Bir ilk film olarak Kar ve Ayı nasıl ortaya çıktı?
Selcen Ergun: Hikâyenin temelleri 2016’ya, senaryonun ortaya çıkması da 2017’ye uzanıyor. İlk çıkış noktamız, uzun yıllardır arkadaşım olan ortak yazarım Yeşim Aslan’la birlikte o dönemki ruh halimizi, bu dünya üzerinde kadın olmaya dair hislerimizi, çevremizdeki başka kadınlardan da duyduğumuz ortak hikâyeleri anlatmanın gerçek bir ihtiyaç haline gelmesiydi. Sadece kadın olma hali değil, bu dünya üzerinde insan olma deneyiminin giderek zorlaşması, güvende hissetmeme ve tekinsizlik duygusuna rağmen kendinde güç bulabilme ve umudunu koruyabilme filmin ana hissini şekillendirdi. Filmin kendine dert edindiği başka bir kanal da, biz insanların kendimizi nasıl dünyanın, doğanın ve tüm canlıların hâkimi gibi konumlandırdığımız, doğaya ne yaptığımız ve karşılığında ne ile karşılaştığımızdı. Bu hikâyeyi neredeyse gerçeküstü bir şekilde bitmek bilmeyen kış nedeniyle dışarıyla bağları kesilen küçük, karanlık, ama masalsı bir mikrokozmosda anlatmak, tüm bu duyguları, güç ilişkilerini, tekinsizliği, o tekinsizlik içinde farklı var olma biçimlerinin ve direnç alanlarının ortaya çıkışını daha görünür kıldı bizim için.
Film, bir kasabaya mecburi hizmet için gelmiş Aslı hemşirenin hikayesini anlatıyor. Aslı karakteri zihninizde nasıl belirdi?
Zamansız, dünyanın herhangi bir köşesinde olabilecek karanlık bir masal evreni kurmak istedik. Aslı’yla birlikte seyirci de bu evreni keşfediyor. Dışarıdan gelen, içinde bulunduğu koşullarda idealist bir şekilde elinde geleni yapmaya çalışan, ama giderek daha fazla şüphe içinde kalan, bu süreçte kendisini de sorgulayan bir karakter Aslı. İyi ile kötü arasındaki sınırların geçirgenliği, sonuçlara götüren koşulların bazen birçok müsebbibinin olması senaryonun merkezindeydi hep. Aslı karakteri de bu şekilde belirdi.
Kar ve Ayı Aslı’nın hikâyesinin tamamını vermiyor. Onun kulağındaki seslere, hem babanın sesine hem de kasabanın erkekleriyle girdiği diyaloglara tanık oluyoruz. Ataerkil kodların işleyişi açısından Aslı’yı ve çevresini farklı kılan ne?
Ataerkil kodların hâkim olduğu bu dünyada Aslı’nın halet-i ruhiyesi hiçbirimizden farklı değil aslında. Akçeken’de olan bitenler, eril güç ilişkileri, tekinsizlik hissi de bu kasabaya özgü değil. Benim derdim de bu kasabaya özgü değil zaten. Film sektörünün içindeki ya da beyaz yakalı çalışanların olduğu bir şirketteki karakterlerin, çatışmaların, ataerkil önyargıların özünde Akçeken’den farklı olduğunu düşünmüyorum. O yüzden de taşraya değil, insan olma deneyimine bakıyorum bu filmde. Aslı’nın gelip kendisini içinde bulduğu ve güvensiz hissettiği dinamiklere, insani zaaflara ve insan doğasına ait kötülüklere bakmaya çalışıyorum. Her şeye daha uzaktan bakarak, belki kendimizi daha iyi görürüz diye o kasabanın masalsı dünyasında olup bitiyor tüm bunlar.
Aslı kasabadaki eril tahakkümle arasına hep bir mesafe koymaya çalışıyor. Bu mesafeyi korumak için de özsavunma dahil çeşitli stratejiler geliştiriyor…
Aslı’nın kurmaya çalıştığı denge pek çoğumuza hiç de yabancı değil, hatta günlük hayatımızın bir parçası. Ama o, tam tanımadığı, yabancısı olduğu bir yere yeni geldiği için bunu daha net görebiliyoruz belki filmde. Senaryoya son halini vermek için, çekim yapacağımız bölgede, çok yüksek, kışın gerçekten şehirle bağları kopan bir dağ köyünde tanıştığım yaşlı bir çiftin evinde iki hafta kadar misafir oldum. Aslı’nın hissi, davranışı, bu süre boyunca hissettiğim, geliştirdiğim davranışa çok yakın. Tabii ben bir sağlık görevlisi olarak gitmiş değildim oraya, insanlarla iletişimimi belli seviyede tutabiliyordum. Kendimi tamamen kapatmam da mümkün değildi. Kimle ne sınır koyacağım, kimin evine ziyarete gidip kimle dışarıda görüşeceğim, kimle ne samimiyette sohbet etmeliyim diye tartıp duruyordum. Yaşlı teyzelerin evine gittiğim zaman çok huzurlu, kendim gibiydim, rahattım mesela. Bunu o süreçte tanıştığım, aynı Aslı gibi mecburi hizmet için o bölgeye atanmış genç bir hemşireyle lojmanında oturup uzun uzun konuştuk. Kar ve Ayı’nın detaylarında onun hikâyesinin, birlikte kaldığım yaşlı çiftin ve o dönemki hislerimin izleri mutlaka var.
Akçeken’de olan bitenler, eril güç ilişkileri, tekinsizlik hissi bu kasabaya özgü değil. Film sektöründeki ya da beyaz yakalı çalışanların olduğu bir şirketteki karakterlerin, çatışmaların, ataerkil önyargıların özünde Akçeken’den farklı olduğunu düşünmüyorum. Taşraya değil, insan olma deneyimine bakıyorum.
Kasabalı erkekler içinde yaşadıkları doğaya da şiddet uyguluyor. Kasabaya musallat olduğunu düşündükleri ayılara düşman kesiliyorlar. Kasap Hasan (Erkan Bektaş) karakteri üzerinden düşünürsek, doğaya yönelik bu şiddeti nasıl tarif edersiniz?
Bunun beslendiği kaynak kadına, çocuğa, canlıya yönelik tahakkümden bambaşka değil. Filmde Samet, biraz da benim doğayla ilgili fikrimin, hissimin sözcüsü olan bir karakter. Samet’in Hasan’a ayıyı öldürdüğü için katil demesi, Hasan’ın da ona “insan mı öldürdük, sen manyak mısın” diye karşılık vermesi tam da ikisi arasındaki çatışmayı özetliyor. O kasabanın koşullarında Hasan’ı da garipsemiyorum. Bir sahnede derdini anlatması için ona açtığımız bir alan var. Niye o ayıyı öldürdü? Neden şimdi ihanete uğramış hissediyor? O koşullar altında bunu yadsımıyorum…
Az önce bahsettiğim, senaryo yazarken bir süre misafir olduğum yaşlı çiftin tavuklarına musallat olan bir tilki vardı. O koşullarda tek bir tavuk bile o kadar değerli ki, o tavukları korumak için büyük bir gayret sarf ettiklerine tanık oldum. Teyze bir saat arayla dışarı çıkıp düdük çalıyordu belki tilkiyi uzak tutar diye. Amcanın yanında da bir tüfek hazırda bekliyordu, belki tilkiyi yakalar diye. Şehirde hayvanla, doğayla olan ilişkiyle kasabadaki ilişki başka tür bir denklikte gelişiyor. Hasan’ın dışarıya göstermeye çalıştığı o baskın, güçlü tavrından en uzak olduğu yer, arkadaşıyla birlikte içki masasındaki hali. Hasan niye böyle bir adam olup çıkmış, neye içlenmiş, ne düşünmüş, onu da biraz anlamak için alan açmaya çalışıyoruz. Dediğim gibi, bu bir diyalog, bunun sınırlarını anlamaya, tartışmaya çalışıyoruz. Cevap vermek değil, kendi sorduğum soruları filmde de sormak niyetim. Öyle tek bir cevap olduğunu düşünmüyorum.
Aslı kasabaya kendi kullandığı arabasıyla geliyor. Bu tercihiniz western filmlerine mi göz kırpıyor?
Bu niyetle çekilmiş bir giriş değil, ama bu okuma çok da makûl bence. Western türündeki keşfedilmemiş toprakların keşfi teması gibi, Kar ve Ayı’da da uçsuz bucaksız karla kaplı, bilmediği bir dünyaya yolculuk yapıyor ana karakter. Neden olmasın? Aslında karanlık bir masal olarak tanımlamayı seviyorum bu filmi, ama aynı zamanda çok sevdiğim iki türün, gerilim ve küçük kasaba polisiyesinin de sınırlarında geziniyor.
Türler arasında gezinme isteği biraz da ilk filme özgü bir durum mu?
Çok öyle düşünmüyorum. Sonraki filmlerde de bunu yapabilmeyi ve keşfetmeye devam edebilmeyi isterim. Tek bir türün kalıplarıyla hareket etmek bir konfor alanını beraberinde getiriyor aslında. Oysa farklı türleri bir araya getirmek, bazen o türün beklentilerini değiştirmek, ve bunu derdin neyse, sormak istediğin sorular ve açmaya çalıştığın kapılar her neyse ona hizmet edecek şekilde şekillendirmek bana daha özgürleştirici geliyor. Tam da siz kimseniz, zihninizde, ruhunuzda yıllarca biriken neyse onun dışarıya çıkmasına bir alan açılabiliyor bence bu sayede bağımsız bir filmde.
Yapmayı arzu ettiğiniz sinemayı nasıl tarif edersiniz?
Gerçekten izlemek isteyeceğim filmler yapmaya çalışıyorum. Masalsı dünyaları, gerçekliğin sınırında gezinen hikâyeleri, gerilimi, kara komediyi, polise türünü çok seviyorum. İçinde insana ait pek çok farklı duyguyu bir arada barındıran filmleri de. O yüzden film gerilim ya da dram olsa da o ince komedi alanlarını açmaya çalışıyorum. Yapmayı arzu ettiğim sinema da öyle başından tanımlanmış değil. O da değişiyor, dönüşüyor. Bunda sonra da böyle olur umarım.
Masalsı dünyaları, gerçekliğin sınırında gezinen hikâyeleri, gerilimi, kara komediyi, polisiye türünü çok seviyorum. Yapmayı arzu ettiğim sinema da başından tanımlanmış değil. O da değişiyor, dönüşüyor.
Setiniz karlar altındaydı, o çetin koşullarda doğayı nasıl rejinin parçası kıldınız?
Doğayı yönetemiyorsunuz, onunla uyumlanıyorsunuz, onunla işbirliği yapıyorsunuz. Bu film sonu gelmeyen bir kış mevsiminde geçiyor. İklim değişikliği filmin temalarından biri. Bir taraftan da çekimler boyunca bizi gerçekten çok etkiledi. Mekân gezileri sırasında, önceki yıllarda aylarca karın kalkmadığı mekânlarda artık az kar yağdığını ya da yağışın öngörülemez hale geldiğini fark ettik. Sonunda Karadeniz’in doğusunda, yüksek dağ köylerinde hem aradığımız dokuyu hem de gereken kar miktarını bulabildik. Bütçe koşulları gereği, böyle bir film için zaten oldukça sıkışık olan 29 günlük bir çekim programımız vardı. Her sabah uyandığımızda aklımızdaki sorular şöyleydi: Doğa bugün bize ne verecek? Kar fırtınasıyla mı karşılaşacağız? Yoksa güneşle mi? Mekâna ulaşabilecek miyiz? Neyse ki yardımcı yönetmenimiz Nezih (Helvacıoğlu) şahane bir iş çıkardı. Sabahları o günkü hava durumuna göre bizi alternatif çekim programlarında birine yönlendiriyordu. Ön hazırlıkta onunla tüm sahneleri, o sahnenin atmosferi için gerekli hava koşullarına göre, sakin, karlı, şiddetli, fırtınalı gibi kodlamıştık. Bu koşulları kontrol edemediğimiz için de oldukça esnek olabilmemiz gerekiyordu.
Sete çok hazırlıklı gitmeye, ama karşıma çıkacak sürprizlere de olabildiğince açık olmaya çalışıyorum hep. Aslında sete giderken filmi kafanızda çekip bitirmiş olacak kadar düşünmüş oluyorsunuz. O kafanızda bitmiş filmi birebir aynı şekilde yeniden çekmeye çalışmak hem imkânsız bir çaba hem de oldukça sıkıcı aslında benim için. Bir oyuncu hiç beklemediğiniz bir tepki verebiliyor, görüntü yönetmeninin önerdiği bir an filmi hayalinizdekinden bambaşka bir yere götürebiliyor. Kar ve Ayı’da bütün bunlara doğanın bize verdikleri de eklendi. Karın çok yoğun olduğu final sahnesi için mesela, ön hazırlıkta başka bir mekân planlamıştık, günlerce ona göre program yapmıştık. Ama çekim günü fırtına yüzünden yollar tamamen kapandığı için oraya gidilemiyordu. O plana sadık kalıp çekimi başka bir güne alabilirdik, ama bu yoğunlukta bir kar fırtınasını bir daha bulabileceğimizden emin değildik. Yolda o karın altında bambaşka bir mekân gördük. Hiç planlanmamış bir yerdi. “Hadi gelin burada çekelim” dedim, çünkü kar fırtınasının filmin finaline katacağı duygu ve atmosfer çekim mekânının detaylarından daha önemliydi. O planları monitörü zor görerek çektik. Ama herkes şahane iş çıkardı.
Oyuncu yönetiminde nasıl bir yaklaşımı benimsiyorsunuz?
Oyuncu yönetimi tabii ki yönetmenliğin çok önemli bir parçası. Benim de üzerine sıkça okuduğum ve düşündüğüm bir alan. Yazdığınız, hayal ettiğiniz bir karakter oyuncuyla bir araya gelince gerçekten hayat buluyor ancak. Benim için iyi, çalışkan ve açık bir oyuncuyla çalışmak çok heyecan verici. Bazen ön hazırlıkta karakteri birlikte keşfederken bazen de setteki akış içinde oyunculardan o sahnenin derinliğini artıran yepyeni öneriler gelebiliyor. Tabii ki bütünlüğü gözetmek benim görevim, ama bütüne ve doğru duyguya hizmet ettiği sürece bu yeni fikirlere açık olmayı çok seviyorum.
Merve Dizdar’ın Aslı karakterine nasıl katkıları oldu?
Merve’yle ilk tanışmamızdan itibaren hem sinemaya yaklaşımımızın hem de oyunculuk anlayışımızın örtüştüğünü hissettik karşılıklı. Senaryoyu çok iyi kavramıştı ve heyecan duymuştu. İlk görüşmemizde bazı referanslar paylaşmıştım, hemen onları izledi, yorumlar yaptı. Sette onun ne kadar dirayetli, çalışkan bir oyuncu olduğunu bir kez daha gördüm. Sette o bildiğin, tanıdığın duyguların içindeki sürprizlere de bakar hale geliyorsun. Oldukça incelikli oynanması gereken bir karakterdi Aslı. Hem çok fazla duyguyu barındırıyor, hem de içinde olduğu koşullar nedeniyle bunları içinde tutması ve gizlemesi gerekiyor. Merve bu anlamda bu zorluğun altından çok güzel kalktı.
Filmin referansları içinde Türkiye sinemasından kaynaklar da var mı?
Direkt bir referans yok belki, ama temas yok demek de mümkün değil. Bu filmlerin içinde doğup büyüyoruz sonuçta. Ama filmdeki birçok referans daha genel bir insan olma deneyimine ait daha çok. Kar ve Ayı özelinde sessiz, sakin, soğuk gerilim hissine o dönem çokça izlediğim Kuzey Avrupa polisiye filmlerinin duygusu sirayet etmiştir mutlaka. Sonu gelmeyen bir kış dediğimiz anda bunun dünyanın birçok köşesindeki insanın deneyimine temas etmemesi mümkün değil. Kar ve Ayı’nın Toronto’daki ilk gösterimi sonrası Kanada’dan genç bir kadın izleyici gelip şöyle dedi: “Filmi izlerken çocukken annemin böyle bitmek bilmeyen bir kışta, bir sabah uyanıp şiddetli karın devam ettiğini görünce kapıdan çıkıp, artık bezmiş bir şekilde yere diz çöküp gökyüzüne ‘Yeter artık, bit, yeter’ diye bağırdığını hatırladım.”
Son birkaç yıldır dünyanın her yerinde yetenekli kadın yönetmenlerin artık kendilerine biraz da olsa alan bulabildiğini, derinlikli kadın karakterlere odaklanan filmlere daha fazla yer verildiğini görüyoruz. Bu bir eğilim değil, uzun zamandır var olan bir dengesizliğin ortadan kaldırılmasına yönelik ilk küçük adımlar bunlar.
Size sinemacı olma cesaretini veren ortamı nasıl tarif edersiniz?
O cesareti neyin verdiğini tam bilemiyorum. Cesaret mi denir ona, onu da bilemiyorum. (gülüyor) ODTÜ’deki zamanımın çoğu sinema ve tiyatro kulübünde, GİSAM’ın stüdyolarında geçiyordu. Aslında çok daha öncesinde fotoğraf girmişti hayatıma. Lisedeyken babamın analog kamerasını yürütüp fotoğraf çekiyordum. Sonraları bu merakı karanlık oda takip etti. Sinema, tiyatro, fotoğraf hayatımın merkezindeydi, ama bir taraftan da “akademik kariyer yaparken film de yapabilirim” hayali kuruyordum Endüstriyel Tasarım yüksek lisansı yaparken. Ama sonra sinema baskın geldi. Sinemaya yönelmeseydim, aslında severek yapacağım bir meslekti tasarım da. Yönetmenlik anlamında da çok fazla katkısı olduğunu düşünüyorum, özellikle görsel bir dünya ve atmosfer yaratma konusunda.
Yönetmen yardımcılığı yapmanın size nasıl katkıları oldu?
Her set yeni bir deneyim ve birikim getiriyor. Ne koşulda ne ile karşılaşabilirsin bunu önceden öngörmek ve ona göre önlem almak setin işleyişini kolaylaştırıyor. Kar ve Ayı’nın setinde bu anlamda kendimi rahat hissetmemde hem yardımcı yönetmenlik hem de reklam ve farklı alanlardaki önceki yönetmenlik deneyimlerimin katkısı vardır tabii ki. Bir de şu var, şahane ekip arkadaşları biriktirmişim o dönemlerde. Kar ve Ayı’daki teknik ekip çoğunlukla daha önce beraber çalıştığım kişilerdi, onlar olmasa o koşullarda her şey çok daha zor olurdu.
Kadın sinemacı olmak sizin için ne ifade ediyor?
Sinemacı kelimesinin önüne “kadın” ya da “erkek” eklemeye ihtiyaç duymadığımız, erkek ya da kadın hikâyelerinden değil, sadece güçlü karakter hikâyelerinden bahsedeceğimiz zamanları sabırsızlıkla bekliyorum. Kar ve Ayı ilk uzun metrajlı filmim olsa da, 2010 yılından beri yönetmenlik yapıyorum ve o günden bugüne yaşanan dönüşümü görüyorum. Ama daha alınacak çok yol var ve fırsat eşitliği için çok daha fazla çaba gerekiyor. Yönetmenlik alanındaki deneyimin birçok mesleki alandaki kadın deneyiminden farklı olmadığını düşünüyorum. Son birkaç yıldır dünyanın her yerinde yetenekli kadın yönetmenlerin artık kendilerine biraz da olsa alan bulabildiğini, derinlikli kadın karakterlere odaklanan filmlere daha çok yer verildiğini görüyoruz. Bunun, geçmişte var olan finansman dengesizliğinin üstesinden gelmek için atılan adımlarla da ilgisi var. Bunu bir eğilim olarak değil, uzun zamandır var olan bir dengesizliğin ortadan kaldırılmasına yönelik ilk küçük adımlar olarak görüyorum. Bilgi Üniversitesi’nde proje dersi verirken, yönetmenlik alanındaki öğrencilerimin yarısını çok parlak genç kadınlar oluşturuyordu, fakat film yapmaya doğru ilerlerken dengesizlik artmaya başlıyor. O denkliğin öncelikle kadınlara eşit finansman olanaklarının oluşturulmasıyla sağlanabileceğini düşünüyorum.
Sinemaya dair zihninizde yer eden bir ilk anınız ne var mı?
Sinema perdesinde izlediğim ilk film Rambo. (gülüyor) Annem, neden bilmiyorum, kardeşimle beni Rambo’ya götürmüştü. Neden Rambo diye anneme ilk fırsatta sorayım, şimdi aklıma geldi.
Sizce önümüzdeki yıllar içinde ilk filminiz Kar ve Ayı’yı nasıl anacaksınız?
Hayatımda çok net hatırlayacağım bir nokta olacak herhalde. Bu film üzerine çalışmaya 2016’da başladım. Önce tek başınasın, sonra adım adım yanına bu projeye inanan birçok insan ekleniyor. Sonra kurguda kurgucuyla başbaşasın ve tüm o yılların emeğine son şeklini veriyorsun. Geçenlerde film yapmakla ilgili bir söyleşiye katıldım, başlığı “Dalgaları Aşmak”tı. Gerçekten de öyle. Hem psikolojik hem de fiziksel olarak yapabileceğim şeylerin sınırlarını zorlamış olmak, belki daha önce hiç farkında olmadığım güçlü taraflarımın da farkına varmamı sağladı. O yüzden de çok özel bir deneyimdi benim için tüm bu süreç.
Gittiğiniz festivallerde tanıştığınız kadın sinemacılarda bu kader ortaklığını gözlemlediniz mi?
Kadın olmaya dair duyguların dünyanın her yerinde birebir aynı olmasa da yakın olduğu aşikâr. Belki verdiğimiz savaşların nesnesi, seviyesi, muhatabı farklı, belki dünyanın bir noktasında daha fazla yol kat edilmiş, kimi coğrafyada daha yeni başlıyor, ama bir masanın etrafına oturduğunuz anda, daha ilk dakikada o kadar ortak deneyimle kuşatılıyorsunuz ki. Bana umut dolu geliyor bu ortak deneyimler üzerine konuşabilmek.