Barış Bildirisi ve Dev-Şirket’in “Yeni” Akademisi dizisine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Üçüncü bölümün özeti: Barış imzacılığı sürecinin eşitsiz dağıtılan bedeli, dışarıdan yapılan saldırılar ve “iç-dıştan” gelen eleştiriler… Dördüncü ve son bölümde kurucu kolektif deneyimlere ve geleceğe bakıyoruz.
Barış Bildirisi nasıl oluşmuş olursa olsun, süreçte sahip çıkılacak önemli noktalar ıskalanmamalı. Bildiri’nin bu kadar saldırıyla karşılaşmasının üst iktidar ile ilgili konjonktürel nedenleri dışında, başka nedenleri de var.
Metnin dilinin alışılmış “entelektüel manifestoların” dışında, kendisini siyasi olarak olan bitenden yukarıda ve dışarıda değil de, taraf olarak konumlandırması mesela. Vatandaş olunan devlete, “aslanın ininde” hitap etmesi. Mevcut hukuk sistemi içinde bile tanımlı suça suç demesi. Birbirinden habersiz olarak kendine çektiği imzacıların profiline bakıldığında, yaptıkları işi “kamu yararı” üzerinden temellendiren, yani ifade özgürlüğüne değişim değeri için değil, kendini ve toplumu dönüştürme kullanım değeri için referans veren bir kesimden bahsediyoruz.
Barış Bildirisi’nin bedelini de, dayanışmasını da taşıyanlar kent, çevre, gıda, kadın, emek, çocuk, insan hakları, halk sağlığı… alanlarında dönüştürücü eylem-bilgi (recherche-action) üretmeye en yatkın akademisyen profilini barındırıyor. Sıcak savaş ve kadim Kürt sorunu üzerinden bir araya gelmiş bu kesim, tüm bu sorunların tekrar bir arada ele alınabildiği bir potansiyelin taşıyıcısı olamaz mı? Bu yakıcı ihtiyaç bir erdeme, bela bir imkâna dönüşemez mi? Bu imkân somut mekânını yaratamaz mı?
İmzacıların profili
Toplumdan ayrıştırıcı bir zümre ayrıcalığı olarak değil, sorunlar karşısında konum alabilmek için bir üretim aracı olarak ifade özgürlüğü talep ve inşa eden bilim insanları: Bildiri’nin yakaladığı spontane, örgütsüz ivmenin Gezi, forumlar, 7 Haziran seçimi öncesi ve sonrası meclisler sürecinde biriken, fakat suikastlar, planlı bombalamalar, seçim iptalleri ile mecrası yıkılan enerjinin, çevrimiçi güvenli olduğu düşünülen bir ortamda ifadesi olarak okuyamaz mıyız? Bu enerji ile ne yapacağız? Bu yüzden Bildiri’nin imzacılarının profilini anlamak ve sonraki iç dayanışmanın deneyimleri Bildiri’den daha kapsamlı bir soruya işaret ediyor.
Bildiri’nin 2212 imzacısının 400 küsurunun farklı üniversitelerde, bunun sadece dörtte birinin Türkiye’deki üniversitelerde çalıştığından/okuduğundan bahsetmiştik.[1] Belli ki, daha sonra “akademisyenlerin sürgün ağlarının hızla kurulmasında” da işlevsel olan büyük bir “Türkiyeli akademik diaspora”nın varlığı, Bildiri’nin oluşması için önemli olmuş. Bu diaspora Türkiye’deki toplumsal dönüşüm için ne kadar özne, ne kadar seyirci, bunu takip etmek, kurulan yeni ilişkileri gözlemlemek gerekiyor.
Türkiye’deki 100 küsur üniversitedeki imzacıların mensubu oldukları bölümlere bakarsak, geniş anlamda sosyal bilimler (siyaset bilimi, ekonomi, sosyoloji, iletişim, felsefe, dilbilimi) ve tıp alanını görüyoruz. Özellikle sosyal bilimler, küresel olarak yüksek öğrenim sisteminin liberalleştiği ve pragmatikleştiği dönemde, özellikle ilk kesim üniversitelerin üvey evlatları olarak sürekli verimlilikleri kendilerine epey yabancı sayısal hesaplama yöntemleri ile meşru kılınmak zorunda olan ve yapısal tehdit altında bir alan.
Türkiye’de “toplum için ve hümanist tıp” alanının bu kadar gelişkin olması ve Türk Tabipler Birliği’nin özgül yapısının ne kadar önemli bir “yerel değer” olduğu gözüküyor. Buna mukabil, mühendislik alanının Bildiri’de temsilinin epey az olması, Türkiye’de liberal dönemin teknokratlarının dünyadaki gelişmelere paralel olarak ekseriyetle bu alandan çıkması ile ilgili olabilir.[2]
Barış Bildirisi’nin bedelini de, dayanışmasını da taşıyanlar kent, çevre, gıda, kadın, emek, çocuk, insan hakları, halk sağlığı… alanlarında dönüştürücü eylem-bilgi üretmeye en yatkın akademisyen profilini barındırıyor. Bu kesim, tüm bu sorunların tekrar bir arada ele alınabildiği bir potansiyelin taşıyıcısı olamaz mı? Bu bela bir imkâna, yakıcı ihtiyaç bir erdeme dönüşemez mi?
Kadınlar ve güvencesizler
İmzacıların yüzde 56’sı kadın. Bu oran kadınların akademik emeğe katılımının bile (yüzde 50) üstünde. Keza akademinin en güvencesiz ve genç kesimi de, taşıdıkları risklerin büyüklüğüne ve yapısal güvencesizliklerine rağmen veya tam da o nedenle imzacıların yarısından çoğunu oluşturuyor.
Birinci ve ikinci imzacıların içinde henüz herhangi bir akademik işi olmayan ve güvencesiz geleceğini seyreyleyen “sade” doktora öğrencisi, doktorasını bitirdikten sonra ya üniversite ile ilişiği kesilecek 50d’li ya da üstlerinin keyfine göre bir üst kadroya geçebilecek olan araştırma görevlisi, doktora öğrencisi, bir türlü atanamayan doktoralı araştırma görevlisi , kadrosuz / yarı zamanlı ders bazında çalışan doktoralılar ve öğretim görevlileri yüzde 60 ile çoğunluğu oluşturuyor. Dünyada akademideki örgütlenme çabalarının da bu yeni nesil, güvencesiz kesimden geldiğini görmek mümkün.[3]
Bildiri, son 15 yılda pıtrak gibi açılan taşradaki üniversitelerdeki ufku açık, “yerli ve milli olmayan” akademisyenlerin varlığını ve üretimlerini, tasfiye anında ortaya koydu. Bu “eleştirel akademisyenlerin yayılım coğrafyası”nın varlığı, tasfiye olmadan önce metropol-merkezli bakışlarda ve hiyerarşide gözden kaçan bir noktaydı.
Barış İçin Akademisyenler denen, esasında var olmayan bir bütün. Tam da bu yüzden ortaya çıkardıkları ile somut alternatif arayışlara bir enerji nakil hattı, bir balık ağı olarak işlev görebilir. Bildiri vakası, bir işkolu olarak akademinin diğer işkollarından farklı olma, “toplumun aydınlık kesimi” olma beklentisini, bir zümre olarak akademinin ayrıcalık söylemini ve akademinin halesini yıkan bir vaka olarak yaşanıyor. Aynı zamanda bu kriz, “devletin bilim insanı” olunamayacağını, bilimin kamu kaynakları yaratarak, dönüştürerek ve kamu ile ilişki içinde üretilmesi gerekliliğini aşikârlaştırdı.
İmzacıların yüzde 56’sı kadın, bu oran kadınların akademik emeğe katılımının bile (yüzde 50) üstünde. Keza akademinin en güvencesiz ve genç kesimi de, taşıdıkları risklerin büyüklüğüne ve yapısal güvencesizliklerine rağmen veya tam da o nedenle imzacıların yarısından çoğunu oluşturuyor.
Barış İçin Akademisyenler: Bir balık ağı, nakil hattı, göle maya?
Kocaeli, Mersin, Ankara, İzmir, İstanbul, Eskişehir’de bu uçuşun kanatlarının ilk uçlarını gösteren umutvar kolektif deneyimler yaşanıyor. Bazıları dernek (Kocaeli Dayanışma Akademisi ve Berlin’de kurulan online üniversite girişimi off-university.de), kooperatif (Ankara Dayanışma Akademisi, kampüssüzler), kültür/ticaret limited şirketi (Mersin Kültürhane) olarak verili hukuk sistemi için somut şekiller bile aldılar veya almaktalar. Üniversitelerde ne yapıyor idiysek, nasıl yapıyor idiysek, sadece onu dışarıya ihraç etmek dışında, gündem, alternatif pedagoji, yerel gündem, bilimsel bilginin kaynağı ve muhataplarını işlerinin asli parçası olarak dert ediniyorlar. Onları sıkı takip etmeli!
Bu yıkım ve tasfiye dolu dönemde, “acil ihtiyacı erdeme çeviren” deneyimler yaşanıyor. Eskişehir’de dayanışma dersleriyle ve İstanbul’da kampüssüzler ile başlangıç adımları atılan ilk Dayanışma Akademisi örneğini Eylül 2016’da kurulan Kocaeli Dayanışma Akademisi oluşturdu. Dayanışma Akademileri, bugün itibarıyla, Ankara, Antalya, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Mersin ve Urfa’da etkinliklerine devam ediyor. Berlin’de barış akademisyenlerinin kurduğu off-university.de girişimi dernekleşti, Ekim 2017’de “yayına” başladı. Bu ekip, dijital teknoloji ve online derslerin, dijital müşterekler oluşturacak ve yerinden edilmiş öğrenen/öğretenlere imkânlar sağlayacak şekilde nasıl kullanılabileceği üzerinde çalışıyor.
Kocaeli Dayanışma Akademisi, bir sene süren haftalık seminerler, yaz okulu ve organizasyon toplantılarının ardından Aralık 2017’de resmen dernekleşti. 3 Ocak 2018’de Hayat Bilgisi Okulu’nun Şubat 2018’de açılacağını ilan ederek katılımcı bir çalıştay yaptı. 12 Şubat’ta tüm dönem sürecek tam 22 adet ders ve atölye ile özgürlükçü eğitim yolculuğuna koyuldu. Bu atölye ve derslerin bazılarını anmak, yerel/küresel ikilemini aşmış ve kent gündemi ile evrensel bilim dertlerini birleştirme imkânını içerdiklerini sezdirmeye yetecektir: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği, Kocaeli’nin Kentsel Dönüşümü, Kültürel Miras ve Kent Hakkı, Kocaeli Emek Tarihi, Bilgisayar Oyunları ile Demokrasi Eğitimi, 2+1 Yaşam Dairesi: Felsefe, Edebiyat, Tıp, Toplumsal Sorumluluk Olarak Hekimlik, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Emeği, Kocaeli Müzik Haritası, Doğa Sporları ve İnsan, Eleştirel Medya Okuryazarlığı…
Haziran 2017’de açılan Mersin Kültürhanesi, şehirdeki en canlı –ve yedi gün açık!– halk kütüphanesi ve kültür merkezlerinden biri olmaya aday. Sırf bilimsel ve kültürel alanda değil, tüketim alanında pek çok dayanışmacı ekonomiden mülhem faaliyet içeriyor.
İstanbul’daki kampüssüzler, şu anda lisansüstü öğrencilerine gölge danışmanlık yapıyor ve ders ortaklıkları kuruyor, bir sonraki adımda interdisipliner dersler kurmanın ötesine geçmek ve öğretmen-öğrenci ilişkisini öğrenen-öğrenen ilişkisine dönüştürmek, bilginin ilişkiselliği bağlamında araştırma ve çalıştaylar üretmek üzerinde çalışıyor.
Ankara Dayanışma Akademisi, tasfiyenin en kitlesel yaşandığı kentte bir eğitim kooperatifi olarak kurumsallaşarak, üniversite müfredatının bir kısmını dışarıya taşıyabildi. Ankara’da ayrıca Sokak Akademileri devam ediyor.
İzmir Dayanışma Akademisi, Halkların Köprüsü Derneği çerçevesinde örülen ağlar ve İzmir’in mülteci kenti olmasında faydasını bulan bir Göç Okulu düzenledi. Burada uzun zamandır insan hakları alanında çalışan akademisyenlerin organik ilişkilerini mobilize ederek, ilk aşamada akademideki tasfiyenin topluma maliyetine dair kapsamlı bir belgeleme/haritalama çalışmasına girişti.
Eskişehir Okulu, “Barışa Ezgiler” korosu kurdu, üniversitedeki kısıtlardan arındırılmış haliyle akademik müfredatın bir kısmını ve daha fazlasını bünyesinde vermeye devam ediyor.
Antalya, Urfa, Ankara Sokak Akademileri, diğer dayanışma akademileri gibi seminerlerle kentlerine kamusal tartışma platformları sunuyorlar. Haziran 2017’de bir araya gelen İstanbul Dayanışma Akademisi’nin kurucu çalışmaları, şu anda başka bir acil gereklilik olan maratonvari duruşma koordinasyonun gerisinde kalmış durumda. İstanbul’da muhreç ve daha öncesinde de güvencesiz olan genç araştırmacıların girişimleri ile araştırma kooperatifi kurma arayışları sürüyor.
Dayanışma akademileri Mart 2017’den itibaren bir üst koordinasyona da sahipler. Düzenli olarak koordinasyon toplantıları yapıyorlar ve Mart 2017’de İstanbul’da, Eylül’de İzmir’de, Kasım’da Eskişehir’de olmak üzere alternatif pedagoji ve örgütlenme sorunlarına dair tematik çalıştaylar düzenlediler. Bunlar uçurumun büyüklüğü karşısında mütevazı, ama bir o kadar da kıymetli, savunucu ve kurucu kolektif deneyimler.
Bilimsel üretimde de artık, dayanışmacı ekonomi deneyimlerinin sair ve benzer üretim alanlarında dert edinildiğine denk somut sorular[4] gündemimize giriyor, sadece “hakkında tercihan uluslararası indeksli dergide makale yazmak” için de değil üstelik. Eşitlikçi-cevval bir iç örgütlenme modeli nasıl olacak, nasıl aynı hiyerarşiler, iktidar yozlaşması yeniden üretilmeden bir sistem kurmalı? Mevcut kapitalizmin meta ekonomisi ile ilişkiler nasıl düzenlenecek? Projecilik ekonomisi ile ilişkiler nasıl kurulacak, kamusal kaynaklar nasıl yaratılabilir, bunlar hangi mali ve hukuki şekillerde realize edilebilir? Veri/bilgi, gelir, imkânlar nasıl üretilecek ve dağıtılacak?
Bunun yanında, bilimsel üretime has sorular da hâlâ askıda: Bu sorular girişimci üniversite içinde bireysel performanslar tasarladığımız kariyerlerimizde ve araştırma projesi diline tercüme edemediğimiz için yolda bıraktığımız elzem sorular. Üretim araçlarımız ile üretim koşullarımız arasında, büyük tasfiyeden de önce yaşadığımız bu çelişkileri nasıl anlayıp bunlarla ne yapacağız?
Akademi toplumun yakıcı sorunlarıyla nasıl bir ilişki kuracak, gündemi, sorunsalları, öncelikleri, odakları ne olacak? Sahası, laboratuarı nasıl olacak? “Teoriyi” nereden alıyoruz, alımlama dinamikleri nasıl işliyor, neye yarıyor, neyi görünür kılıyor, neyi perdeliyor? Bin bir uzmanlaşma birimine bölünmüş bilim, tekrar bütüne ve birbirine konuşur hale gelecek?
Sadece araştırma, ders vb. mi üreteceğiz, yoksa kendi yaşam alanlarımızın da ortak, dayanışmacı ekonomilerini kurmak için bilgiyi başka alanlarla ve aile dışındaki örgütlenme modelleriyle ilişkiye geçirmek derdimiz olmalı mı? Akademide kaybettiğimiz ayrıcalıklarımızın ve hoca statümüzün yasını halemizden arınarak tutabilir miyiz? Takdir, mânâ, anlamın iş üzerinden kurulduğu dünya değişirken, elimizdeki zihinsel emekle ne yapacağız?
Dijital dönemde veriyi, bilgiyi, bilimi nasıl temsil edeceğiz, nasıl müşterekleştireceğiz / kamusallaştıracağız, katılımcı, yenilenebilir ve dönüştürücü kılacağız? Hangi teknikler, araçlar ve yöntemler, hangi bilgi ve varlık felsefesine işaret ediyor? Monologlar halinde geçen sorunsallaştırılmamış pedagoji ile, yani “hep bildiğimiz, alıştığımız gibi tek taraflı ders vermeye” devam etmeyeceksek , hele ki online eğitimi “dijital müştereklere” dönüştürme imkânlarını arıyorsak yeni pedagojik araçları geliştirmemiz lâzım, bunun için yüzümüzü nereye dönmeli?
Sadece araştırma, ders vb. mi üreteceğiz, yoksa kendi yaşam alanlarımızın da (gıda, barınma, çocuk/yaşlı bakımı, ulaşım…) ortak ekonomilerini kurmak için bilgiyi başka alanlarla ve aile dışındaki örgütlenme alanları dışına da taşırmak derdimiz olmalı mı? Akademide kaybettiğimiz ayrıcalıklarımızın ve hoca statümüzün yasını halemizden arınarak tutabilir miyiz? Takdir, mânâ, anlamın iş üzerinden kurulduğu dünya değişirken, biz elimizdeki zihinsel emekle –nostaljiye ve iradeciliğe düşmeden– ne yapacağız?
Barış Bildirisi süreci, şirket otokrasisi döneminde yaşamın bilgisini yaşamı savunmak için, işimize ve kimliğimize yeni bir mânâ bulabilmek için nasıl örgütlenmemiz gerektiği sorusundan daha azını önümüze koymadı. Bu soru, çoğumuzu, mânâsını zorlanarak kurabildiğimiz büyük konferanslar sonrası kokteyl sohbetlerinde, tatmin etmeyen bir ders akabinde, mesai sırası sohbet kaçamaklarında meşgul ediyordu. Şimdiyse durabildiğimiz yerlerden fiziken ve psikolojik olarak gittikçe uzaklaştırılırken kendini dayattı. Ne kadarını mevcut alışkanlıklarımız içinde hanemize buyur edebileceğiz? Ne yapacağız? Sanık, muhreç ve tanık olarak Çağlayan mesaisinde sembolize olan tanıklığa verdiğimiz önem bundandır.[5]