PAZARKULE’DEN İNSANLIK MANZARALARI

Saner Şen
6 Mart 2020
SATIRBAŞLARI

Türkiye resmi makamlarının bir işareti on binlerce göçmen ve sığınmacının Avrupa kapılarına, Yunanistan sınırlarına yığılmasına yetti. Kimi Edirne’ye yürüdü, kimi ücretsiz otobüslere dolduruldu, imkânı olan taksi tuttu. Herkes bir an önce Türkiye’den gitmek istiyordu. Pazarkule sınır kapısında neler yaşandı, bu kadar insan hangi koşullarda buraya gelmişti, ortak umutları neydi? Bir yandan Yunanistan tarafına itilirken oradan da gaz bombalarıyla karşılaşınca ne yaptılar? Saner Şen Pazarkule kapısında, Meriç boylarında yaşananları anlatıyor.
Fotoğraflar: Saner Şen

Edirne şehir merkezini pas geçip Kapıkule Sınır Kapısı’na doğru yöneldiğimizde 28 Şubat öğle saatleriydi. Kapıların açıldığı haberiyle yola dökülen mültecilerden oluşan küçük gruplar emniyet şeridinden sınıra doğru yürüyorlardı. Kapıkule sınır kapısına birkaç kilometre mesafedeyken bir kontrol noktasında durmak zorunda kaldık. Dışarı çıkıp araçları kontrol eden jandarmalara doğru yürüyordum ki, bizim gibi durdurulan bir taksiden bir grup mültecinin indirildiğini fark ettim. Jandarmanın yönlendirmesiyle yolun karşısındaki benzin istasyonunda bekleyen sivil polislerin yanına gönderildiler. Önce korku dolu gözlerle birbirlerine bakıp ne olup bittiğini anlamaya çalıştılar. Bir süre sonra, yüzlerindeki tedirgin ifade yerini şaşkınlığa bıraktı. Bir gariplik var diye düşünüyorlardı belli ki. Kontrol noktasından sınıra doğru yürürken, emin olmak için dönüp dönüp baktıkları polisler el işaretleriyle devam etmelerini söylüyordu. Tarlaların arasından hızlı adımlarla sınır boyuna doğru ilerlediler.

Nerede ne zaman patlayacağı belirsiz galeyanın lince dönüşme ihtimalinin sertleşen ekonomik kriz ve sınır ötesinden gelen kayıp haberleriyle her geçen gün arttığının herkes farkında. Avrupa’nın en azından bu anlamda daha güvenli olduğunu düşünmek dahi bir mülteci için tercih sebebi olabiliyor.

Jandarmalara mültecilerin nerede toplandığını sormak niyetiyle inmiştim araçtan. Gazeteci arkadaşımdan aracı bırakıp beni takip etmesini istedim kaş göz işaretleriyle, sonra da sınıra doğru yürüyenlerin peşine takıldım. Tam yetişmek üzereydim ki, arkamdan yükselen bağrışmaları duyup geriye döndüm. Polisler gazeteci arkadaşımı durdurmuş, beni de yanlarına çağırıyorlardı. Fark ettikleri anda bizi durduracaklarını zaten tahmin ediyordum, ama “Ne yapmaya çalışıyorsunuz siz, rezil mi edeceksiniz Türkiye’yi” diye azarlamak suretiyle hukuksuzluğu bu kadar açık ilan edeceklerini düşünmemiştim. “Orası sıfır noktası, giremezsiniz. Başımızı belaya sokmayın” diye çıkıştılar. “Bir daha buraya yaklaşırsanız yasal işlem yaparız” diyerek de durumun ciddiyetini anladığımızdan emin olmak istediler.

Bu esnada kontrol noktasına gelen bir otobüs dolusu mülteci, geldikleri otobüsle Pazarkule Sınır Kapısı’na gönderildi. Biz de onların arkasından Pazarkule’ye gitmeye karar verdik.  

Sınır kapısına birkaç yüz metre kala başka bir kontrol noktasında durdurulduk. Pencereye yaklaşan polis nereye gittiğimizi sordu. Sınır kapısına gitmek istediğimizi, basın mensubu olduğumuzu söyledik. Kartlarımızı kontrol etmek için toplarken, yerli basın mı, yoksa yabancı mı olduğumuz soruldu. Ses tonlarından yabancı olmanın pek avantajlı olmadığı anlaşılıyordu. GBT kontrolünden sonra Yunanistan kapısından önceki son engeli de aşmış olduk. Sınır kapısı tam karşımızdaydı ve kapıdan geçmek isteyen mülteciler için Yunanistan tarafındaki Kastanies Sınır Karakolu’na kadar hiçbir engel yoktu. Pazarkule’ye bizimle aynı zamanda ulaşan mültecilerin bir kısmı, kapıya gitmek yerine sınır boyunda uzanan tarlalara doğru yöneldi. Kapıya gittiklerinde neler yaşanacağını zaten biliyorlardı herhalde. Bilmeyenler kapının Türkiye tarafında onları bekleyen güvenlik görevlilerinin yanından tampon bölgeye geçtiler. Bu sırada Kastanies Sınır Kapısı’ndan geri gönderilen bir grup mülteci, aksi istikamette, bizim bulunduğumuz noktaya doğru yürüyordu. Kapıdan çıktıktan sonra bir süre ne yapacaklarını tartıştılar. Sonra tarlaların arasından sınıra yürüyen grupları takip etmeye karar verdiler. Biz de onların peşine takıldık.

Tellerin Türkiye tarafında dolaşan devriyeler bizi yine alandan uzaklaştırabilir endişesiyle fotoğraf çekmediğimiz zamanlarda makinelerimizi çantalarından çıkartmadık. Mümkün olduğunca dikkat çekmemeye çalışıyorduk. Herkes birbirine bakıyor, arada cesaretli birkaç genç tellere tırmandığında yanlarına hemen diğerleri ekleniyordu. Saniyeler içinde niyeti anlayan Yunanistan devriyesinin siren sesleri duyulur duyulmaz, herkes tellerden iniyor, birkaç metre ötede olsa da megafondan konuşmayı tercih eden devriye, tellerden uzak durmaları için bağırırken onlar askerlerin yüzünde halden anlar bir ifade arıyordu. Makinemi görüp  gazeteci olduğumu tahmin edenlerin bazıları yanıma gelip “kapılar açılmayacak mı?” diye sordu. Gazeteci olarak onların bildiğinden fazlasını biliyor olabileceğimi düşündüler muhtemelen. Kapıların açılmayacağını tahmin etsem de, sanki kendi suçummuş gibi bir türlü söyleyemiyor, “ben de bilmiyorum” diyordum. Aslında o kadar teamül dışıydı ki yaşanan her şey, biz de dahil hiç kimse bundan sonra ne yaşanacağını tahmin edemiyordu.

Türkiye: Bir belirsizlikler denizi

27 Şubat 2020 Perşembe akşamı Suriye’de TSK’nın konvoyuna yapılan saldırının üzerinden henüz saatler geçmişken geldi açıklama. Artık Türkiye’de bulunan mülteciler için Türkiye’den çıkış kapıları açılmıştı. Bazısı gerçekten AB kapılarının da açıldığını düşünerek apar topar yola koyuldu. Yunanistan’a geçiş için geldikleri Pazarkule Sınır Kapısı’ndan geçip Yunanistan tarafındaki Kastanies Sınır Kapısı’ndan geri çevrildiklerinde yaşadıkları şaşkınlıktan anlaşılıyordu bu. Kalanlar AB kapılarının açılmayacağını bilseler de, iki kapı yerine birini zorlamanın daha kolay olacağını düşündü belli ki. Ama kesin olan bir şey varsa o da sınıra gelenlerin artık Türkiye’den gitmek istedikleriydi.

Yunanistan kapısının açılmayacağını anlasalar da hemen vazgeçmek niyetinde değillerdi. Çoğu için İstanbul’dan çıkarken çantalarına sığdıramadıkları ne varsa artık geçmişte kalmıştı. Geride bıraktıkları o iptidai düzeni dahi tekrar kuramayacaklarını düşünüyorlardı.

İranlı Mecit, fotoğraf makinemi gördüğünde saklanmak yerine gülümseyince yüz bulup yanına oturdum. İki buçuk yıldır Türkiye’de yaşadığını söyledi ve hemen ekledi: Türkiye’den memnunum. Allah sizden razı olsun. Sizin memleket her zaman güzel olsun, hiçbir sıkıntı gelmesin inşallah.

Peki bu kadar memnunsan neden gidiyorsun? soruma cevaben şikâyetlerini açacak güveni hissedene kadar şunları söylemekle yetindi:

Tayyip Erdoğan yabancılara ‘biz sınırları açtık, gidin’ dedi. Biliyoruz, biz Türkiye’ye gerçekten zararlıyız. Sigortasız çalışıyoruz. Türk işsiz kalıyor. Benim işyerinden çok iyi bir arkadaş –ben ona kardaş diyorum– ‘abi biz artık yabancılardan bıktık’ diyor yüzüme karşı. Türk milleti gerçekten yabancılardan bıkmış. O yüzden biz sizin memleketi bırakmak istiyoruz artık, daha fazla zarar vermeyelim. Zaten Erdoğan da çıkın demiş.”

Söyleyecek başka şeyleri de vardı belli ki. Ama elinden geldiğince sakin, usturuplu konuşmaya, içindeki isyanı bastırmaya çalışıyordu.

Zaten sevilmedikleri bir ülkede nankör damgası yemek istemediklerinden, göçmenler arasında yaygın olarak görülen bir tavır bu. Adları hükümetin ardına aldığı rüzgâra göre bazen kardeş, bazen mülteci, bazen düzensiz göçmen oluyor. Ama halk arasında genel olarak Suriyeliler diye biliniyorlar. Kimine göre 3 milyon, kimine göre çok daha fazla Suriyeli mülteci yanında, sayıca çok daha az olan Pakistanlı, Afgan, İranlı ya da Afrikalılar için de durum farklı değil. Suriyelilere karşı yükselen bıkkınlık ve öfkeden tüm mülteciler nasibini alıyor. Milliyetlerine bakılmaksızın, nüfusun ekseriyeti tarafından, sırttaki kambur kadar sevilmedikleri sır değil. Hükümetin zaman zaman uygulamaya koyduğu bu tarz politik manevralar da, Türkiye’nin siyasi hâkimleri tarafından ne kadar önemsendiklerinin kanıtı niteliğinde aslında.  

Abi, bizi sınıra yakın bir yerde bırakıp gittiler. Taksiciler önce İstanbul’a 250-300 euro istediler. Bir saat sonra bu sefer ‘İstanbul’a da izin yok, gidin Yunanistan’a’ dediler. Ortada kaldık. Paramız, yemeğimiz, hiçbir şeyimiz yok.”

Türkiye’nin uluslararası antlaşmalara mülteciler için koyduğu bölgesel şerhe göre doğudan gelenlere mülteci statüsü tanımak gibi bir zorunluluğu bulunmadığından, çalışma izni alamayan Afganı, İranlısı, Afrikalısı için Avrupa biraz daha insani koşullar, belki de sadece daha az hor görülme hayalini temsil ediyor. Çünkü, işini gücünü kurmuş, tuzu kuru bir azınlık dışında neredeyse hiçbirinin nihai tercihi olmayan Türkiye’de “düzensiz göçmen” hayatı hiçbir güvencenin bulunmadığı bir belirsizlikler denizi. Suriye’de hayatını kaybeden bir askerin acısı Samsun’da yolda yürüyen hiçbir şeyden habersiz bir mülteciden çıkartılabiliyor. Bu nerede ne zaman patlayacağı belirsiz galeyanın lince dönüşme ihtimalinin sertleşen ekonomik kriz ve sınır ötesinden gelen kayıp haberleriyle her geçen gün arttığının da her biri farkında. Avrupa’nın en azından bu anlamda daha güvenli olduğunu düşünmek dahi bir mülteci için tercih sebebi olabiliyor.

Sihirli dayanışma

Havanın kararmasıyla birlikte sınır hattı boyunca uzanan tarlalarda kamp ateşleri yakıldı. Buraya kadar gelip hemen vazgeçmek istemeyenler beklemekte kararlı görünüyordu. Biz de onlarla beraber sınır kapısına yakın bir yerde beklemeye başladık. Soğuk rüzgârın ardından yağmur çiselemeye başlayınca biraz ısınmak için sınır yakınında bir ağacın altına kurulmuş seyyar çay ocağına sığındık. Masalara dağıttığı çoklu prizlerle mültecilerin şarj ihtiyacını karşılayan seyyar çaycının saçağı altında yer bulmak için herkes balık istifi birbirine sokuldu. Beş dakika sonra da sicim gibi yağmur yağmaya başladı. Dışarıda kalanlar çöp poşetlerinden yaptıkları yağmurluklarla kuru kalmaya çalıştı.

Bebekli birkaç aile bulabildikleri araçlarla geri dönmeye karar verdi. Dönecek yeri olmayanlar, çocuklu aileleri en az ıslanan, en sıcak köşeye yerleştirmeye çalıştı. Birbirlerini tanımasalar da aralarında sihirli bir dayanışma vardı. Yağmur herkesi ıslattıktan sonra kesilse de kamp ateşine sokulmayan biri için hava dondurucuydu. Herkes geceyi geçirmek için bir ateşin başına yanaştı. Fotoğrafları geçmek ve biraz dinlenebilmek için oradan ayrılıp şehir merkezine dönmeye karar verdik. Dönüş yolunda terk edilmiş bina yıkıntılarına, köprü altlarına sığınmış, ateş başında ısınmaya çalışan yüzlerce sığınmacının yanından geçtik. Polis kontrol noktaları artmıştı, Kızılay ekipleri barınağa ihtiyacı olan çocuklu aileleri otobüslere dolduruyordu. Ama sığınmacıların çoğu –bir daha sınıra bu kadar yaklaşamama ihtimalini göze alamadıklarından olsa gerek– sınır hattından ayrılmadı. 


Gaz bombaları arasında

Sabah kapıya ulaştığımızda, yarım saat kadar önce Yunanistan sınır kapısına yürümek isteyen mültecilere gaz bombalarıyla müdahale edildiğini öğrendik. Bu kargaşa sırasında kapının iki yanında uzanan tampon bölge mülteciler tarafından ele geçirilmiş vaziyetteydi. Bir muhabir arkadaşım, az önce iki gazetecinin tampon bölgeye geçtikleri için gözaltına alındığını söyledi. Mülteciler Yunanistan kapısının önündeki dikenli tellere kadar ulaşmış olsa da basın manzarayı uzaktan izlemeyi tercih ediyordu. On dakika sonra tekrar başlayan çatışma yasakları ortadan kaldırdı. Yunanistan kapısına doğru yürümeye başlayan mülteciler kendilerine doğru ateşlenen gaz fişeklerini geri yolluyor, polise taşlarla karşılık vermeye çalışıyordu. Üç-beş dakika sonra yasak olan bölgede gaz bulutunun içinde fotoğraf çekiyordum. Etrafımda başka foto-muhabirleri de vardı ve her şey Türkiye tarafındaki sınır karakolu personelinin gözlerinin önünde cereyan ediyordu. Yaşanan bu kaos sırasında belki de en sıradışı olan, Yunanistan polisinin ateşlediği gaz bombalarına karşılık bizim sınır kapısında yükselen silah sesleriydi. Birkaç kez tekrarlanana kadar inanması zor gelse de,  bu yapılanın, ardı ardına ateşlenmiş gaz bombaları nedeniyle geri çekilen mültecileri galeyana getirip tekrar hücuma teşvik ettiği ortadaydı. Havaya doğru açılan her ateş, polisle çatışan kitlenin bir kısmında gol sevincini anımsatan bir coşkuyla karşılandı. Türkiye sınır polisi, anlatılanları doğrularcasına, mültecileri Yunanistan sınır kapısını zorlamaları konusunda cesaretlendiriyordu.

Avrupa’ya geçtikleri zaman da müreffeh bir hayata kavuşamayacaklarının farkındalar, ama bu coğrafyada yaşadıklarından sonra o küçük hayalin peşinden gitmek, yeri geldiğinde canını kaybetmek pahasına tercih edilebiliyor.

19 yaşında Afgan sığınmacı Fevzi bu durumu şu sözlerle doğruladı: “Polisler gidin, saldırın, kırın kapılarını, geçin diyor. Gidiyoruz oraya (Yunanistan), bize ateş ediyorlar.

Bir süre sonra çocuklar ve kadınlar gazın işgal ettiği bölgeden uzaklaştırıldı. Gaz bombaları, havaya sıkılan mermiler, feryatlar birkaç saat daha devam etti. Çatışmadan yüz metre ötedeki koruluk bu sırada bir kamp alanına dönüşmüştü. Yoğun gazdan bitap düşüp geri çekilen bir grup genç Afgan arasında Türkçeyi en iyi konuşan olduğu için hikâyelerini anlatma işi Fevzi’ye düştü: “Afganistanlıyım. Üç buçuk senedir İstanbul’da yaşıyorum. Bir otoparkta çalışıyorum. Haberlerde duyduk, sınır kapısı açılmış. O yüzden geldik. İki gündür buradayız. Suyumuz yok, ekmeğimiz yok, battaniyemiz yok, hiçbir şeyimiz yok yani. Ormanın içinde yaşıyoruz.”   

Fevzi’nin anlatımına göre, önce Kapıkuleye gitmişler, fakat jandarma yollarını kesip geri göndermiş, “sınırı Yunanistan tarafından geçin” demişti. Fevzi Kapıkule’deki tırların içine girmelerinden korktukları için polislerin mültecileri o bölgeye sokmadığını düşünüyordu. Kapıkule’den geri çevrilince ilk gece Yunanistan sınırında, Meriç kıyısında bir tarlada gecelemişler, ertesi gün 100 lira verdikleri bir taksici onları Pazarkule Sınır Kapısı’na getirmişti. Şimdi Yunanistan kapısının açılmayacağını anlasalar da hemen vazgeçmek niyetinde değillerdi. Çoğu için İstanbul’dan çıkarken çantalarına sığdıramadıkları ne varsa artık geçmişte kalmıştı. Geride bıraktıkları o iptidai düzeni dahi tekrar kuramayacaklarını düşünüyorlardı.  

Fevzi çaresizliğini şu sözlerle ifade etti: “Önce anlaşsınlar birbirleriyle, ondan sonra haberlerde söylesinler ‘kapıları açtık’ diye. Polisler otobüslere bindirdi, bedava getirdiler bizi buraya Zeytinburnu’ndan. İşimi bıraktım, şimdi tekrar gitsem geri işe almayacaklar. Bir gün gitmediğin zaman başkasını buluyorlar.”

Hükümetin aldığı bu kararın nedeni hakkında fikrini sorduğum Mecit derin bir nefes alıp “gerçekten söyleyeyim mi?”diye sorduğunda gelecek cevabın klişelerden biri olmayacağı anlaşılıyordu:

Para için bence. Ya destek için, ya para için… Geçende şehit verdi Türkiye. Erdoğan NATO’dan destek istedi. NATO da destek vermedi. Bence o da ‘tamam, ben de Suriyelileri bırakacağım sizin memlekete gelsinler, o zaman bakalım hangimiz zarar eder’ dedi.

Hemen arkasından şu sözleri ekledi: Sen daha anlaşma yapmadan Yunanistan’la bizi niye gönderiyorsun? Ya bizi almayın ya da aldıysanız canımızla oyun oynamayın.”

Meriç’i kaçak geçmek

Bir taraftan çatışmalar devam ederken diğer taraftan sınır kapısına gelenlerin sayısı sürekli artıyordu. Tabii bu ivme durumdan fayda sağlamaya çalışanları da alana çekmişti. Bir süre sonra, sınır kapısından geçişin ne kadar zor olacağını anlayıp başka yollar arayanlar için alternatif sunan kaçakçılar dolanmaya başladı kamp alanında.

Kırk yaşlarında bir Türk beni de onlardan biri sanarak sohbet ettiğim mülteci grubunun yanına sokuldu. Grubu Meriç nehrini aşacakları bir botla Yunanistan’a geçirmeyi teklif ediyordu. Hem de bedavaya! Pek inanılası gelmeyen bu teklif karşısında ne diyeceklerini bilemeyen gençler fikrimi öğrenmek ister gibi bir ifadeyle dönüp bana baktılar. O sırada onlardan olmadığımı fark eden kaçakçı “sen kimsin?” diye sordu. “Gazeteciyim” dedim. En duymak istemediği cevabın bu olduğu çok belliydi. Boynuna doladığı atkısını aceleyle gözlerine doğru kaldırdıktan sonra, “sen biraz şu tarafta durur musun?” diyerek beni uzaklaştırmaya çalıştı. Aramızda geçen bu gergin diyalog gençlerin adam hakkındaki şüphelerini artırmış görünüyordu. Kenara çekilip izlemeye başladım. Az sonra bana ters bir bakış fırlatarak oradan uzaklaştı. Gençlerin gözü adamı tutmamıştı.  

İki gündür, benzer tekliflerle insanları toplayıp paralarını aldıktan sonra Meriç kıyısında bırakan kaçakçıları duyuyorduk. Belli ki çoluk çocuk can pazarına düşmüş sığınmacıların cebindeki üç kuruşa göz diken “fırsatçılar” da kameraların karşısına çıkıp “ben kaçakçıyım, işim bu” diyebilen cüretkârlara dahi göz yumulan illegaliteden cesaret alıyordu.

İranlı Mecit bu kargaşada kaçak geçişin imkânsız olduğu fikrindeydi :

Yarın akşama kadar bekleyeceğiz, olmazsa İstanbul’a gidip bir kaçakçı bulacağım. Para vereceğim, beni Yunanistan’a göndersin. Şimdi beş metrede bir asker var. Şimdi olmaz. Bu durumlar bittiği zaman…

İşini bırakıp cebindeki son parayla sınıra ulaşan bir başkası:

Bu akşam da bekleyeceğim. Yarın akşam olunca direkt İstanbul’a gideceğim. Mecbur, yürüye yürüye gideceğiz. Polis koymazsa, çöllerden geçeceğiz…

Mecit gibi kaçakçıya para verebilecek olanların sayısı çok çok az. Çoğu varını yoğunu ortaya koyup son parasını sınıra gelebilmek için harcamış. Afgan Fevzi ile konuşurken yanımıza gelen bir arkadaşı, mikrofonunu açtığı telefonunu bana uzatıp derdini anlatmaya çalışan Meriç kıyısındaki arkadaşıyla konuşmamı istedi.

Telefondaki ses söyle diyordu:

Abi, polis bizi sınıra yakın bir yerde bıraktı, gitti. Burada araba baktık, taksiciler Edirne’ye gitmiyor. Önce İstanbul’a 250-300 euro istediler…” Ve ekliyor: “Bir saat sonra bu sefer ‘İstanbul’a da izin yok, gidin Yunanistan’a’ dediler. İstanbul’a da gidemiyoruz, Yunanistan’a da. Ortada kaldık. Paramız, yemeğimiz, hiçbir şeyimiz yok.”

Telefonu kapatmadan önce Fevzi “yerdeki otları yersiniz” diye mırıldandı acı bir gülümsemeyle. Aslında kendisine de söylüyordu aynı şeyi besbelli.

Çaresizliğin vardığı böyle bir noktada yapılabilecek pek bir şey kalmıyor. Ya güçlerini toplayıp tekrar deneyecek ya da yaşadıkları şehre dönüp her şeye sıfırdan başlayacaklardı. İkisi de zor, imkânsızlıklarla dolu.

Can pahasına kaçış

Bir zorunlu göçmen için hayat katlanılması güç zorluklardan ibaret. Avrupa’ya geçtikleri zaman da müreffeh bir hayata kavuşamayacaklarının farkındalar, ama bu coğrafyada yaşadıklarından sonra o küçük hayalin peşinden gitmek, yeri geldiğinde canını kaybetmek pahasına tercih edilebiliyor.

Onların bu çaresiz cesaretini sık sık duyduğumuz üzere “cahillik” olarak tanımlamadan önce, iğneyi kendimize batıralım. Bu coğrafyadaki mültecileri canları pahasına sınırı geçmeye zorlayan nedenleri konuşmalıyız her şeyden önce.

Beşerin işleyebileceği suçlar arasında belki de en yüz kızartıcılardan biri olan insan kaçakçılığının kameralar önünde pişkin sırıtışlarla “meslek” olarak zikredildiği bir ülke burası. Yüzsüzlerin sırtının sıvazlandığı, “devletin çıkarları için” mazeretiyle itiraf edilen suçun dahi görmezden gelindiği, itiraf görüntülerinin “komik video” diye elden ele dolaştığı bir ülke. Göçmenin bottan düşersem denizde boğulmaktan canımı kurtarayım diye satın aldığı, suyun üstünde dahi durmayan sahte can yelekleri üretenler, bunların üretildiği atölyelerde kazandıkları parayla ailesini geçindirenler var. Sınırı geçmeye çalışırken kurşun yiyenin nasıl olup da hayatını ortaya koyduğuna değil de, beş kuruşsuz göçmenden 300 avro isteyenlerin nasıl yüzüne tükürülmediğine dehşetle şaşırıyoruz. Çaresizliğin vardığı bu noktadan dahi fayda devşirmeye çalışanlar adına utanmaktan bıktığımız bir anda ve yerde yaşıyoruz. Aslında belki de hâlâ şaşırabiliyor olmamıza şaşırmalıyız.

^