MİDİLLİ’DE GÖÇMEN MÜCADELESİNDE GÜNCEL DURUM

Fatih Aydın
29 Ocak 2023
Samos'taki hapishane-kampın bir benzeri bahar aylarında Midilli’de açılacak
SATIRBAŞLARI

Göçmen kampı olduğu iddia edilen Moria isimli Avrupa’nın en büyük açıkhava hapishanesinin yanmasının üzerinden iki yılı aşkın süre geçti. Pandemi, Rusya-Ukrayna savaşı ve Türkiye ile Yunanistan arasında körüklenmeye çalışılan çeşitli krizlerle geride bıraktığımız bu iki yılda Midilli’de değişmeyen tek şey adadaki göçmenlere yaşatılan azap oldu.

Yaklaşmakta olan seçimler sebebiyle Türkiye ve Yunanistan arasında gerilimden fayda sağlamaya çalışan siyasetçilerin söylemleri iki yakada da 2022’ye damga vurdu. Türkiye’de rejimin para karşılığında Avrupa’nın sınır muhafızlığını kabul ettiği AB-Türkiye Geri Kabul Antlaşması ise mart ayında yedinci yılını dolduracak. Midilli pandeminin ardından ilk normal yıl olarak tanımlayabileceğimiz 2022’yi çığ gibi artan geri itmeler, davalar ve yeni hapishane inşaatıyla geçirdi.

Acımasız gündem: geri itmeler

Yunan Sahil Güvenliği ve Frontex’in (Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi) Avrupa medeniyetini sınırlarda koruma görevini hayli başarılı bir şekilde yerine getirdiği söylenebilir. Bu işbirliği sonucunda özellikle 2020 sonrasında çığ gibi artan geri itme (pushback) vakaları Avrupa Parlamentosu gündeminde de sık sık yer alır oldu. Hatta geçtiğimiz mart ayında, Lighthouse Reports, Der Spiegel ve Le Monde tarafından yürütülen araştırmalar sonucunda Frontex’in veri tabanında geri itmelere dair kayıtlar bulunduğu, yöneticilerin geri itmeleri örtbas ettiği ortaya çıktı. Ardından AB Yolsuzlukla Mücadele Ofisi’nin (OLAF) başlattığı soruşturma sonucunda Frontex direktörü Fabrice Leggeri istifa etmek zorunda kaldı.

Forensic Architecture araştırma ajansının verilerine göre, 27 binden fazla göçmen hukuka aykırı geri itmelere maruz kaldı. Çalışma en az 26 vakada Yunan Sahil Güvenliği’nin can yeleği olmayan insanları denize attığını, operasyonlarda en az 11 kişinin boğulduğunu ve dört kişinin kaybolduğunu belgeliyor.

Öte yandan, geçtiğimiz temmuzda Tahir Elçi cinayeti davasında failin ortaya çıkarılması için yaptığı çalışmayla tanıdığımız Forensic Architecture araştırma ajansının yayınladığı veriler de 28 Şubat 2020 – 28 Şubat 2022 arasında 27 binden fazla göçmenin toplamda binden fazla hukuka aykırı geri itmeye maruz kaldığını, hayatta kalanların travma ve ağır yaralanmaların sonuçlarıyla mücadele ettiğini ortaya koyuyor. Çalışma, bilinen 26 vakada Yunan Sahil Güvenliği’nin can yeleği olmayan insanları denize attığını, bu operasyonlarda en az 11 kişinin boğularak öldüğünü ve dört kişinin kaybolduğunu kanıtlarla belgeliyor.

Ada limanına demirli Yunan Sahil Güvenlik botlarının yanında yaz boyunca göze çarpan İtalya ve  Bulgaristan bayraklı iki Frontex botu da bu cinayet operasyonlarında AB çapındaki işbirliğinin simgesi olarak boy gösterdi. Ege’deki tüm geri itme vakalarının üçte birinden fazlasının Midilli açıklarında meydana gelmesi ve tüm kriminalleştirme tehditlerine rağmen hak savunucularının göçmenlerle omuz omuza dayanışması, kimi zaman göçmenlerle beraber sanık olarak yargılanmaları adayı Yunan hükümeti için bir olağanüstü hal bölgesi haline getiriyor.

Ülke bütünlüğü ve dış tehditler konusundaki söylemleriyle Türkiye İçişleri Bakanını aratmayan Yunanistan Göç ve İltica Bakanı Mitarakis’in neredeyse her hafta Midilli’de faaliyet gösteren STK’ları ve aktivistleri hedef alan açıklamaları da Türkiye’deki hak savunucularının sürekli olarak hedef gösterilmesinden ve Terörle Mücadele Kanunu ile tehdit edilmesinden pek farklı değil. Yunanistan’ın bu yolda kullandığı hukuki araçlar ise casusluk ve insan kaçakçılığı suçlamaları. Polis tacizleriyle sürekli gözdağı verilen pek çok hak savunucusu haklarında açılan soruşturmalara ve tehditlere rağmen, adaya yeni ulaşan, geri itilmemek için orman ve yol kenarlarında gizlenen insanlara yardım etmeye, adaya çıktıklarını UNHCR (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) ve yerel makamlara bildirmeye devam ediyor. Gönüllülerin devleti bu kadar rahatsız etmesinin temel sebebi, onların çabaları sonucunda, adada ciplerle yüzleri maskeli şekilde devriye gezen silahlı kişilerin göçmenleri iltica başvurusu yapmadan yakalayıp ânında Türkiye karasularına geri yollayamamaları.

Girit Adası açıklarındaki geri itmelerin grafiklerle adli analizi (hazırlayan: Legal Centre Lesvos)

Doktor kılığında faşistler

Geri itmelere dair vahim bir örnek vaka da geçtiğimiz ekimde Médecins Sans Frontières (MSF, Sınır Tanımayan Doktorlar) tarafından kamuoyuyla paylaşıldı. MSF kendileriyle iletişime geçilmesi halinde adaya yeni çıkan göçmenlerin acil tıbbi ihtiyaçlarını karşılıyor. MSF kokartı taşıyan araçlar Yunan polisi tarafından sık sık keyfi trafik kontrollerine maruz bırakılıyor, bu yüzden doktorlar ihbar aldıkları yere ulaştıklarında kimi zaman göçmenleri bulamıyor. Doktorların ekimde yine bir yardım çağrısı sonucunda karşılaştıkları manzara ise üyler ürperticiydi. MSF’nin Midilli koordinatörü Teo Di Piazza’nın aktarımına göre, doktorlar acil yardım çağrısı aldıkları dağlık alana ulaştıklarında insan çığlıklarının geldiği bir noktaya yöneliyor ve 22 kişiyle karşılaşıyor. Göçmenlerin anlatımına göre, MSF’den önce bölgeye ulaşan ve doktor olduklarını, yemek getirdiklerini söyleyen sekiz kişilik bir grup aniden göçmenleri dövmeye ve kelepçelemeye başlıyor, MSF ekibinin yaklaşmasıyla olay yerinden hızla uzaklaşıyor.

Göçmenlerin anlatımına göre, Sınır Tanımayan Doktorlardan önce sahile ulaşan ve doktor olduklarını, yemek getirdiklerini söyleyen sekiz kişilik bir grup aniden göçmenleri dövmeye ve kelepçelemeye başlıyor…

Ne yazık ki bu ve benzeri vahim olayların ardından çok sayıda göçmen geri itilmediklerine şükrederek iltica prosedürlerini riske atmamak için şikâyette bulunmuyor. Yine keyfi bir trafik kontrolü sonucunda geçtiğimiz aralıkta bir tekne enkazından karaya çıkmayı başaran 34 göçmene geç kalarak yardıma giden MSF ekibi iki aylık bir bebeğin ölüsüyle karşılaştı. Kurumun MSF Sea isimli twitter hesabından yapılan paylaşımda doktorların yolda Yunan polis ve sahil güvenlik ekiplerince keyfi olarak neredeyse iki saat bekletildiği aktarıldı. Bu iki saatin bebeğin hayatına mâl olup olmadığı ise bilinmiyor.

Adada çığ gibi artan geri itme vakalarıyla mücadele imkânları özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından Avrupa’daki çok sayıda örgütün enerjisini Ukraynalı göçmenlere yöneltmesiyle birlikte daha da zorlaşıyor. Dolayısıyla adadaki şiddet pratikleri, hak ihlalleri ve göçmenlerin içinde yaşamak zorunda bırakıldığı gayri insani durum eskisi kadar gündem olamıyor.  Her ne kadar Avrupa Parlamentosu içindeki bazı çatlak sesler yaşananları gözler önüne sermeye çalışsa da, yakın zamanda Statewatch ve Transnational Institute tarafından yayınlanan rapordaki verilere göre AB, sınır güvenliğine ve Frontex’e ayırdığı bütçeyi artırarak sınırlarını duvarlar, dikenli teller ve denizaltı mezarlıklarıyla çevrelemeye devam ediyor. Ne yazık ki AB genelde gece açık ve karanlık sularda işlenen ve şahidi olmayan cinayetlere ortak olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Moria kampının kül olmasından sonra Mavrovouni’de eski bir askeri alana kurulan, altyapıdan yoksun geçici kampa sürüklenen göçmenlere yaz aylarından itibaren günde sadece bir öğün yemek verildi. 

İki Akif’in hikâyesi

1904 Ayvalık doğumlu yazar Elias Venezis 1923’te mübadele sırasında Midilli’ye göç etmiş, 1973 yılına kadar adanın kuzeyinde yer alan şirin Molyvos kasabasının doğusunda, adanın Anadolu’ya en yakın köyü Efalu’da yaşamış. 1923’te zorla göç ettirildiği topraklara dair yazdığı öykü ve romanlarla tanınan yazarın Rüzgârlar kitabında “Zeytin Dağı” isimli bir öykü var. Hikâyeye göre, yıllar önce Anadolu’dan gelip Midilli’ye yerleşen Akif, mübadele sırasında tarlaların sınırlarını bilen tek kişi olduğu için Anadolu’ya gönderilmez. Anadolu’dan gelen göçmenler Akif’in yaşlandığında dahi ailesinden uzak kalmasından duyduğu acıyı anlar, onunla dertleşir, ağlaşır.

Boğulma tehlikesi yaşayan göçmenleri kurtarmaya çalışan insanları yargılayan tek ülke Yunanistan değil. 2016-2020 arasında AB’nin 13 farklı ülkesinde benzeri davalarda 80 kişi yargılandı. Bu durum AB’nin iki yüzlü göç politikalarının bir diğer göstergesiydi.

Bu hikâyeden yıllar sonra 2020 martında başka bir Akif’in adaya çıkmasına engel olunmaya çalışıldı. Bir geri itme teşebbüsü sırasında Akif ve Amir isimli iki genç Afgan, içinde bulundukları tekneyi batırmamak adına kullanmak zorunda kaldıkları için insan kaçakçılığı suçlaması ile tutuklandı ve ellişer yıl hapis cezasına çarptırıldı. Venezis’in hikâyesinin kahramanı Akif’le olduğu gibi, birçok adalı son üç yılı hapiste geçiren Akif ve yeni doğan bebeğini ilk defa duruşma salonunda gören Amir’le dayanıştı, dertleşti ve ağlaştı. Ağlaşmalar nihayet geçtiğimiz aralıkta verilen tahliye kararlarıyla sevinç gözyaşlarına dönüştü. Daha önce iki defa ertelenen temyiz duruşması sonucunda Akif beraat ederken Amir’in cezası önce sekiz yıla indirildi. Ardından cezaevinde okumuş ve çalışmış olduğu için denetimli serbestlikle özgürlüğüne kavuştu. Duruşmaların iki kere ertelenmesinin, dolayısıyla iki masum insanın yaklaşık bir yıl daha özgürlüklerinden mahrum kalmasının nedeni ise sanıklar hakkında yazılı beyan veren sahil güvenlik mensubu tanığın duruşmalara gelmemesiydi. Bu keyfiliğin bedeli sadece 200 avro para cezası oldu.

Duruşmalarda ifşa olan bir başka bilgi ise, olay günü botu uzun demir çubuklarla itmeye çalışan Yunan Sahil Güvenliğinin botu delmesi ve göçmenleri gemiye almak zorunda kalmasıydı. Amir’i hamile eşi ve çocuğu önünde döven sahil güvenliğin tüm şedit eylemleri sanıklar ve avukatlar tarafından sıklıkla dile getirildi. Böylece dosyada tanık olarak yer alan sahil güvenlik mensuplarının duruşmalara neden ısrarla katılmadığı da açıklık kazandı. Akif ve Amir’in hikâyesi son yıllarda içinde bulundukları tekneyi sürmek zorunda kalan ya da teknedeki diğer göçmenlerden farklı bir ülkeden geldiği için insan kaçakçısı olmakla suçlanan, çok uzun hapis cezalarına çarptırılan göçmenlere dair pek çok vakadan sadece biri.

Hayat kurtaran “casuslar”

Adadaki insani yardım kuruluşlarına ve çalışanlarına insan kaçakçılığı, casusluk, yasadışı örgüt üyeliği ve kara para aklama gerekçeleriyle açılan soruşturma ve davalar da hukuku sopa olarak kullanmanın diğer örneklerini teşkil ediyor. Tıpkı Türkiye’deki gibi, Yunan makamları da gizlilik kararı alınan soruşturma dosyaları hakkında iki-üç yıl hiçbir işlem yapmıyor, böylece hak savunucularının adayı terk etmesi amaçlanıyor. Eğer terk etmezlerse Türkiye’deki gibi absürt, hukuki ve maddi dayanaktan yoksun iddianamelerle davalar açılıyor. Yakın zamanda Netflix’te gösterime giren The Swimmers adlı filmde Suriyeli iki yüzücü kardeşin trajik hayat hikâyesi anlatılıyor. Kardeşlerden biri olan Sarah Mardin de 24 aktivistle beraber haksız yere dava ve soruşturmalara maruz kaldı.

Adanın yangın riski yüksek Vastria bölgesinde inşaatı devam eden kampın baharda açılması planlanıyor. Avrupa Komisyonu tarafından finanse edilen kampın gemilerle gelen inşaat malzemeleri yerel halkın protesto ihtimaline karşı yoğun polis önlemleri eşliğinde inşaat alanına taşınıyor.

2015-2018 arasında göçmenler için arama kurtarma çalışmaları yapan, karaya varanlara yardım eden bir organizasyon adına çalışan 24 kişiye casusluk, aslında tüm deniz araçlarına açık olan telsiz frekanslarına erişim ve evrakta sahtecilik gerekçe gösterilerek temelsiz bir dava açıldı. 2018’de tutuklanan Sarah Mardin ve dalgıç Sean Binder 200 gün alıkonulmakla kalmadı, haklarında insan kaçakçılığı, dolandırıcılık, suç örgütüne üyelik ve kara para aklama suçlamalarıyla yirmi yıla kadar hapis cezası talep edilebilecek bir davaya dönüşme ihtimali olan ikinci bir soruşturma açıldı.  Soruşturmanın açılmasının üzerinden dört yıl geçmesine rağmen henüz bir gelişme yok. Üstelik an itibarıyla Almanya’da yaşayan Sarah’nın Yunanistan’a giriş yasağı bulunuyor.

24 hak savunucusunun yargılandığı davanın ilk duruşması Kasım 2021’de görülmüş, sanıkların biri avukat olduğu için dava usûlden ertelenmişti. 14 Ocak 2023’teki son duruşmada Birleşmiş Milletler’in suçlamaların düşürülmesi çağrısından saatler sonra, iddianamedeki usûl eksikleri, iddianamenin sanıklara anadillerinde tebliğ edilmemesi, suçlamalardaki muğlaklıklar sebebiyle casusluğa ilişkin suçlamalar düşürüldü. Dosyadaki iki sanığın yargılanmasına devam edilecek.

Boğulma tehlikesi yaşayan göçmenleri kurtarmaya çalışan insanları yargılayan tek ülke Yunanistan da değil. Zira Sean Binder’in tespit ettiğine göre 2016-2020 arasında AB’nin 13 farklı ülkesinde benzeri davalarda 80 kişi yargılandı. Bu durum AB’nin iki yüzlü göç politikalarının bir diğer göstergesiydi.

Günde sefil bir tek öğün yemek

Midilli şu an her ne kadar geri itmeler, yargılanan göçmenler ve aktivistlerle gündeme gelse de, ada kamuoyunda daha çok 2020’de yanan cehennem lâkaplı Moria kampıyla biliniyordu. Kapasitesi üç bin olmasına rağmen 13 binden fazla göçmenin yaşam mücadelesi verdiği kampta insanlar beş yıl boyunca yeterli altyapı, su, hijyen, gıda ve elektrikten yoksun yaşamaya mahkûm edilmişti. Pandeminin en ağır yaşandığı 2020’de, cehennemden dışarı çıkmanın yasaklanmasıyla göçmenler pek çok protesto eylemiyle seslerini duyurmaya çalışmıştı. O sıralar çıkan yangında tüm kamp kül haline gelirken, adada sıkıyönetim ilan edilmiş, göçmenler günlerce aç susuz yol kenarlarında yaşamak zorunda kalmıştı. Ardından göçmenler eski bir askeri alan olan Mavrovouni bölgesine, altyapı çalışması yapılmadan hızla kurulan çadırlara sürüklenmişti. Adanın doğusunda, deniz kenarında yer alan, sert rüzgârlara maruz kalan kamptaki insanlık dışı şartların ifşa olmasının ardından Yunanistan ve AB makamları adada yeni bir kampın inşa edileceğini duyurmuştu.

Türkçede “Karatepe” anlamına gelen, Mitilini kent merkezine dört kilometre uzaklıkta yer alan  Mavrovouni’deki geçici kampta geçtiğimiz ekim itibarıyla yaklaşık 1500 göçmen kalıyordu. Elektrik ve su problemlerinin asla çözülmediği kampta önceleri günde iki öğün yemek veriliyordu. Ancak geçtiğimiz yaz öğün sayısı bire indirildi. Gramajı düşük, genelde berbat yemekleri yemek istemeyip yiyecek bir şeyler almak için yakınlardaki süpermarkete gitmeye çalışanlar ise yolda sürekli keyfi kimlik kontrollerine maruz bırakıldı. Geçtiğimiz yaz adaya varmayı başaran göçmenler ise Yunanistan’da hiçbir Covid tedbiri uygulanmamasına rağmen istinasız karantinaya alındı. Zaman zaman yemek de verilmeyen karantina alanlarında testleri negatif çıkanlar dahil herkes yirmi gün alıkondu.

Bir Ege adasında, ağustos sıcağında tüm günü gölgelik alandan mahrum, bir çadırda veya konteynerde geçirmek zorunda olduğunuzu hayal edin. Midilli’de 2015’ten bu yana binlerce insan yazları bu şekilde geçirmek zorunda kalıyor. Moria yangınının asıl sebebinin binlerce kişiyi sefil şartlardaki bu kampa tıkıştırmak olduğunu idrak edemeyen Yunan ve AB temsilcileri yeni kampın, daha doğrusu hapishanenin inşaatını bitirmek üzere.

Yangından istifade, yeni hapishane

Samos adasındakine benzer, cezaevini andıran yeni bir kampın Midilli’de de yapılması için Moria yangını fırsat bilindi. Yükselen duvarların veya kampların göçü durdurmadığı ortadayken, her yıl orman yangınlarıyla boğuşan adanın yangın riski yüksek Vastria bölgesinde inşaatı devam eden kampın bahar aylarında açılması planlanıyor. Avrupa Komisyonu tarafından finanse edilen yeni kampın gemilerle gelen inşaat malzemeleri yerel halkın  protesto ihtimaline karşı yoğun polis önlemleri eşliğinde inşaat alanına taşınıyor. Yeni kamp inşaatının durdurulmasına yönelik Kuzey Ege Belediyesi ile Midilli Komi ve Nea Kydonia toplulukları tarafından talep edilen tedbir kararı ise Yunanistan Danıştayı tarafından reddedildi.

Yeni kamp merkezden 30 kilometre uzakta. Mesafe göçmenlerle dayanışmayı kırmayı da amaçlıyor. Bu durum akıllara Arendt’in “haklara sahip olma hakkı da bir hak” sözünü getiriyor. Adadaki dayanışmayla politik bir topluluğun öznesi haline gelen göçmenlerin “haklara sahip olma hakkı” ellerinden alınmaya çalışılıyor.

Ada halkının çoğunluğunun kampa muhalefet gerekçesi göçmenler ve adada yer alan diğer öznelerinkinden farklı olsa da, kimse adada yeni bir kamp istemiyor. Fakat 2016’da yürürlüğe giren  AB-Türkiye Geri Kabul Antlaşması sonrasında Yunanistan’ın Anadolu’ya yakın beş adası (Midilli, Sakız, Sisam, Kos ve Leros) “sıcak nokta” olarak belirlendi ve fiiliyatta hapishaneye dönüştürüldü. Bu beş adaya ayak basan göçmenler uluslararası koruma başvuruları olumlu sonuçlanana kadar ne Yunanistan anakarasına ne de AB’de başka bir bölgeye geçemiyor. Bu durum göçmen nüfusun adaların fiziki koşullarının kaldıramayacağı seviyelere çıkmasına sebep oluyor. Ada sakinlerinin durumdan şikâyetçi olması üzerine AB ve Yunanistan “çözüm olarak” hapishane-kamplar inşa ediyor.

İlk hapishane kamp Samos’ta, Eylül 2021’de açıldı. Çeşitli raporlarda[1] belirtilen ihlaller Midilli’de yaşanacakların habercisi gibiydi. Kampa giriş çıkışların çok sıkı kontrol edilmesinin amacı içerdeki binlerce insanın temel insani, sağlık ve hukuki ihtiyaçlara erişimini zorlaştırmaktı. Yeni hapishane-kampın merkezden 30 kilometre uzakta, ormanın içinde olması bu niyetin en büyük göstergelerinden biri. Mesafe aynı zamanda ihlalleri gözlerden uzak tutmayı, göçmenlerle dayanışmayı kırmayı da amaçlıyor. Bu durum akıllara Arendt’in her insanın insan haklarına sahip olmadığı tezini getiriyor. Arendt’e göre “haklara sahip olma hakkı da bir hak” ve temel koşulu politik bir topluluğa ait olmak. Adada örgütlenen dayanışmayla politik bir topluluğun öznesi haline gelen göçmenlerin “haklara sahip olma hakkı” ellerinden alınmaya çalışılıyor. Bizlere düşen pay ise dayanışmayı büyütmek ve sınırlara, dahası insan olmanın sınırlarına dair kafa yormak gibi duruyor.

Sappho’nun adasında halet-i ruhiye

Kalmadı gücüm! / Kurtulacağım umududur ki / Ayakta tutar beni; / Tek bir şey yok istediğim kimseden

Tarihte bilinen ilk kadın şairlerden, adanın ana meydanına da ismini veren Midillili Sappho’nun bu dizeleri binlerce yıl sonra adada yaşam mücadelesi veren binlerce insanın ruh halini tasvir ediyor.

Mitilini’nin ana caddesi Ermou’nun kuzeyde denizle buluştuğu yerde sizi bir heykel karşılar. Birinin elinden tuttuğu, diğerini kucağında taşıdığı iki çocuğuyla adaya yeni çıkmış bir kadın göçmenin heykelidir bu. Heykel binlerce yıllık köklerinin bulunduğu Anadolu topraklarından Midilli’ye zorla göç ettirilen Anadolu Rumlarını tasvir eder. Bundan tam yüz yıl önce bir buçuk milyona yakın insan Türkiye topraklarını terk etmeye zorlandı. Rumların Anadolu’da en yoğun yaşadığı iki yerleşim yerinden biri olan Ayvalık’a yakınlığından dolayı birçok Rum Midilli’ye göç etti. Adada hâlâ bazı soy isimlerinden Anadolu’dan gelen aileleri anlayabilmek mümkün. Özellikle adanın iç kesimlerinde Anadolu göçmenlerinin yaşadığı çok sayıda köy var. “Türkiye’den geliyorum” dediğinizde “bizimkiler Alaçatı’dan, Bergama’dan gelmiş” gibi cevaplar almanız çok mümkün. Geçtiğimiz eylülde “Küçük Asya Felaketi” olarak adlandırılan savaş ve zorunlu göçün yüzüncü yıldönümü vesilesiyle tüm Yunanistan’da olduğu gibi Midilli’de de pek çok etkinlik düzenlendi. Adalılar, göçmenler ve aktivistlerin beraber örgütlediği Rad Music International kültür merkezi ile bazı yerel dernek ve siyasi partilerin beraberce düzenlediği etkinlikler ada merkezinin Anadolu’ya bakan plajında yapıldı. Etkinliklerde günümüz göçmenlerini de sahiplenen çok sayıda konuşma yapıldı ve hep beraber şarkılar söylendi.

Ada son birkaç yılda göçmenlere yönelik faşist saldırılar ve nefret söylemleriyle gündeme gelse de, 2015’te her kuşaktan adalının adaya ulaşan insanları çiçeklerle karşılaması ve Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen ninelerin görüntüleri hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor. Peki yedi sene önce çiçeklerle göçmen karşılayan insanlar neden göçmen karşıtı protestolar düzenler hale geldi? Bu sorunun cevabı da bu yazıda belirtilen tüm diğer sorunların kaynağıyla aynı: AB’nin göç politikaları.

Sorunun asıl kaynağı

AB inşa ettiği duvarlar, Türkiye ve Kuzey Afrika ülkeleriyle yaptığı antlaşmalarla göç meselesini tamamen dışsallaştırılmayı hedefliyor ve sadece güvenlik sorunu olarak görüyor.  Oysa göçü önlemeye ayırdığı devasa bütçeyi farklı ülkelerin sorumluluk aldığı rasyonel politikalara yönlendirse Ege ve Akdeniz’in mezarlığa dönmeyeceği ortada. Ancak geçtiğimiz haziranda İspanya’nın Afrika’daki toprağı Melilla’da en az 37 mültecinin öldürüldüğüne dair görüntülerin infial yaratmaması AB’nin günü kurtarmaya devam edeceğine işaret ediyor. Bu politikaların diğer bir sonucu da parayla bekçilik görevi verilen ülkelerin yeri geldiğinde göçmenleri tıpkı Türkiye’nin 2020 martında yaptığı gibi şantaj unsuru olarak kullanmaları. Türkiye-Yunanistan sınırında yaşanan insanlık dışı olaylar AB’nin kurucu değerlerinin Yunanistan tarafından atılan ses ve gaz bombalarıyla nasıl da Meriç’in dibini boyladığını gösteriyordu.

Öte yandan 11 milyonluk Yunanistan 2008 krizinin etkilerinden hâlâ çıkabilmiş değil. AB üyesi olmasına rağmen ona da tıpkı Türkiye gibi “al parayı, başının çaresine bak” muamelesi yapılıyor.  Bunun sonucunda göçmenleri yedi sene önce çiçekle karşılayan insanlar şimdilerde “mülteci istemiyoruz” eylemleri düzenliyor. Moria köyünden, tek geçim kaynağı tarım ve zeytincilik olan bir adalının gözünden baktığınızda yaşanan insani dramın yanısıra şunu da görüyorsunuz: Dedenizden kalmış, yegâne geçim kaynağınız olan 150-200 yıllık zeytin ağaçları göçmenler tarafından soğuktan donmamak için kesilip yakılıyor, tarlalarınıza kurulan çadırlarda yabancılar yaşıyor. Faşistleri bir kenara koyarsak, asıl suçlu yerli halkla göçmenleri bu koşullarda karşı karşıya getiren, adayı adeta karantina bölgesine çeviren AB politikaları.

Öte yandan Miçotakis liderliğinde 2019’dan beri ülkeyi yöneten sağcı Yeni Demokrasi Partisi de AB’nin daha fazla sorumluluk almasına yönelik politika yürütmek yerine göçmenleri bir dış tehdit olarak görüyor ve onlardan en kolay şekilde kurtulmanın yollarını arıyor. Yunanistan’da hapishanede bulunan insanların yüzde altmışa yakını göçmen. Midilli’de hiçbir Covid tedbiri yokken zorunlu karantinada tutulan göçmenlerin hukuki destek almadan mülâkatlara sokulması, adanın her yerinde polis tacizine maruz kalmaları, adadaki her eylem ve protestoya yüzlerce polisin yığılması, geri itmeler ve tiyatroyu andıran yargılamalar Miçotakis hükümetinin göçmen politikasının ana çerçevesini çiziyor.

Tüm bu baskı ve saldırılara karşın Midilli’de yıllardır birikmeye devam eden bir mücadele pratiği var. Adadaki göçmenler, aktivistler, hak savunucuları, çeşitli siyasi yapılar, kadın örgütleri ve kolektifler göçmenlerle dayanışmaya hız kesmeden devam ediyor. Her ne kadar Türkiye’yle karşılıklı yapılan açıklamalarla adalılarda milliyetçilik hisleri uyandırılmak istense de, “Türkiyeliyim” dediğinizde adalılarda oluşan sempati hissini hemen anlıyorsunuz. Farsça, Arapça, Türkçe ve Yunancadaki birçok ortak kelime, müşterek kültürel pratikler insanları yakınlaştırmaya devam ediyor. Devletler arasındaki sınırlar yerli yerinde dursa da adada beraberce verilen kıymetli mücadele, halklar arasındaki sınırları ortadan kaldırmak hedefiyle denizin öte yakasından bizleri selamlamaya devam ediyor.


[1] Konuyla ilgili detaylı iki rapor için bkz:

https://www.europemustact.org/post/all-i-want-is-to-be-free-and-leave-life-in-the-closed-controlled-access-centre-in-samos

https://www.europemustact.org/post/a-life-without-freedom-is-not-a-life-life-in-the-closed-controlled-access-centre-in-samos

^