da farklı meydanlarda ve parklarda, dahası ülke çapında 50’den fazla yerde 65 mahalle forumu kuruldu. Bu minvalde, sosyal mekânsal bir birim olan mahalle, siyasi bir ölçek haline gelirken, yeniden üretim ve bakım emeğine dayalı dayanışma pratikleri de Gezi ayaklanmasının temel siyasi hedeflerinden ve başarılarından biri olarak kabul edildi.

Hanenin ve mahallenin politikleşmesi

Bu anlamda Gezi sonrasında ortaya çıkan park forumları ve mahalle dayanışmaları politikanın ölçeğini ve mahiyetini yerel olana ve toplumsal yeniden üretim alanının örgütlenmesine doğru sıçrattı. Pandeminin yarattığı olağanüstü halin içerisine kapatıldığımız evleri ve mahalleyi bir kez daha görünür kıldığını ve bu iki düzeyi yeniden politikleştirmenin önünü açtığını vurgulamalıyız.[6] Pandemi patlak verdiğinde, Gezi sonrasında kurulan mahalle dayanışmalarının birkaçı hâlâ aktif, birçoğu da kış uykusu modundaydı.

Koronavirüs Yardım Paketi’nin açıklamasının ardından İstanbul’da en az 12, Ankara’da iki, Ayvalık, Mersin ve Bursa’da birer grup kuruldu.[7] Pandemi dayanışma ağlarının ilki halihazırda hareketli bir sosyal ve politik ortama sahip Kadıköy’de Kadıköy Dayanışma Ağı adıyla bir araya geldi. Kadıköy Dayanışma Ağı çatısı altında park forumlarında, 2017 referandumu sırasında kurulan Hayır Meclisleri’nde, Kazdağları Dayanışması, Kuzey Ormanları Dayanışması, Ya Kanal Ya İstanbul platformu gibi örgütlenmelerde bir araya gelen aktivistler, salgın sürecinde ağa dahil olan mahalle sakinleri ve esnaflar bulunuyordu. Kanal İstanbul projesine karşı muhalefeti örgütleme amacı güden Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu Kadıköy Dayanışma Ağı modelinin diğer semtlerdeki aktivistlere taşınmasında önemli bir rol oynadı. Gezi sonrası kurulan kent dayanışmaları ve mahalle forumlarından 2019’un Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu’na varan tarihsel izlek içerisinde ortaya çıkan örgütlemelerin seyri neredeyse tüm pandemi dayanışmaları için benzerlik taşıyor.[8] Daha önceki örgütlenmelerden birbirlerini tanıyan aktivistler tecrübe ve birikimlerini hızlıca mobilize ederek pandemi döneminin ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya geldi.

Bu gruplar hazırladıkları dayanışma kolilerini yerel ölçekte “ihtiyaç sahiplerine” ulaştırmak amacıyla yola çıktı. Sağlık çalışanlarının koruyucu ekipman eksiğinin tespit edilmesi üzerine maske ve siperlik üretimi ve sağlık çalışanlarına yiyecek sağlanması için gönüllüleri bir araya getirdi. 65 yaş üstüne sokağa çıkma yasağı getirildiğinde ilaç dağıtımından market alışverişine ya da evcil hayvanların gezdirilmesine kadar farklı düzeylerde organize oldular. Kendilerini besleyen dükkânlar kapandığı için aç kalan sokak hayvanlarını “mamalamaktan”, evde yalnız kalanlarla sohbet etmeye uzanan farklı şekillerde başkalarının bakım ve sorumluluğunu üstlendiler.[9] Avcılar ve Kadıköy Dayanışma Ağları ata tohumlarını çoğaltarak evlere fide dağıtımı yaptı ve bir dayanışma ağı bostanı kurdu, böylece gıda ve pandemi krizini bir arada düşünmeyi sağlayacak pratik adımlar attı.

Acil ihtiyaçlar, politik hedefler

Pandeminin yarattığı aciliyet hissiyle birlikte hızlıca örgütlenen bu dayanışmalar, temel ihtiyaçların sağlanmasına yönelik “günü kurtaran” faaliyetler geçekleştirdi, zira zaman az, ihtiyaçlarsa çoktu. Fakat pek çok grup önüne bu tür temel dayanışma faaliyetlerinin ötesinde politik bir hedef koyar. Ataşehir Dayanışma Ağı’nden Çiğdem Şimşek şöyle diyor: “Temel derdimiz hakikaten, sonrasını birlikte üretebileceğimiz, ortak mutfak gibi projeler; eğitim ya da sağlık alanında ne yapabileceğimizi tartışacağımız forumların oluşturulduğu, bunların tartışmaya açıldığı, temas ettiğimiz ailelerin temel vatandaşlık taleplerini yükseltebildiği, devlete de basınç oluşturabileceği kanalların inşa edildiği ilişkilenme biçimleri…. Dayanışmayla kastettiğimiz şey, bunun bilincinde olmak ve yapacağımız her şeyi ‘salgın sonrasında bu düzene karşı nasıl bir set çekeceğimizi’ düşünerek yapmak aslında.”[10]

Kültür savaşının mevzisi mahalle, toplumsal sınırları ve tahayyül dünyasıyla içine kapanıyor. Komşuluk girişimleri ve dayanışma grupları otoriter popülizmin siyasi eksenini güçlendirme riski taşıyor. Buradan çıkmanın bir yolu, Bakım Kolektifi’nin ifadesiyle “kendime benzeyen yabancıların” dayanıştığı grupların ötesine geçmek.

Beşiktaş Dayanışma Ağı’ndan Beste Argat Balcı’nın ifadeleri de bu açıdan çok önemli: “Karşılıklı fedakârlığı, yardımlaşmayı, kendimle birlikte başkasını da düşünmeyi, el ele vermeyi, dostluğu örgütlediğimiz bir süreç içinde olduğumuzu düşünüyorum. Bu meseleyi yaşamın her alanına yayabilir miyiz? Bununla ilgili neler yapabiliriz? Bunları düşünmeliyiz...”[11]

Dayanışmanın yükselişini engelleyen altı faktör

Yeniden üretim alanını gayri-kapitalist bir biçimde örgütleyen iktisadi ve sosyal pratikler yaratmak, bunları kurumsallaştırmak, farklı ortak duyu ve duyguların üretildiği başka türlü bir kültür ve anlam dünyası yaratmak Gezi’den beri toplumsal mücadelelerin ufkunu belirliyor. Bu sebeple yerel dayanışma ağları üzerine düşünmek hem bugün hem de muhtemel geleceklerimiz için çok önemli. Yazının devamında (pandemi öncesi ve sonrası) dayanışma ağlarının sahip olduğu potansiyeller ve önünde duran ikilemler üzerine sorular yer alıyor. Bunlara, Stavrides’in yazının başındaki makalesine yanıt mahiyetinde, “pandemi krizine karşı ve kriz ötesinde dayanışmanın yükselişini engelleyen altı faktör” diyebiliriz.

İlk iki faktör dayanışma ağlarının örgütsel biçimleri, talepleri ve eylem repertuarlarıyla, geri kalan dördü siyasi rejimin dönüşümü ve mahallelerin sosyo-tarihsel yapılanması ve kemikleşmiş yardımlaşma kültürüyle ilgili.

1- Mahallenin politikası

Gezi sonrası kurulan mahalle dayanışmaları örgütlenme birimi olarak mahallenin niteliğine dair ikili bir anlayış ortaya koydu: Mahalle bir yandan gündelik komşuluk ilişkilerine dayalı dayanışma bakım ve özen eylemleriyle inşa edilen bir yer olarak görüldü, diğer yandan kurumsal ya da makro siyasetle ilgili konular açısından politik mobilizasyonun merkezi olarak konumlandırıldı. Siyasal ve toplumsal olarak adlandırılabilecek bu iki düzey arasındaki çatışma asla çözülmedi.

Pandemi ağları da gündelik dayanışma pratikleri ile özgürlük ve eşitlik gibi siyasi idealler arasında ortaya çıkan bu gerilimi taşıyor gibi görünüyor. Yerel dayanışma grupları, “komşuluk” fikrine dayanıyor ve komşuluğu Bakım Kolektifi’nin “çoklu bakım” (promiscuous care) olarak adlandırdığı, “yerelleştirilmiş ve ortak toplum bakımının güçlü ve yaygın şekilde uygulandığı gayri-resmi hali” olarak kabul ediyor. “Çoklu bakım” kendimiz dışındakilere yönelen etik bir bakım ilişkisi olarak tanımlanabilir ve aslında gündelik hayatta birbiriyle akrabalık, hısımlık ya da yakınlık ilişkisi taşımayan kişiler arasında sıkça ve düzensizce gerçekleştirilir. Komşuların birbirine yardım etmesi, özen göstermesi ve özellikle kadınlar arası dayanışma faaliyetleri (birbirlerinin çocuklarına bakım gibi) bu şekilde değerlendirilebilir ve toplumsal aciliyet durumlarında bu türden ilişkiler hızlıca hayata geçirilebilir. Dayanışma ağları tam da bu komşuluk zemininde işler ve bu gönüllü ilişkileri işe koşar.

Dayanışma ağları aynı zamanda, mahalleyi ve komşuluğu neoliberal devlete karşı harekete geçirilmesi gereken bir siyasi birim olarak ele alır. Bu düzeyde mahalli sorunlar ondan daha yüksek bir ölçek olarak görülen siyasal alanla ilişkilendirilir. Böylece yerel meseleler ve kurumsal siyaset alanındaki faaliyetler arasında bir öncelik/sonralık ilişkisi kurulur. Yereldeki ilişkiler siyasal olana doğru mobilize edilmek için tesis edilir. Bu bakış siyasal ve toplumsal arasında çizilen çatışmalı ilişkiye tekabül eder, gündelik hayatın örgütlenmesini amaçlayan dayanışma faaliyetleri makro siyasetin ikamesi gibi görülür ya da yerelde kurulan ilişkiler makro siyasetin diline tahvil edilmeye çalışılır. Mahalle, Tanıl Bora’nın “bir şeye karşı” olarak tarif ettiği “bir hasıma ya da tehlikeye karşı güçleri birleştirme”ye odaklanan (faşistlere, neoliberal devlete karşı) dayanışma pratiklerinin mevzisi haline gelir.

Toplumsal ve siyasal düzey arasındaki çözümlenmeden kalan bu gerilim süreksiz ve kurumsallaşmamış, fakat özerkleşmiş, yerel siyaset biçimlerine yol açar. Bu nedenle, çoğunlukla geçici komitelerin ve modüler grupların, dayanışmanın kurumlarını inşa etmeyi hedeflemek yerine, aciliyet gerektiren konulara verilen anlık ve geçici tepkiler etrafında örgütlendiğini gözlemler dururuz.

2- Ev içi emeğin cinsiyete dayalı örgütlenmesi

İkinci mesele, dayanışma ağlarının “ev” ve aile ile ilişkilenme biçimiyle ilgili. Bu ağlar bakımı kolektif bir sorumluluk olarak, devletin yanı sıra çekirdek ailenin de ötesinde düşünmemize yol açan fikir ve pratikler ortaya koyuyor. Fakat, bu ağlar evin kendisini dayanışma faaliyetlerinin alanı olarak görmüyor ve pandemiyle birlikte uzaktan çalışmanın, öğrenmenin ve sosyal yeniden üretimin biricik odağı haline gelen evin iç organizasyonuyla ilgili sorunlarına eleştirel bir şekilde müdahale etmiyor. Pandemide sosyologlar Yıldız Öztürk, Dilek Üstünalan ve Belce Metin’in ifadesiyle “sosyal devlet ve piyasa tarafından karşılanamayan hizmetlerin neredeyse tamamının kadınlara devredilmiş olduğu bir kez daha gün yüzüne” çıkarken bu alanın piyasa ve devlet dışı biçimlerde nasıl idame ettirileceğine dair nadiren düşünüldü.

1 Mayıs 2020’de bir evin balkonundan sarkıtılan “Ev içi emeği gördük mü?” pankartını hatırlayacak olursak, dayanışmaların da evin içerisine kör olduğunu, buna karşılık evler arası bir dayanışmayı görünür kıldığını düşünebiliriz. Evin içi bu anlamda “mahrem” kalırken, politik olan bunun dışarısında konumlandırılmış ve hatta –ve bir önceki başlıkla birlikte düşünüldüğünde– makro siyasete göre rabıtalandırılmış görünür. 

Neredeyse tüm dayanışma ağları pandemi krizinin “kapitalist sistemin tüm sorunlarını, hükümetin beceriksizliğini ve insanları gözetmekteki isteksizliğini” gösterdiğini iddia ediyor. Fakat konu aile siyaseti ve bakımın cinsiyete dayalı organizasyonuna nedense hiç gelmiyor. Bu sebeple, dayanışma ağlarının bakım ve yeniden üretim emeğine yaklaşımı sınırlı ve cinsiyetsizleştirilmiş görünüyor, radikal bir yeniden üretim ve bakım politikası kurmaktan uzak kalıyor.

Bakım Kolektifi “çoklu bakım” hedefinin tarihin, kültürün ve alışkanlığın –ebeveyn bakımı da dahil olmak üzere– bazı bakım türlerini diğerlerinden daha olası kıldığını, devlet ve toplulukların bu tür bakım işlerini desteklemek için zaman, kaynak ve altyapı sağladığını hesaba katması gerektiğini söyler. Ancak bu şekilde “başka türlü” bakım biçimlerine itibarını teslim etmek, kan bağı, hemşerilik ya da kültürel yakınlık ilişkisinin ötesinde evlerin içini dışarıya çıkartabilmek mümkün olabilir.

3- Kulturkampf ve “kendime benzeyen yabancılar”

Dünyadaki diğer otoriter popülist rejimler gibi, Türkiye’deki siyasi iktidar da mahalleyi muhafazâkar, milliyetçi ve ataerkil siyasetin mikro biçimlerini gündelik düzeyde örgütlemek için seferber ediyor. Son yıllarda muhtarın, esnafın ve bekçilerin mahalli başat aktörler haline getirilişini ve yeni bir “mahalle mikropolitiği”nin yükselişini gözlemliyoruz. Bu yerel figürler doğrudan Erdoğan tarafından siyasi rejimin sahipleri ve destekleyicileri olarak konumlandırılıyor. Yerel ve yerli erkekler devlet adına mahalleleri kolaçan etmekle görevlendiriliyor.

Diğer taraftan mahalle iki rakip ve tarihsel olarak inşa edilmiş yaşam tarzı (yerli ve milli / Batılılaştırılmış) arasında bir Kulturkampf’ın (kültür savaşı) süregittiği metaforik bir çatışma bölgesine dönüştürülmüş vaziyette. Dolayısıyla, mahalle bir kavram ve bir toplumsal örgütlenme birimi olarak tamamen tahkim edilmiş durumda. Bu bölünme sınıfsal çatışmanın kültürel farklar esasında mistifiye edilmesine yol açıyor ve kültür savaşını pekiştiriyor. Bu bağlamda, pandemide uygulanan kapanma tedbirleri aşağıdan örgütlenmiş ve mekâna gömülü dayanışma biçimlerinin gerekliliğini kanıtlarken, bu eylemler aynı zamanda mahallenin ölçeğini bir tür “siyasi fetişe” dönüştürme riskini de taşıyor. Zira kapanma uygulamaları insanları mahallelerine sadece fiziksel olarak değil, zihinsel ve politik olarak da sabitliyor. Kültür savaşının mevzisi haline getirilmiş mahalle, toplumsal sınırları ve tahayyül dünyasıyla bir kez daha içine kapanıyor. Bu koşullar altında, komşuluk girişimleri ve dayanışma grupları, çok ihtiyaç duyulsalar da, kendi içlerine kapanarak otoriter popülizmin siyasi eksenini güçlendirme riskini taşıyor.

Pandemi koşullarında hayırseverliğe dayalı ağlar hızlıca devreye girdi. Halihazırda var olan, hiç de eşitlikçi ve özgürlükçü olmayan bu ağlar aşağıdan örgütlenen özerk dayanışma gruplarının çalışmasını zorlaştırmakla kalmıyor, çoğu zaman varlıklarını da gereksiz kılıyor.

Buradan çıkmanın bir yolu, Bakım Kolektifi’nin ifadesiyle “kendime benzeyen yabancıların” birbirleriyle temasta olduğu ve dayanıştığı grupların ötesine geçmek. Bakım Kolektifi Kara Panterler’in topluluk modellerinin, 1970’lerin feminist ve gey hareketlerinin sağlık hizmetleri alanındaki girişimlerinin ve 1980’lerin ACT UP (Gücü Ele Geçirmek için AIDS İttifakı) gibi farklı büyüklüklerde ve siyasi çizgideki örgütlerin “başkalarına” bakmak için önemli bir model ortaya çıkardığını ileri sürüyor. “Hayatları bizimkine benzeyen yabancılar” tarafından gerçekleştirilen bu bakım biçimleri “şefkatli akrabalığı neyin oluşturduğuna dair fikirlerimizi dönüştürmeye” yardımcı olabilecek canlı örnekler.

Kolektifin “kendime benzeyen yabancıları” bir araya getirdiğini ileri sürdüğü bu tür ağlar, bakım faaliyetini çekirdek ailenin ötesinde düşünmemize yardımcı olmalarına rağmen, çoğunlukla “paylaşılan bir hastalığın veya dünya görüşünün aynılığına” dayanıyor. Kolektife göre asıl mesele farklılıkları önemseyen, “kendime benzeyen yabancıların” bir aradalığını aşan, yeni mahalli örgütlenme modelleri hayal edebilmek. Bu sorun insanların sınıf ve kimlik temelinde benzer yaşamlar paylaştığı mahallelerde, toplulukları kendi içine kapatan salgının koşulları göz önüne alındığında özellikle can alıcı hale geliyor. “Kendime benzeyen yabancıları” gözetmenin ötesine geçmenin fiziksel ve politik yollarını bulmak, henüz yanıtlanması gereken stratejik bir soru olarak önümüzde duruyor. Fakat bu soruya yanıt ararken sadece sınıflar arası bir dayanışma ilişkisi kurma gerekliğine odaklanılmamalı. Kreş, aşevi, haberleşme ağı, revir gibi yerel ölçekte ticari olmayan, dayanışmacı ve paylaşımcı kurumlar yaratmak, bunları her yerelin kendi iç dinamikleri esasında yeniden kurgulayarak yaygınlaştırmak ve “bulaşıcı” hale getirmek mümkün.

4- Devlet ve yerel yönetimlerin konumu

Mahalle Erdoğan’ın otoriter popülist rejimi için siyasi seferberlik birimi haline geldikçe, mahalle ölçeğinde sosyal ilişkilere odaklanmak, muhalif siyasi partiler açısından da (CHP yönetimindeki İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleri gibi) popülist bir araç olarak görülmeye başladı. Hatırlanacak olursa, salgının ilk dalgasının zirvesinde İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleri kendi tabirleriyle “dayanışma kampanyaları” düzenleyerek ulusal düzeyde bağış toplamıştı. Bu kampanyalar İçişleri Bakanlığı tarafından derhal yasadışı ilan edildi. Cevap olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan kendi “Milli Dayanışma Kampanyasını” başlattı ve yedi aylık maaşını bağışlayarak vatandaşlardan ve şirketlerden bu kampanyaya katılmalarını istedi. Eş zamanlı olarak İçişleri Bakanlığı “mahalli erkekleri” devlet adına kendi yerel dayanışma kampanyalarını organize etmeleri için harekete geçirdi.

Yasaklanan bağış kampanyaları yerine belediyeler “askıda fatura” gibi bilinen yöntemleri örgütlü ve görünür şekilde kullanarak bir nevi “kentdaş” yardımlaşması yaratmayı hedefledi. Böylece pandemide, daha önce hiç olmadığı kadar, mahalle düzeyinde dayanışma bayrağı altında bu tür hayır ya da yardımlaşma kampanyaları düzenlemek hem devlet kurumları hem de yerel yönetimler tarafından kullanılan popülist bir araç haline geldi. Burada “dayanışma”dan her ne anlaşılıyorsa, bunun merkez ve yerel arasında bir çatışma ekseni ortaya çıkarttığını görüyoruz. Devlet ve yerel yönetimler gibi örgütlü kurumlar arasında ortaya çıkan bu gerilimin aşağıdan örgütlenen özerk grupların çalışmalarını son derece güçleştirmesi muhtemel.

5- Halihazırda var olan mahalli ağlar

Bilindiği üzere, Türkiye’nin kent kültürü akrabalık ağlarının ve hemşerilik temelli toplulukların yoğun ve yaygın gayri-resmi yardımlaşma ağlarına dayanır. Ayrıca, dini cemaatler yoğun yardım çalışmaları yürütür ve üyelerini maddi ve sosyal açıdan destekler. Bu gayri-resmi ağlar devlet tarafından tanınır, kullanılır ve bazen mali olarak desteklenir. Dini kimliğe ve hemşeriliğe dayanan bu tür ağlar, üyelerini maddi ve duygusal açıdan destekler, birlik ve güven havası yaratır. Bu dayanıklı ağlar her ne kadar kentsel dönüşüm gibi yerel ölçekte sosyal parçalanma yaratan projelerle zedelense de pandemi gibi olağanüstü koşullarda hızlıca harekete geçerek özellikle devlet kaynaklarının dağıtılmasına aracılık eder.

Sosyolog Ayça Kurtoğlu “kendi insanına yardım” olarak tanımladığı göç ile şekillenen hemşerilik ağlarının onlara dahil olanları maddi olarak “imtiyazlı kılarken”, üyelerinin mekânsal aidiyet duygusunu da beslediğini ileri sürer. Fakat, bu hemşerilik dayanışması 1980’lerden itibaren ortaya çıkan popülist kentsel politikalarla birlikte ortadan kalkmasa da, rant yaratımı ve paylaşımı esasında bir dönüşüm geçirdi. Yine de Kurtoğlu’nun altını çizdiği gibi, günümüzde İstanbul’daki üç dernekten birinin hemşerilik derneği olması, sivil örgütlenme alanının, güven gibi yüz yüze ilişkilerden kamu otoriteleriyle kurulacak formel ilişkilere kadar hemşerilik ağları üzerinden işlediğini gösteriyor. Diğer yandan, hemşerilik ve din merkezli “yardımlaşma kültürü”ne dayalı kentsel ağlar da neoliberal kentsel koşullara uyum sağlayacak şekilde dönüşse de halen baskın bir örgütlenme gücüne sahip.

Sosyolog İrfan Özet’in belirttiği gibi, mahalle yaşamının halen önemli ölçüde varlığını sürdürdüğü İstanbul’un Fatih gibi bölgelerinde, geleneksel ağlara yaslanan “dayanışmacı eylem setlerinin nispeten istikrarını koruduğu”, buna mukabil Başakşehir gibi sitelerdeyse “dayanışma ve infak geleneği”nin, “örgütlü ve kurumsal ağların belirlediği yörüngede giderek bir ‘organizasyon’ diline” evrildiği görülüyor. Pandemi koşullarında bu tip hayırseverlik kültürüne dayalı ağların hızlıca devreye girdiğine tanık olduk. Halihazırda var olan, güvene dayalı, hiç de eşitlikçi ve özgürlükçü olmayan bu ağlar aşağıdan örgütlenen özerk dayanışma gruplarının çalışmasını zorlaştırmakla kalmıyor, çoğu zaman varlıklarını gereksiz kılıyor.

6- Hayırseverliğin ve dayanışmanın kavramsallaştırılması

Pandemi koşullarında mahalle grupları tarafından düzenlenen kampanyalar dayanışma, hayırseverlik ve yardım arasındaki kavramsal ve pratik farklılıkları görünmez kılma riskini taşıyor. Özerk dayanışma ağlarının çoğu, devlet önderliğindeki mali yardımların hükümetin kendi tabanını konsolide etmeye yaradığını, devlet yardımının yardım ettiği kişiyi “yoksul” olarak nesneleştirdiğini ve damgaladığını, bu şekilde yoksulluğun gerçek nedenini gizlediğini iddia ediyor. Bunun karşısına kendi özerk ve eşitlikçi dayanışma faaliyetlerini koyuyor. Ataşehir Dayanışma Ağı’ndan Çiğdem Şimşek dayanışma ve “yardımlaşma” arasındaki farkın pandemi gibi acil durumlarda birbirine karışabileceğini, fakat neredeyse tüm diğer dayanışmalar gibi onların faaliyetlerinin de “yardım-lütuf kültürünün hem insani hem de siyaseten aşılması” gerektiği fikrine dayandığını ifade ediyor. Fakat var olan olağanüstü durum, Şimşek’in ifadesiyle, dayanışma faaliyetlerini “ne yazık ki daha çok destek kolileri dağıtımı, sağlık çalışanları ve diğer emekçiler için maske ve siperlik yapımı, sokaktaki dostlarımızı mamalama gibi çalışmalarla” sınırlandırdı.[12]

Buna karşılık, Fatih Dayanışma Ağı perspektifini dayanışma kutularının içindeki erzak ve hijyen malzemelerinin ezilenler arasında bir diyalog aracı haline geldiği “ezilenlerin iyiliği” diye tanımlıyor.[13] Bu diyaloğun daha geniş bir siyasi örgütlenme ufkunu açtığına inanıyor. Yine de, hayırseverlik ve İslami yardım kültürünün yaygın ve baskın olduğu bu tabloda böyle bir diyaloğun başlaması imkânsız değilse de zorlayıcı görünüyor.

Sivil toplum kurumlarının sadaka kültüründen farklılaşan “yardım” söylemi verili bir ihtiyaç ve o ihtiyaca “muhtaç” özne yaratıyor. Bu ilişkilenme biçimi muhatabının taleplerini belirleme gücüne sahip ve karşısındakini edilgen bir konuma sabitliyor.

Bu zorluk aslında yardım-sadaka kültürünün yarattığı “yoksul” ve “ihtiyaç sahibi” gibi özneleşme biçimleriyle ve bunlar vasıtasıyla ihtiyaç ve beklentileri tanımlama ve karşılaşma yöntemleriyle de doğrudan ilgili. Benzer şekilde, sivil toplum kurumlarının sadaka kültüründen farklılaşan “yardım” söylemi, verili bir ihtiyaç ve o ihtiyaca “muhtaç” özne yaratıyor. Her iki ilişkilenme biçimi de muhatabının taleplerini belirleme gücüne sahip ve karşısındakini oldukça edilgen bir konuma sabitliyor. Bu yardım-sadaka pratiklerinin yaygınlığı ve kapsayıcılığı sadece pandemi döneminde değil, olağan durumlarda da otonom ve dayanışmacı pratiklerin muhataplarıyla kurduğu ilişkinin rengini belirliyor.

Örneğin, Göçmen Dayanışma Ağı (GDA) tarafından 2011 yılında Tarlabaşı’nda kurulan, paranın geçmediği, göçmenlerin özgüçlenmesini hedefleyen dayanışma mutfağının çuvalladığı yeri sosyolog Fırat Genç şöyle ifade ediyor: “Göçmenlerin acil günlük ihtiyaçlarının karşılanmasını mümkün kılacak etkin ve eşitlikçi sosyal politika mekanizmalarının var olmadığı koşullarda göçmenlerin beklentileri ile GDA’nın öne sürdüğü dayanışmacı perspektif arasındaki makas zaman içinde giderek açıldı. Sonuçta, maddi koşulların yakıcılığıyla boğuşan, diğer yandan hayırseverlik ağlarının gündelik sorunlara çok daha hızlı biçimde yanıt verdiğini gözlemleyen mahalledeki göçmen nüfus, bu türden bir dayanışma söylemini fazlasıyla soyut bulup Mutfak’la ilişkilerini sınırlı tutmayı tercih etti.”

Eşitlikçi, özgürleştirici ve güçlendirici bir pratik olarak dayanışmayı merkezine alan hareketlerin tıkandığı ve çoğunlukla üzerinde konuşulmayan bir soruna işaret ettiği için bu çuvallama deneyimi oldukça öğretici bir örnek. Pandemi dönemi sadaka-yardım söylemini güçlendirerek yaygınlaştırdığı ölçüde başka türlü dayanışma pratiklerinin önünü kesiyor, dayanışma ağlarının faaliyetlerine yükledikleri politik anlamın kaybolmasına da yol açıyor.

Çuvallayıp dünyayı yeniden deneyimlemek

Öte yandan, devletin yeniden yapılanması ve otoriter popülist rejimlerin oluşumuyla ilgili bu altı faktör pandemi öncesinde de mevcuttu. Devletin kapanma ve sosyal mesafe uygulamalarının sonuçlarıyla başa çıkma yolları bu faktörlerin mahalle düzeyindeki etkilerini güçlendirmiş görünüyor. Dayanışma pratikleri güçlü uygulamalar ve ilkeler içerse de, popülist rejimler ve benzer şekilde muhalifleri (belediyeler gibi) tarafından akamete uğratılma ve “iç edilme” riskini barındırıyor.

Dayanışma pratikleri derin kriz dönemlerinde görünür hale gelir ve devletlerin ve kapitalist piyasaların olağanüstü duruma çözüm getiremediğini gözler önüne serer. Ancak, bu durum aynı zamanda, hareketlerimizin var olan krizi ele almakta, analiz etmekte ve toplumsal değişim sağlamakta çuvallayabileceğini de gündeme getirir. Bu sebeple çuvallama hallerimizi birbirimizle paylaşacak, önümüze koyup peşi sıra özdüşünümsel ve eleştirel süreçleri işletecek, kötü duygular kadar umudu da paylaşabilecek zeminler yaratmak şart hale geliyor. Pandemi bizleri evlere ve kendi küçük hayatlarımıza sıkıştırırken, kendimizden daha büyük bir dünyaya açılmak ve ortak bir hayatı birlikte kurmayı hayal etmek için sebeplerimiz çoğaldı. Çuvallamak ve dünyayı yeniden denemek için de.

Kaynaklar

Bora, Tanıl (2021) “Dayanışma” İPA İstanbul Dergisi, s. 2, 6-8.

Bakım Kolektifi (2020) Bakım Manifestosu: Karşılıklı Bağımlılık Politikası, çev. Gülnur Acar Savran, Ankara: Dipnot.

Dowling, Emma.  (2021), “Caring in Times of a Global Pandemic. Introduction” HSR Forum 46 (4).

Genç, Fırat (2017) “Türkiye’de Göçmen Mücadelesinin İmkân ve Sınırları: Göçmen

Dayanışma Ağı Deneyimi” Sosyal Hizmetleri Yeniden Düşünmek içinde, Neşe Şahin Taşğın, Uğur Tekin ve Yasemin Ahi (ed.), Nika Yayınevi, Ankara, 2017.

Kadıoğlu, Duru Su (2021) “Alternatif Medya Yaklaşımıyla Yerel Dayanışma Ağları”, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Karakayalı, Serhat ve Özge Yaka (2014) “The Spirit Of Gezi: The Recomposition Of Political Subjectivities in Turkey”, New Formations, s.83.

Kurtoğlu, Ayça (2021) “Hemşehrilik ve Hemşehrilik Dayanışması”, İPA İstanbul Dergisi, s. 2, 32-35.

Özdemir, Şeyma (2021) “’Kapitalizm Öldürür Dayanışma Yaşatır’: Türkiye’deki Dayanışma Ağlarından Bir Kesit” Pandemi Dayanışması, Marina Sitrin & Colective Sambrar (der.), İstanbul: Kaldıraç yayınevi.

Özet, İrfan (2021) “‘Dava’ ve ‘CV’: Muhafazakâr Dayanışmanın Dönüşümü”, İPA İstanbul Dergisi, s. 2, 36-38.

Yıldız Öztürk, Dilek Üstünalan ve Belce Metin (2020) “Pandemi Sürecinde Kadınların Ev İçindeki Deneyimleri ve Evde Kalmanın Duyguları”, Feminist Tahayyül, 1 (2), 185-225.

Stavrides, Stavros. (2020). “Müşterekler olarak Hayat


[1] Örneğin, “Yoğun Şimdinin İçinde: ‘68, Mücadele, Arşiv, Melankoli Üzerine” Hafıza-i devrim isyan ile mamur”, 1+1 Forum; “Özgürleştirici bir ihtimal olarak çelişki ve belirsizlik”, Gazete Duvar; “Dünyayı Tekrar Denemek”, Artist 2106 TÜYAP Fuarı Kataloğu, Karşı Sanat Yayınları, 2016.

[2] Örneğin, Yeniden İnşa Et: Caferağa ve Yeldeğirmeni Dayanışmaları Yatay Örgütlenme Deneyimi, Kolektif, İstanbul: Nota Bene, 2020.

[3] Birleşik Krallık sağlık sektörünün neoliberal dönüşümünün pandemiyle başa çıkmada ne kadar büyük bir etkisi olduğunu gözlemlemek için örnek bir vaka oldu. Bu anlamda, Boris Johnson’ın Margaret Thatcher’ın mottosu haline gelmiş olan “toplum diye bir şey yoktur” ifadesinin yanlışlığını kabul eden açıklaması aslında salgın dönemine damgasını vuran bir tespit. Bugün Birleşik Krallık’ta toplum diye bir şeyin var olduğunu kanıtlayan yüzlerce karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma örgütlenmesi faaliyette. Pandemi dayanışma ağları için Bilge Serin “Dayanışma yaşatır: Pandemi dayanışma ağları” başlıklı yazısına bakılabilir.

[4] Örneğin, Giorgio Agamben, “Agamben: Bir Soru”.

[5] Örneğin. Eda Yiğit “Karantinanın BelleğiBirikim, s. 373, Mayıs 2020.

[6] Burada kısa bir parantez açarak yazı boyunca kullandığım toplumsal yeniden üretim ve bakım emeği kavramlarına kısaca değinmek yerinde olacak. “Bakım” başkalarının fiziksel ya da duygusal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ücretli ya da (ve genellikle) ücreti ödenmeyen hem duygulanımsal hem de etik yönü olan faaliyetleri tanımlamak için kullanılıyor. Toplumsal yeniden üretim kavramı ise emek gücünün yeniden üretimi için gerekli olan tüm faaliyetleri kapsıyor. Karşılığı ödenmemiş ya da ücretli emeği sömürerek emek gücünü yeniden üretim maliyetlerini düşük tutma “becerisi” kapitalist ekonominin temel yapısal dinamiğini oluşturur. Emma Dowling’in (2021) belirttiği gibi, bu yapısal dinamik ahlaki bir paradoksla sonuçlanıyor: Yaşamın sürdürülmesi için en önemli faaliyetlerden bazıları en az değer verilen faaliyetlerdir. Ve bu ahlaki paradoks pandemi sürecinde reddedilemez bir şekilde görünür olur. Pandeminin bir yıl sonunda üretim alanında yarattığı “paradoksları” Zafer Ülger’in “Pandemi Siyaseti ve Toplumsal Ruh Hali” başlıklı yazısında bulabiliyoruz.

[7] İstanbul’da Covid-19 sürecinde ortaya çıkan ya da yeniden doğan dayanışma ağları hakkında Fırat Fıstık’ın “Korona Günlerinde Toplumsal Destek Ağları Salgının Panzehiri Dayanışma” başlıklı yazısına ve 1+1 Forum’da yayınlanan “Yerel Dayanışma Ağları” başlıklı söyleşi serisine bakılabilir. Ayrıca Duru Su Kadıoğlu’nun (2021) pandemi dayanışma ağları hakkında yürüttüğü kapsamlı saha araştırmasına dayanan “Alternatif Medya Yaklaşımıyla Yerel Dayanışma Ağları” başlıklı yüksek lisans tezi bu konuda derinlikli bir tartışma açıyor. Şeyma Özdemir’in (2021) dayanışma ağı gönüllüleriyle yaptığı görüşmeleri aktaran yazısı da bu ağların yaptıklarını ve aktivistlerin “ruh hallerini” aktarıyor.

[8] Duru Su Kadıoğlu’nın çalışmasında bu tarihsel izlek şöyle ifade ediliyor: “Nurtepe-Güzeltepe’deki aktivistler, Ya Kanal Ya İstanbul platformu yoluyla dayanışma ağlarından haberdar olmuşlar, ardından bu fikri Ya Kanal Ya İstanbul Nurtepe Koordinasyonu’na taşımışlar, bu platformda yer alan aktivistler ise bağlı bulundukları diğer mahalle örgütlenmeleri yoluyla mahalle halkını ağlardan haberdar etmişlerdir. Aynı yöntem Maltepe Dayanışma Ağı kurucuları tarafından Maltepe Forumu üyelerine, Sarıyer Dayanışma Ağı için kurucuları tarafından ise Sarıyer Kent Konseyi üyelerine ulaşılarak izlenmiştir. Pandemiyi önceleyen dönemde semtlerinde aktif yerel örgütlenmelerin parçası olmayan Ataşehir ve Beşiktaş dayanışma ağlarının kurucuları ise semtlerinde ikamet ettiklerini bildikleri ve çevre hareketi, kadın hareketi, sosyalist örgütlenmeler gibi toplumsal mücadelelerde beraber yer aldıkları insanlara ulaşmış, bölgelerinde dayanışma ağı kurma fikrini paylaşmışlardır” (2021: 81).

[9] Bu minvalde Amed Dayanışma Ağından Deniz’in aktardığı anekdot burada alıntılamaya değer: “Ayrıca, evinde interneti veya televizyonu olmayan, diğer insanlarla sosyalleşemeyen, yalnızlığa mahkûm edilen insanlar var. Bir gün mahallede yürüyorduk. Adamın biri bize camdan ‘yukarı gelebilir misiniz’ diye bağırdı. ‘Canım çok sıkılıyor, kimsem yok’ deyince gittik, sosyal mesafeyi koruyarak biraz dertleştik. Maalesef bunlar toplumsal dayanışmanın çözülmesinin sonuçları. Daha sonra sıkılmasın diye birkaç roman götürdük okuması için.” Anıl Olcan, “Yerel Dayanışma Ağları –IV: Amed Dayanışma Ağı: Ne sadaka ne lütuf, hal hatır”.

[10] 10 Mayıs, karantina-tv, “Dayanışma Ağları“.

[11] 19 Nisan, Karantina TV, “Dayanışma Ağları“.

[12] 10 Mayıs, karantina-tv, “Dayanışma Ağları“.i

[13]Yerel Dayanışma Ağları –I: Fatih Dayanışması: Gözden çıkarılanların yan yana gelişi”.

^