GOGOL BORDELLO İSTANBUL’DA

Söyleşi: Pınar Öğünç, Çiğdem Öztürk
2 Temmuz 2022
SATIRBAŞLARI

Eugene Hütz: Haydi bakalım, başlayalım. Ne şahane bir grubuz, şahane müzik yapıyoruz…

Bunla duymaya alıştınız mı?

Daha çok kendi kendime söylemeye alıştım! Tamam, tamam, artık çok ciddi bir insanım. Söyleşiye başlayalım, gerçek meselelere girelim.

Aslında biz de aynı yerden girecektik. Bu şahane konserden sonra “seviyoruz işte sizi” demezsek olmaz.

Vay, bu büyük bir sorumluluk. Ben de bundan sonra en güzel hareketleri çekeceğimize dair sizi temin edebilirim.

Konserlerde enerji kaynaklarınız arasında seyirci var mı? Yüzleri görür müsünüz, halleri, tavırları ayır mısınız? Yoksa neticede her konser aynı mıdır?

Yok, seyirciye karşı çok hassasımdır. Hatta konserlerde patlamayı yaratan da bu: Mümkün olduğunca daha fazla insanla tek tek ilişkiye geçebilmemiz. O yüzden herkesi görmeye çalışırım. Zaten sahnede başını gökyüzüne kaldırmış, öyle şarkı söyleyen bir herifin derdini anlamazsın, “siktir git, narsist bok” dersin. Ben böyle “of tanrım, kimse beni anlamıyor” nevinden o inanılmaz hislenmeleri, sahnede o narsist kırıtmaları hiç anlamam. Benim için o kadar net ki: Sahneye çıkıyorsan, insanlara bir şey vermek için çıkıyorsun. İnsanların boktan zırvalıklar için vakti yok. Sahneye çıktığında, elinde neyin varsa, olabilecek en doğrudan yolla seyirciye vereceksin. Benim inandığım bu. Ne hissediyorsan, seni dinleyene onu vereceksin.

Sürekli turne halindesiniz. İstanbul konserinin hemen ardından İtalya var. Sıradan bir sahne performansı da değil sizinki, bu enerjinin kaynağı ne?

Dürüst olmak gerekirse, bilmiyorum. Ama açıklamaya çalışabilirim. Kulağa çok mistik gelecek diye korkuyorum, ama bu benim yaratıcılığımın da haritası aynı zamanda. Geçmiş hayatlarımda ben köle gibi bir şey olduğumu düşünüyorum. O arka arkaya gelen bir sürü hayatta o kadar bastırılmışım ki, şimdiki hayatım böyle olmuş. Benim Çingene geçmişim çok uzak aslında. Ben bir Çingene kampında doğmadım, ama anneannem doğmuş. Ama onun sayesinde her şeyi birinci ağızdan öğrendim. Kitabını okumadım yani. Bütün akrabalarımı, neler yaşadıklarını biliyorum. Çok korkunç şeyler… İşte bu geçmiş hayatlarımdaki bastırılmışlıkla Çingene köklerim bir araya geldiğinde, kendimi ifade edebileceğim bir yol buldum. Bu yol insanların da hoşuna giden bir yol ve aslında sadece bu kadarı da bana yeter. Bu tarz yaratıcılığın, sanatın, insanlara özgürlük duygusu bulaştırdığını düşünüyorum.

Gogol Bordello sevenler geçmiş hayatlarında neymiş o zaman?

Nasıl geçmişlerden gelirsek gelelim, öyle ya da böyle, hepimizin bir acısı var. Derin bir iyimserlikle buna isyan etmenin yolunu bulmak mühim olan. Temelde bizim insanları teşvik ettiğimiz de bu. Yüz yıl, iki yüz yıl önce insanların hali çok daha boktandı. Her devirde boktan, ama o zaman gerçekten daha boktandı. Kimse tarihe bu şekilde bakmıyor. Bir tepeye çık ve her şeyin birbirine nasıl bağlı olduğunu, yöntemini bulursan her şeyin senin mutluluğuna nasıl karşı olmadığını gör. Bunu yapmak çok zor, çünkü bütün eğitim sistemi korku içinde insanlar yetiştirmek üzere kurulmuş. Başarılı olmak zorundasın, olmazsan sıçarsın, “loser” derler, “hiç kimse” olursun. Külliyen yalan. Başarı ne ki?

Mesajımız Woody Guthrie’yle, John Lennon’la, Bob Marley’le, Joe Strummer’la, Public Enemy’yle, Vladimir Vissotski’yle aynı: Konformizme karşı, evrensel, özgürlükçü bir mesaj bu.

Ne?

Şu anda grup olarak başarı gibi bir şeye sahip görülebiliriz, ama ben 13 yaşımdayken de başarılıydım. Kendi ellerimle davul yapmıştım, şahane bir davul setim vardı. Çünkü yapmak istediğim buydu. Sikindirik bir avukat, doktor moktor olmak istemiyordum. Bu benim hayatım, kim kıçından benim ne yapacağımı uyduracakmış? Saçmasapan şeyler… Kendimi 13 yaşımda müziğe ne kadar adadıysam, hâlâ da aynı hisle devam ediyorum. Şimdi birileri çıkıp çok sansasyonel bir şeymiş gibi bizden bahsedince uyuz oluyorum. Biz yedi yıldır bu işi yapıyoruz, dört tane albümümüz var. Gruptaki herkes kendini bildiği günden beri müzik yapıyor. Ukrayna’dan ayrıldığım dönemde çok meşhurduk zaten. Ben hep bizi mutlu edecek şeyler yapmanın peşindeydim. Şu anda bizi mutlu eden şeyin kabul görmesi güzel bir şey. Ama hiç ticari oyunlar oynamadık. Amerika’ya ilk gittiğimizde, tamam, çok güzel müzik, ama bunu kime satacaksınız diyorlardı. Klezmer, ska, bilmem ne… Biz de “piyasayı değiştirin o zaman dedik. Bir kamyonet aldık. Turneye onunla gidiyorduk. 11 kişi bir arada, ki aslında yasak böyle bir şey. İnsanlar yerde uyuyor falan… Yıllarca böyle dolaştık. Şimdi çok profesyonel bir operasyon gibi görünüyor, ama grup bugünlerine böyle ilkel ve zor yollardan geldi. Şimdi bu sahnelere çıkan insanlar, bir zamanlar sevdiği müziği çalabilmek için o kamyonete tıklım tıkış doluşanlar…

Vokal tarzınız Vladimir Vissotski’yi andırıyor. İlham kaynaklarınızdan biri mi Vissotski?

Evet. Rusya’da ondan etkilenmemiş insan yoktur bence. Geçen yüzyılın kesinlikle en önemli şairi, bir kahraman… Johnny Cash, Bob Marley, Joe Strummer, hepsi bir insanda toplanmış gibi. Önemi tartışılamaz bile… Eğer insanların kafasında Vissotski ismini çağrıştırabiliyorsak, bu güzel bir şey. Çünkü özünde mesajımız Woody Guthrie’yle, John Lennon’la, Bob Marley’le, Joe Strummer’la, Public Enemy’yle, Vladimir Vissotski’yle aynı: Konformizme karşı, evrensel, özgürlükçü bir mesaj bu. Bunu biz icat etmedik, sadece bir yerden alıp bir yere uzatıyoruz.

Vissotski’nin Rusya’daki etkisinden bahsediyorsunuz, ama bizim iki arkadaşımız Vissotski’nin şarkı söyleyişini duyduktan sonra Rusya’ya gitti ve sadece Vissotski’nin ne dediğini anlayabilmek için Rusça öğrendi.

Ne kadar etkili bir adam, değil mi? İnanırım, Vissotski yapar. Bir kere dünya tarihinde sesli harfleri değil de, sessizleri uzatarak söyleyen başka bir şarkıcı yok. Tam tersini yapıyordu. “Haaaayaaaaat” demiyordu, “Hayyyattttttt” diyordu. Kimse yapmadı böylesini, tamamen orijinal bir adam.

Gitarınızda bir Türk bayrağı çıkartması var. Nedir?

Gitarın nerelerde bulunduğunu gösterdiği için seviyorum böyle şeyleri. Seyahat hastalığımın bir parçası. Küçükken pul biriktirirdim, böyle nadir ülkelerin pullarını severdim. Sonra az bilinen ülkelerin albümlerini toplamaya başladım. O zamanlardan beri “dışarda, uzakta insanlar ne yapıyor, nasıl takılıyorlar”a meraklıydım. Seyahatlerin bıraktığı izler gibi düşünmek lâzım. Yanlış anlaşılmasın, biri çıkıp “biz bıktık bu bayraktan, ne halt yemeye yapıştırdın!” demesin. Şu anda bir dekorasyon malzemesi yani. Zaten bayraklara genelde bu gözle bakmak lâzım. Milliyetçi bokluklarla işimiz olmaz yoksa…

Çingene bayrağının Türk bayrağından daha eğlenceli olduğunu söyleyebiliriz ama…

Bak, buna teşekkür ederim. Aslında Çingene bayrağı da tartışmalı. İnsanlar bayraktaki tekerleğin Çingenelerin göçebeliğiyle alâkalı olduğunu sanıyor ya da Hindistan bayrağından uyarlandığını… Gerçek şu ki, Hindistan bayrağındaki tekerlek, sömürge döneminde, dokuma tezgâhlarını simgeliyor. Bütün makineyi çizemeyecekleri için sadece tekerini koymuşlardı. Sonra Çingeneler çıktı ortaya, biz hangi allahın belası yerden geliyoruz diyerek. Baktılar bir tekerlek, tamam, göçebeliğe uyar dediler. Halbuki alâkası yoktu. Ayrıca, şahsi bilgilerime göre, Ukraynalı Çingene bir filozof, ki Hindistan’la Çingenelerin ilgisi olmadığını düşünen bir sürü adamdan bir tanesidir, artık varolmayan bir toprak parçasından geldiğimizi söylüyor. Tek bir insanın bile geri dönme arzusu duymamasını da mantıken açıklıyor bu. Çünkü dünya üzerinde böyle davranan başka bir etnisite yok. Moğol musun, Viking misin, her neysen, çıkarsın, oraya buraya saldırırsın, milletin kıçına tekmeyi sallar, tecavüz eder, ganimetini toplar, yüz sene sonra geri dönersin. Ukraynalılar böyle, Yahudiler böyle, bir tek Romanlar var etrafta deli gibi dolanan. Çok mantıklı o yüzden bu tez. Biliyorsunuz, dünya haritası birkaç defa değişti, bir şeyler patladı, sular yükseldi. İşte belki volkanik bir hareketten, belki başka bir şeyden bizim geri dönebileceğimiz bir yer kalmadı. Benim için hikâyenin sonu budur. Bunu o kadar çok insanla tartıştım ki… Geçen yaz Ukrayna’da Çingene başkanının seçimi olmuştu. Büyük mesele tabii; orada da bu tartışıldı, herkes sarhoş oldu sonunda.

Hepsini gördüm, Iggy Pop’unu, Nick Cave’ini, bilmem nesini… Ama köyde bir adam sahneye fırlıyor, “hııığğğaaağğğ” diye bağırıyor ve seni altüst edebiliyor. Deliliğin başka bir boyutu bu.

Everything is lllimunatedi izledik, çok beğendik.

Gurur duydum şimdi…

Sizi bir de Tony Gatlif filminde görmek isteriz…

Siz benim dilimden konuşuyorsunuz yahu! Benim de istediğim bu zaten.

Yoksa bir teklif mi aldınız?

Yok, daha değil. Beni o tarafa iten birkaç insan var zaten. Tony Gatlif’le uzun süredir ahbabız. Hatta ona Emir Kusturica’ya olduğumdan daha yakınımdır. Onun da Roman kökenleri var, kendimi çok yakın hissediyorum Gatlif’e. Hiçbir şey abartılmamış, “kitsch” bir şey yok… Kusturica şahane bir adam kendi alanında, ama ben tam onun gibi hissetmiyorum. Bütün Tony Gatlif filmlerini bilirim. Parçalar birleştiğinde sizin de haberiniz olur…

Son filmi Transylvaniayı da seyrettiniz mi?

Transylvania mı? Ben son filminin Exils olduğunu sanıyordum… Gatlif’in sağlığının pek iyi olmadığını duymuştum, “siktir” demiştim kendi kendime. Sinema dünyası bir tuhaf. Çıkıp aktörleri kötü oynamakla suçluyorlar, ama ortada iyi rol yok ki. Herkes bok gibi şeyler yazıyor. Gatlif gibi makûl işler yapan insan sayısı o kadar az ki…

Sizi İstanbul’da bir daha görecek miyiz? Umarız bu bir “intro”dur…

Kesinlikle. Öyle etrafta dolanıp boy gösterelim diye gelmedik buraya. Zaten bir saat kadar çaldık. Normalde bizim konserler iki saat sürer. Sonra da bitmez, ben DJ’lik yaparım. Umarım böyle bir şeylerle geri geliriz. Küçük bir yer olursa daha iyi ama.

Altın dişiniz var. Ne zamandan beri?

Çok saçma ama, bir film sayesinde yaptırdım. “Ne? Bedava altın diş mi, hemen geliyorum” dedim.

Filmden aldığınız tek şey bu muydu?

Yok, başka bir-iki şey daha aldık tabii.

Eğitim sistemi korku içinde insanlar yetiştirmek üzere kurulmuş. Başarılı olmak zorundasın, olmazsan sıçarsın, “loser” derler, “hiç kimse” olursun. Külliyen yalan. Ben 13 yaşımdayken de başarılıydım. Kendi ellerimle davul yapmıştım, çünkü yapmak istediğim buydu.

İstanbul’dan CD almaya fırsatınız oldu mu? Ciguli dışında buralardan birini dinlediniz mi?

Yok, olamadı. Ama Ciguli şahane bir insan. Hele o davul-makinası öncesi dönemi muazzam.

Bakıyorsunuz, tüm dünyada Çingenelerle ilgili kitaplar, albümler, filmler… Çingene modası diye bir şey var. Ne oldu, ne değişti, insanlık neyi anladı? Sonuçta, kaç senedir müzik yaparken, sizin bu kadar popülerleşmeniz de aynı nedenden…

Evet, kesinlikle öyle. Fakat sorun şu ki, biz hep vardık. Sadece dipten yüzeye çıktık. Ben şahsen Çingene müziğinin kendini böyle akıntıya bırakışından o kadar rahatsız değilim. Tamam, biri çıkıyor, bir akordeon, iki tıngır mıngır… Bunlar olacak. Fakat Çingeneler o kadar kolay teslim olacak insanlar değildir. Onların kendi tarzlarını sıkıysa değiştir. Pratik olarak imkânsız bu. Mesela son yedi yıldır İspanya’daki, Fransa’daki büyük Çingene toplantılarına gidiyorum. Bir tür Çingene zirvesi. Onlar çok farklı Roman kollarından geliyorlar, ama hâlâ orijinal Roman dilini konuşabiliyorlar. Tabii ki başka, daha yeni şeyler de dinliyorlar. Raggatone’u seviyorlar, ama hâlâ flamenko geleneğini de yaşatıyorlar. Bir şey dinleyip diğerini unutan, bir dinlediğini iki gün sonra camdan fırlatan gerzek beyaz çocuklara benzemiyorlar. Çünkü direnişin tarihi çok eski. Çok güçlüler. Bir gecede değişmezler.

Otantik sanatın ve enerjinin son madenlerinden bir tanesi şu anda yüzeye çıkıyor. Direnişin enerjisi bu. Ben bundan heyecan duyuyorum. Bir defa sesimiz var, sonra da kıçlarına sallayabileceğimiz tekmemiz. Müzikal olarak daha eğitimli olan insanlar bakıyorlar ve bu ne ya” diyorlar, “nasıl böyle çalıyorlar, nasıl bir müzik bu, anlamıyorum”. Kafaları uçuyor, kendilerini hastalıklı hissediyorlar. Benim kafamsa Ukrayna’da ailemin köyüne gittiğimde, hayatta görebileceğim herhangi bir rock konserinden daha fazla uçuyor. Hepsini gördüm, Iggy Pop’unu, Nick Cave’ini, bilmem nesini… Ama köyde bir adam sahneye fırlıyor, “hııığğğaaağğğ” diye bağırıyor ve seni altüst edebiliyor. Deliliğin başka bir boyutu bu, prova yok, prodüksiyon yok, bir adam ve sen bağırıyorsunuz.

Gogol Bordello Sulukule’de, 2009 / Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

İstanbul’da Çingenelerin yaşadığı en eski mahallelerden birini, Sulukule’yi rehabilite ediyorlar şimdi. İnsanları evlerinden çıkarıp başka bir yere yollayacaklar. Buna karşı bir eylem olursa desteğe gelir misiniz? Bunu bir davet olarak sayın.

Tabii ki. Mutlaka haberleşelim.

Web sitenizin forum bölümünde sizin Coca-Cola’n festivalinde çalmanıza dair bir tartışma çıkmış.

Biliyorum, ben genelde oralara pek dokunma taraftarı değilim. İnsanları manipüle etmek istemiyorum, bırakalım, insanlar istediği gibi düşünsün, yazsın.

Rock’n Coke’ta çalarak yaptığınız şey, aslında Coca-Cola gibi küresel bir aktörü kullanarak, alternatif bir küreselleşmeden bahsetmek mi? Rock’n Coke’a alternatif Barışarock var mesela. Orada çalmayı düşünmez miydiniz?

Evet, duydum o festivali. Şöyle de bir durum var: Biz bir sürü işgal evinde de çaldık, punk rock konserinde de. Oralarda yaşananları çok iyi biliyorum. Tamam, çok eğlenceli, çok manâlı, ama kendiniz çalıp kendiniz söylüyorsunuz. Müziğinizi sunduğunuz insanlar zaten sizin mesajınızı biliyor, anlatabildim mi? O yüzden biz de sanatçı olarak aslında umulmadık yerlere Truva atı gibi sızabiliyoruz. Bu tür durumları boykot eden idealistlere saygı duyuyorum, ama hakikatte onları boykot ettiğinizde bir fark yaratmıyorsunuz. Ciddi bir alternatif sunmadıkça sıfır değişim… Çocuklar idealist takılacaksa, o zaman idealist çözümlerle gelmeliler. Yoksa sadece idealist tavır bana çok kolay geliyor. Tamam, çok “cool”, ama kardeşim, senin durduğun yer neresi, pratik olarak senin yolun ne? Buraya gelmeyi kabul ettik, çünkü bu insanlarla buluşmanın, bu insanların birbirleriyle buluşmalarının yolu buydu. Sıçtığımın grubu 13 kişi. Sırf yol parası dünyalar ediyor. Üç tane laptop’lu herifi çağırmaya benzemiyor ki! Hangi işgal evi bizi buraya getirebilirdi?

Roll, sayı 112, Kasım 2006

^