ALPAGUT GÜLTEKİN İLE OĞUZ ATAY VE “NORGUNK”

Söyleşi: Yücel Göktürk
18 Nisan 2024
Alpagut Gültekin (Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu)
SATIRBAŞLARI

2008’de, Roll’un 125. sayısında “Şarkılarla Oğuz Atay” başlıklı bir dosya hazırlamış, cebimize on şarkı koyup on kişinin kapısını çalmıştık. Alpagut Gültekin’le söyleşimize John Cale’in “Fear Is A Man’s Best Friend” şarkısını dinleyerek başladık…

John Cale, Chelsea Hotel camiasından. Norgunk Yayınevi’nin Yves Klein’ın Chelsea Hotel Manifestosu’nu yayınlaması nasıl oldu?

Alpagut Gültekin: Biraz tesadüfi oldu. Ama Yves Klein’a önceden bir ilgim vardı, monokrom resme meraklı olduğum için.

Müzikle aran nasıl, neler dinliyorsun?

İlk satın aldığım plak Neil Young’dı. O tarz müziğe ilgim Neil Young’la başladı, Pink Floyd’la devam etti, Kurt Cobain’le bitti. Ama PJ Harvey’i hâlâ izliyorum. Bob Dylan’ı da mutlaka saymam lâzım. Bir tarafta Dylan varsa, bir tarafta da PJ Harvey var. PJ Harvey bir kitap yapsa da yayınlasak diye hayal bile kuruyorum. Sonic Youth’u bir ara dinlemiştim, onları da ilginç buluyorum. Yine de Cobain’le birlikte o konu kapanmış gibi bende. Endüstrinin bir parçası oldu o müzik. Çok inandırıcı bulmuyorum açıkçası.

Yerlilerden sevdiğin kimler var?

Bülent Ortaçgil, özellikle ilk albümüyle. Bir de Fikret Kızılok tabii. Kızılok’un sesini ve şarkılarının duruluğunu çok severim.

Yayınevinizin adı Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” adlı öyküsünden alınma. Atay’ı keşfetmen nasıl oldu?

Yurtdışında okurken, telefonda bir arkadaşım söz etti. 1984 yılıydı. Biraz da yanlış bir bilgiyle aktarmıştı, “romanındaki karakter gibi intihar eden bir yazar” demişti. Türkiye’ye dönüşte ilk işim Tutunamayanlar’ı okumak oldu. Çok etkilendim. Hiç öyle bir roman okumamıştım, teknik olarak da, karakterlerin özellikleri bakımından da. Selim Işık olsun, Turgut Özben olsun, Süleyman Kargı olsun…

Vüs’at bey Oğuz Atay’dan farklıydı, daha düz öyküler anlatır gibi görünürken dildeki hızı beni çok etkilemişti. Orhan Koçak saymış, Vüs’at beyde üç tane “ve” var, ikisi alıntı. Öyle bir hız ki “ve” demeye vakit yok.

Yıllar sonra Vüs’at (O. Bener) beyle tanıştım; Tehlikeli Oyunlar’daki Hüsamettin Tanbay’ı ve Tutunamayanlar’daki Süleyman Kargı’yı, Oğuz Atay’ın Vüs’at beyin kişiliğinden çıkardığı söylenir. Vüs’at bey de bir şekilde olumlamıştı bunu, pek üzerinde durmayarak. Öyle bir yapısı vardı Vüs’at beyin, yazar olduğunu bile söylemezdi; gördüğüm en soylu insandır. İşin öyle bir yay çizip bizi Vüs’at beye götürmesine de insanın kader diyesi geliyor. (gülüyor)

Oğuz Atay nasıl bir iz bıraktı sende?

İnsanın kahramanları olur, düz bir kahraman olarak değil de, sanki sizi anlayan biri, sıkıştığınızda temas ettiğiniz, varlığı sizi rahatlatan biri… Böyle oldu Oğuz Atay’la ilişkim. Yarattığı karakterler hayatıma girdi, o karakterlerin bütününde Oğuz Atay figürü sürekli temas ettiğim biriydi. Yalnızlığımda dertleştiğim biri gibi yakın oldu bana. Onun ürettiği dünyada kendime bir yer buluyordum. Hâlâ devam ediyor bu. Vüs’at beyden de ilk okuyuşta, o şiddetle etkilendim. Dostluklarından haberim yoktu.

Vüs’at bey Oğuz Atay’dan farklıydı, daha düz öyküler anlatır gibi görünürken dildeki hızı beni çok etkilemişti. Orhan Koçak saymış, Vüs’at beyde üç tane “ve” var, ikisi alıntı. Öyle bir hız ki “ve” demeye vakit yok. Yayıncılığa başlar başlamaz, Vüs’at beyle temas kurduk; üzerine bir kitap hazırlayalım istiyorduk. Birlikte çalıştığımız sıralarda, Oğuz Atay’dan hep övgüyle bahsetti. İyi dostlarmış. Yer yatağında yan yana yatacak kadar yakınlarmış. Tutunamayanlar’ı ilk okuyanlardan biri Vüs’at bey. Oğuz Atay, alıngan bir kişilik, Vüs’at beyin eleştirilerine değer veriyor bir tek, onu dinliyor.

Yersiz bir tespit olabilir ama, söylemeden edemeyeceğim. Bu aralar, Gilles Deleuze’ün Sacher-Masoch hakkındaki kitabını yayına hazırlıyoruz. Çok ilginç bir tersine çevirme var mazohizmle ilgili. Tuhaf bir biçimde, Oğuz Atay’la Sacher-Masoch arasında yakınlıklar hissettim. Babaya benzerliğin dışta bırakılması, alaya alınması söz konusu ikisinde de.

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

Seni Tutunamayanlar mı daha çok etkiledi, Tehlikeli Oyunlar mı?

Tehlikeli Oyunlar bende daha derin izler bıraktı. Tutunamayanlar, belki karmaşık yapısından dolayı daha kopuk kopuk. Araya şarkılar giriyor, birçok hikâye var, metaforik anlatımlar… Tehlikeli Oyunlar insanın içine lök diye oturuyor; finalinin hüznü epey kalmıştır üzerimde. Oyunlarla Yaşayanlar’dan o kadar etkilenmedim. Belki de tiyatro oyunu olduğu için.

Tutunamayanların enteresan bir macerası oldu; her kuşak kendi meşrebince yorumladı.

‘80 sonrası kuşak için tutunamamak sığınılan bir şey oldu. Oğuz Atay’ın tutunamamanın bir bahanesi haline getirilmesi can sıkıcı. Biraz da günümüzdeki üretim ve tüketim biçimiyle ilgili bir şey bu. Yıldız Ecevit’in Oğuz Atay hakkında yazdığı kitapta (Ben Buradayım) okudum, Kadıköy’de bir kafede “Tutunamayanlar” diye bir sandviç varmış. Öyle bir kesimin de kahramanı oldu Oğuz Atay.

Ben tutunamamayı şöyle algılıyorum: Bir kök salmama eylemi, köklerinden uzaklaşmak, babayla olan benzerliğin reddi… Deleuze’e de çok yakınlaşıyor orada. Şaşırtıcı bir şekilde Sacher-Masoch’da da var aynı şey.

İnsanlar efendilerini arıyorlar. Onlar adına düşünen, onlar adına karar veren efendilerini. Spinoza’nın en büyük bulgularından biri bu: Efendileri köleler yaratıyor.

Senin için “Korkuyu Beklerken”in ayrı bir yeri var herhalde.

En çok etkilendiğim öyküleri “Beyaz Mantolu Adam” ve “Korkuyu Beklerken”. Bir de tabii “Demiryolu Hikâyecileri”. O biraz kenarda kalmış bir başyapıttır.

“Korkuyu Beklerken”deki esrarengiz mektup “Morde ratesden” diye başlıyor ve “Norgunk” diye bitiyor. O kadar kelimenin içinde niye “Norgunk”u seçtiniz?

Birincisi, mektuptaki son sözcük olması. Öyküdeki “ölü diller” uzmanı, “dikkat” anlamına gelen bir sözcük olarak çözümlüyor “Norgunk”u. İkincisi, ses olarak çok güzel, grafik olarak çok güzel. Bazı şeyler sizi çeker. Mektubun o sözcükle bitmesi, belki oradan o korkunun üzerine gidilebilir fikriyle bizi biraz kışkırttı.

Yayınevinin adını Norgunk olarak belirledikten sonra maliye, ticaret odası gibi aşamalardan geçmemiz gerekiyordu. Bu işleri takip eden muhasebecimiz telefon açtı, Türkçe isim olması gerektiğini söyledi. Ben de Norgunk’un Öztürkçe olduğunu, eskiden Orta Asya’da mektupların “dostlukla” anlamına gelen bu sözcükle bitirildiğini söyledim ve yayınevinin adı meşruiyet kazandı. (gülüyor)

Tutunamayanlardan bir alıntı: “Belki de sadece korkularım ayakta tutuyor beni, belki de ölüme karşı uyarıyor. Beni korkutarak bir bakıma yaşamaya zorluyor. Neden yaşamalıyım sorusunu sormamı engellemek istiyor.”

Benim de birtakım korkularım var elbette. Korkular bir şekilde yaşamı daha canlı tutuyor diye düşünüyorum. Korktuğun için yaşadığını daha iyi duyumsama gibi bir şey.

John Cale de bu şarkıda “korku insanın en iyi dostudur” diyor.

Korku biraz da geleceğin önünü alma anlamı taşıyor. Belki de hazırlıksız karşılaşmalara karşı bir savunu biçimi. Öte yandan, sanki korkuda ölüme bir başkaldırı da var. Ne kadar korku varsa, hepsini deneyimleyip sonuna kadar gitmek ve ondan sonra korkusuz bir yaşama deneyimi başlatmak. Tabii bu bendeki korkularla ilişkilendirerek öne sürdüğüm bir şey.

Korku toplumsallaştığında, insanın en büyük düşmanı olabiliyor, Oğuz Atay’ın Günlükteki ifadesiyle “yaşamak korkusu” halini alabiliyor.

İnsanlar efendilerini arıyorlar. Onlar adına düşünen, onlar adına karar veren efendilerini. Spinoza’nın en büyük bulgularından biri bu: Efendileri köleler yaratıyor. “Yaşamak korkusu” öyle bir şey. Efendi olmazsa, kişi tek başına hayatla karşılaşırsa ne yapacağını bilmiyor, bundan korkuyor. Korku, efendiyi yaratan kimya. Korku bizim ülkemizde gündemden çıkan bir şey değil. Kölenin efendiyi yarattığı sistemde korkular akışkandır. Susurluk’a karşı ışık yakıp kapatan, tencere çalan kalabalık, aynı yapıyı diziler üzerinden meşrulaştırıp birlikte bir orji yaşadı. Böyle bir toplumda yaşıyoruz.

Roll, sayı 125, Ocak 2008

^