OECD’nin Türkiye değerlendirmesi, TÜSİAD’ın zehir zemberek eleştirileri, Erdoğan’ın bu eleştirilere sert yanıtı, ardından sınıf çelişkilerini reddeden konuşması… Bütün bunlar nelere delalet ediyor? İktidar-büyük sermaye gerilimine yakın plan…
Geçen ayki 1+1 Forum yazımda, iktidar blokunun siyasi kanadında 31 Mart seçim yenilgisi sonrasında yaşanan sarsıntıyı ele almıştım. Bu ayki yazıda ise, büyük sermaye ile iktidar arasında yaşanan gerilimi, iktidar bloku içindeki artçı sarsıntılar olarak değerlendireceğim. Bu tartışmaya Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) Türkiye ekonomisi ile ilgili açıkladığı son tahminlerden hareket ederek geçeceğim, zira OECD’nin yaptığı değerlendirmeler ile iktidar bloku içindeki gerilimler birbiriyle bağlantılı.
OECD’nin Türkiye değerlendirmesi
OECD’ye göre Türkiye ekonomisi 2018’in ağustos ayındaki sert finansal şok sonrasında yılın ikinci yarısında resesyona girdi. Ancak alınan kuvvetli mali canlandırma tedbirleri sayesinde ekonomik daralma 2019 başında bir nebze de olsa azaltılabildi. OECD, yeni bir şok yaşanmaması durumunda 2019’un ikinci yarısında kısmi bir toparlanmanın yaşanabileceğini ileri sürüyor.
Aşağıdaki grafikte, OECD’nin Türkiye için 2019 beklentileri yer alıyor. Grafikte dikkat çeken gelişmelerden biri, kırmızı ile gösterilen kamu harcamalarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) oluşumuna katkısının yıllar içinde azalıyor olmasıdır. 2016 yılında, 2009’dan itibaren ilk kez bir çeyrek ekonomik daralma yaşandığında, kamu harcamalarının artırılması, bir süreliğine de olsa ekonomik toparlamayı getirmişti. Ancak 2019 için henüz bu tip bir geniş çaplı harcama programı görünmüyor.
Grafikte sarı ile belirtilen özel tüketimin seyri, hem 2017’de uygulanan “geleceğe kaçış” stratejisinin sonuçlarını hem de 2019’daki daralmanın boyutlarını gösteriyor. Son olarak sabit sermaye yatırımlarının 2017’den beri gerileyen seyri, 2020 yılı için de şimdiden olumsuz beklentilerin daha da kuvvetlenmesine neden oluyor.
Yapılan değerlendirmede, TL’deki değersizleşmenin ihracata ve turizme yaptığı olumlu katkının ise, özellikle Avrupa’da yaşanan ekonomik yavaşlama nedeniyle sınırlı olduğu dile getiriliyor. Ekonomi politikalarının ve siyasi koşulların belirsizliği, özel sektörün döviz biçiminde yüksek borcunun olması, ekonomik toparlanmayı zorlaştıran öğeler olarak sıralanıyor. Bu şartlar altında Türkiye ekonomisinin 2019 için yüzde -2,9 daralacağı öngörüsünde bulunuluyor.
OECD’nin değerlendirmesinde, ekonomi politikalarının ve siyasi koşulların belirsizliği, özel sektörün yüksek borcunun olması, ekonomik toparlanmayı zorlaştıran öğeler olarak sıralanıyor. 2019 için yüzde -2,9 daralma öngörüsünde bulunuluyor.
Son olarak OECD metninde yapılan kritik bir vurgu ile bu kısmı tamamlayayım. Metinde öne çıkarılan husus, ekonomik krizden çıkış için “ekonomi politikası çerçevesinin daha öngörülebilir olması” gerektiğidir. Bir başka ifadeyle, ekonomi politikalarının öngörülebilir olması ve piyasa kurumlarına olan güven, ekonomik toparlanma için önkoşul olarak sıralanıyor.
Ekonomi politikası çerçevesinin net olmaması yeni bir durum değil. Bu alandaki belirsizlik, IMF programının bittiği 2007-2008 sonrasına kadar götürülebilir. Ancak 2013 sonrasından itibaren ekonomi yönetiminin birbiriyle çelişen kararlar almaya başladığını ve ekonomi politikasındaki doğrultu sorununun daha net bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. OECD metnine giren bu sorun, esasında Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) ile iktidar arasında mayıs ayının son haftasında yaşanan tartışmanın da özünü oluşturuyordu.
TÜSİAD’ın eleştirileri
15 Mayıs 2019’da TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısında, YİK başkanı Tuncay Özilhan iktidara eleştiriler yönelten bir konuşma yaptı. Konuşmanın genelindeki eleştirel tonu yansıttığı için aşağıdaki kısmı olduğu gibi aktardım:
“Makroekonomik dengelerde uzun süredir devam eden bir bozulma var. Bu bozulma 2007’de başlıyor. Küresel kriz ile derinleşiyor. Sonra kısa bir toparlanma. Ardından tekrar bozulma. Üretim alanında başlayan bozulma finansal alana yayılıyor. Oradan kamu maliyesini etkiliyor ve dönüp tekrar reel sektöre geri geliyor. Türkiye 2002-2007 dönemindeki parlak günlerine bir türlü geri dönemiyor. Türkiye ekonomisinin gücü sayesinde on yıldır tolere edilebilmiş olan zafiyet, artık işçisinden işverenine, çiftçisinden esnafına tüm kesimleri zorluyor.”
TÜSİAD’ın esas şikâyeti ekonomi politikalarının doğrultusu ile ilgilidir ve 2002-2007 dönemi vurgusu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik sürecinin aktif olduğu ve IMF anlaşması ile ekonomi politikalarının yürütüldüğü “AKP’nin altın çağına” referans verilmesi nedeniyle önemlidir. Yani, TÜSİAD’a göre, IMF programından sapmış olmak, mevcut ekonomik sorunların kökeninde yatmaktadır. Özilhan’ın eleştirilerindeki ikinci önemli vurgu, on yıldır “tolere edilen” sorunların artık tahammül sınırlarını zorladığıdır. Yani büyük sermayenin siyasi iktidardan beklentisi, IMF’li ya da IMF’siz olarak uygulanacak bir istikrar programına dönüştür. Bu gerçekleşmediği sürece, siyasi iktidarın TÜSİAD açısından işlevselliği ortadan kalkmaktadır.
Erdoğan’ın yanıtı
AKP genel başkanı ve cumhurbaşkanı Erdoğan, TÜSİAD’dan gelen eleştirileri yanıtlamaya bir sitem ile başlıyor: “Daha bir hafta önce ziyaretime geldiniz. Sizlerle biz neleri konuştuk? Bir hafta geçmeden yaptıkları açıklamalara bak.” Gerçekten de, TÜSİAD’ın bu eleştirileri dile getirmesinden 15 gün önce, sendikalar ve toplumsal muhalefet 1 Mayıs günü, özellikle emek piyasasının esnekleştirilmesini ve bu çerçevede kıdem tazminatının işçinin elinden alınmasını öngören reform tasarılarına karşı sesini yükseltirken, büyük sermayenin örgütü TÜSİAD, Erdoğan başkanlığındaki ekonomi yönetimi heyeti ile bir araya gelmişti.
Büyük sermayenin iktidardan beklentisi, IMF’li ya da IMF’siz olarak uygulanacak bir istikrar programına dönüştür. Bu gerçekleşmediği sürece, iktidarın TÜSİAD açısından işlevselliği ortadan kalkmaktadır.
Belli ki ekonomik krizin giderek derinleşmesi, 15 günü uzun bir süre haline getirmiş ve TÜSİAD açısından kapalı kapılar ardında dile getirilenlerin karşılık bulmaması, bu taleplerin kamuoyu önünde de dile getirilmesini zorunlu kılmıştır. Ek olarak, 1 Mayıs ile 15 Mayıs arasında, 6 Mayıs’ta İstanbul seçimlerinin yenileneceğinin ilan edilmesi, TÜSİAD açısından uygulanması planlanan “acı reçetenin” ertelenmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle de büyük sermaye 15 Mayıs’ta iktidarı açık bir şekilde eleştirmiş olabilir. Bu eleştiriler karşısında Erdoğan, bizzat Özilhan’ı hedef aldığı konuşmasının devamında şu vurguları yaptı:
“Bu kişi bizi hep yüzlü sıralarda gösteren istatistik eğrileri üzerinden bize vurmaya çalışır. Beyefendi, 12 yıl önce kişi başına milli gelir neydi, bugün ne? Sen o gün ekonomik olarak neredeydin, bugün neredesin? O günden bugüne firman ne kadar büyüdü? Arkadaşların ne kadar güçlendi? Onu hiç masaya yatırmıyorsun. Ben sizin 12 yıl önce durumunuzu, bugünkü durumunuzu da biliyorum. Yeri gelirse bunu teşhir ederim.”
Erdoğan’ın yanıtındaki bu sert ton, iktidar ile büyük sermaye ilişkilerinde bir kopuşa doğru yaklaştığımız yorumlarının yapılmasına neden oldu. Ancak yaşanan bu gerilimi, büyük sermaye ile mevcut iktidar arasında bir kopuştan çok, odağında “acı reçetenin” olduğu yeni programın uygulanmasına yönelik bir müzakere süreci olarak görmenin daha isabetli olacağını düşünüyorum.
Acı reçete sancısı
1 Mayıs 2019 tarihinde 1+1 Forum’da, 31 Mart sonrasında uygulanması beklenen “acı reçetenin” ertelendiğini yazdığımda, henüz İstanbul seçimlerinin tekrar edileceği ilan edilmemişti. Ancak yazıda şu kaydı düşmüştüm:
“Uluslararası finans kapital ve TÜSİAD gibi aktörlerin krizden çıkış için bir reçete olarak gördükleri ve bir an önce uygulanması için ısrar ettikleri kemer sıkma programının açıklanması, yerel seçimlerin yenilenme olasılığına bağlı olarak ertelenmiş olabilir. Zira bu tip bir sert program, AKP’nin 17 yıldır süren iktidarı boyunca uygulanan neoliberal popülist modelin altını oyar nitelikte olacaktır.”
İktidar ile büyük sermaye ilişkilerinde yaşanan gerilimi, bir kopuştan çok, odağında “acı reçetenin” olduğu yeni programa yönelik bir müzakere süreci olarak görmenin daha isabetli olacağını düşünüyorum.
Mayıs ayının ilk haftasında İstanbul seçimlerinin yenileneceği açıklandığında, sermayenin beklediği programın ertelenmesinin bir gerekçesinin de bu olduğu görüldü. Ancak bu erteleme, iktidar bloku içinde bir başka gerilimin açığa çıkmasını tetikledi. Yukarıda özetlediğim şeklide, İstanbul seçimlerinin yenilenmesi kararının ardından büyük sermayenin temsilcisi TÜSİAD ile iktidar arasında yaşanan tartışmanın özü, TÜSİAD’ın “acı reçetenin” uygulanmasının daha fazla ertelenmesine tahammülünün kalmaması idi.
Sermayenin yapısal gücü
Son olarak, bu konu ile ilgili önemli bulduğum bir başka hususu da vurgulamak istiyorum. Erdoğan’ın değindiğim açıklamasında, TÜSİAD’a yönelik olarak yaptığı eleştiri, esasında kapitalist bir toplumsal sistemde sermayenin siyasi iktidarlar karşısındaki yapısal gücünün kriz dönemlerinde daha fazla öne çıktığını gösteriyor. Erdoğan eleştirilerine şöyle devam ediyor:
“TÜSİAD kasıtlı olarak Türkiye’yi alt sırada gösteren istatistiklerin illüzyonuna sığınmak yerine mesela başlattığımız 2,5 milyonluk istihdam seferberliğine niçin destek vermiyor, bunu da kendilerine hatırlatırım. Size burada iş düşmüyor mu, dev fabrikalarınız var, holdingsiniz. Ne olur beş tane, on tane yanına işsiz insanı alsan, neyini kaybedersin? Bunları dert edinmiyorsunuz.”
Bu açıklamalar bize, kapitalist bir toplumsal sistemde siyasi iktidarların karşılaştığı yapısal sınırları da gösteriyor. Buna göre sermaye birikimi, büyük ölçüde özel sektör yatırımlarına, bu yatırımlar ise firmaların kârlılıklarına dayanıyorsa, siyasi iktidarlar, özel sektörün kârlılığını sağlayacak ekonomi politikalarını uygulamak zorundadır. Benzer şekilde istihdam da özel sektör tarafından sağlandığından, özellikle kriz dönemlerinde sermayenin siyasi iktidarlar karşısındaki yapısal gücü daha net olarak açığa çıkmaktadır. Artan işsizlik siyasi iktidarların seçmen desteğini giderek azaltırken, işsizliğin azaltılması özel sektörün vereceği yatırım kararlarına bağlıdır. Bu durumda siyasi iktidarlar sermaye kârlılığını sağlayamıyorsa, orada büyük sermaye ile iktidar arasında sorunlar başlar.
Kısacası, 31 Mart 2019 seçimleri sonrasında iktidar blokunda yaşanan sarsıntılar, büyük sermaye ile iktidar blokunun siyasi kanadının büyük ortağı arasında yaşanan gerginlikle sürüyor. Ancak bu gerginlik, özünde bir önceliklendirme sorunundan kaynaklanıyor. İktidarın önceliği iktidarda kalabilmekken, büyük sermayenin önceliği krizden çıkış için “acı reçetenin”, yani sermaye programının bir an önce uygulanmasıdır. İktidar, “acı reçetenin” uygulanması durumunda bunun siyasi maliyetinin büyük olacağını düşünerek bunu erteledikçe, büyük sermaye bu programı uygulayacak başka aktörler aramaya koyulabilir.
İktidar bloku ve işçi sınıfı
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, her ne kadar doğrudan siyasi denklemin içinde yer alıyor gibi görünmese de, farklı bileşenleri ile işçi sınıfının ya da “en alttakilerin” rolü giderek daha kritik hale geliyor. Özellikle “acı reçetenin” önemli bir parçasını oluşturan kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasına karşı çıkılması ve krizin etkisinin daha fazla hissedilmesi neticesinde bireysel isyanlar düzeyinde süren itirazların bir araya gelmesi tehlikesi, büyük sermaye ile siyasi iktidar arasında bir başka gerilim noktası olabilir.
Doğrudan siyasi denklemin içinde yer alıyor gibi görünmese de, farklı bileşenleri ile işçi sınıfının ya da “en alttakilerin” rolü giderek daha kritik hale geliyor. Sınıf farklılıklarının nedeninin kader, nasip vs. ile açıklanmaya çalışılması iktidarın sıkışmışlığını gösteriyor.
Zira siyasi iktidar, sermaye kârlılığını sağlamak zorunda olduğu gibi, uygulanan ekonomik programın geniş kitleler gözünde, çeşitli ideolojik araçlar kullanarak meşruluğunu sağlamakla da görevli. Erdoğan’ın, 23 Mayıs 2019’da Ankara’da Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından düzenlenen 12. Çalışma Meclisi Toplantısı’nda yaptığı konuşma, bu açıdan da kritikti:
“Toplumu yaptığı işlere göre sınıflara bölmek, bunların çatışmalarından sonuçlar çıkarmak, oradan ideolojik kuramlara sıçramak gibi hususların bizim dünyamızda, bizim medeniyetimizde, bizim kültürümüzde yeri yoktur. Eğer bir fabrikada patronla işçiler aynı iftar sofrasında buluşuyor, camide aynı safta namaza duruyor, mezarlıkta aynı sırada yatıyorlarsa, ahlâken orada sınıf ayrımı olmaz, olamaz. Paranın çokluğu azlığı başka bir meseledir. Bunun içinde kabiliyet vardır, gayret vardır, tevafuk vardır, hepsinden önemlisi nasip vardır.”
Sınıf çelişkilerinin en net bir şekilde ortaya çıktığı kriz dönemlerinde sınıf mücadelesinin reddedilmesi, bu yapılamıyorsa da sınıf farklılıklarının nedeninin çeşitli ideolojik araçlar kullanılarak (kader, nasip vs.) açıklanmaya çalışılması, siyasi iktidarın sıkışmışlığını gösteriyor. Kemal Can’ın Gazete Duvar’da yer alan Vefasız Zenginler, Nankör Fakirler yazısında belirttiği gibi, AKP’nin alâmet-i farikası “en alttakiler” ile “en üsttekileri” bir arada tutabilmesi idi, ancak ekonomik kriz bu “sihirli formülü” işlemez hale getiriyor:
“… en üsttekilere, kendi tabiriyle ‘memleketin kaymağını yiyenlere’ vaadi, sistemin kârlılığının devamı için ihtiyaç duyulan toplumsal rızayı en sorunsuz biçimde temin etmekti. En alttakilere vaadi ise, merkez aktörlerinin dolaylı temsili yerine otantik temsil desteğinde, doğrudan ekonomik ve kültürel fayda kapıları açmaktı… Bugün gelinen noktada, hem ekonomik hem de siyasi kriz, Erdoğan iktidarını her iki kesimle de sorunlu bir ilişkiye taşıyor.”
31 Mart seçimleri sonrasında iktidar blokunda art arda yaşanan iç sarsıntılar sürerken, uluslararası ilişkilerdeki sıkışmıştık 23 Haziran’da yenilenecek olan İstanbul seçimleri öncesinde ekonomik sorunların daha da ağırlaşmasını beraberinde getirebilir. Tüm bu gelişmeler eşliğinde iktidar bloku bir kez daha sorunları erteleyerek İstanbul’u bu sefer kazanmak için tüm gücünü kullanıyor. Ancak haziran seçimleri sonrasında, ileriye ertelenen tüm sorunlar daha da ağırlaşmış bir şekilde yeniden gündeme geldiğinde, mevcut iktidar bloku için esas dayanıklılık testi o zaman başlamış olacak.