New York, Ocak 1961
11 yaşında bir kız çocuğu oturma odasında TV seyretmekte. Ekranda Dick Clark’s American Band… Derken, zırr kapı. Nora Guthrie, Dick Clark’s American Band’i bölen zile söylene söylene kapıya seğirtir.
Saçları tarumar, omuzunda gitar bir genç çıkar karşısına.
– Woody Guthrie’yi görmek istiyorum.
– Evde yok!
“Woody’nin şarkıları zamana meydan okuyor, çünkü hâlâ yoksulluk var, hâlâ insanlar eziliyor, hâlâ evsizler var, hâlâ ırkçılık var.”
Nora, kapıyı gitarlı gencin suratına çarpar, TV’nin başına döner. Kapı tekrar çalınır. Nora yine söylene söylene açar.
– Ben Bob Dylan, Woody Guthrie’yi görmeye geldim.
Nora, abisinin odasına gider, “serserinin teki babamı görmek istiyor” der. Ve Dick
Clark’s American Band’i kaldığı yerden seyretmeye devam eder. Arlo, omuzunda gitarla gezen “tuhaf” tiplere alışkındır; kapıdaki gence babasının üç yıldır hastanede yattığını söyler.
Bir sonraki sahne şöyledir: Bob Dylan, Guthrie’lerin oturma odasında şarkılar söylemekte, Arlo’ya ağız mızıkasını değişik biçimlerde çalmanın yollarını göstermektedir…
O günden yaklaşık 35 yıl sonra, Bob Dylan, Woody’nin kapısını niçin çaldığını şöyle anlatır: “Woody’nin şarkıları bir hayat dersiydi, onun şarkıları insana nasıl yaşaması gerektiğini öğretiyordu. Bir kılavuzdu o… Onunla tanıştığımda, maksadım ona hizmet etmekti: Ona kendi şarkılarını söylemekti. O günlerde bütün yaptığım da buydu zaten. Ben bir Woody Guthrie müzik dolabıydım, bir Woody Guthrie juke-box. Benim gözümde o, zincirin bir halkasıydı, tıpkı şimdi benim başkaları için olduğum gibi…”
Ocak 1961’de, Bob Dylan New York’a ayak basalı henüz daha bir ay olmuştu. Guthrie’nin bütün şarkılarını ezberine almış, hatta bir de “usta”sı için bir şarkı bile yazmıştı: “Song To Woody”…
Woody’nin ölümsüzlüğünün sebebini Bob Dylan tek bir sözcükle özetliyor: Masumiyet… Yazar Colin lrwin, o “masumiyet”in ne olduğunu şöyle anlatıyor: “Woody’nin şarkıları sıradan Amerikalının hayatını sadelik ve sevgiyle dile getiriyor…”
Guthrie, o tarihte New York’un Greystone Park hastanesinde, yakalandığı amansız hastalığın pençesindeki üçüncü yılını doldurmuştu “Amansız hastalığın pençesi”, lafın gelişi bir “klişe” değil. Ecel aniden değil, yavaş yavaş gelmiş, “Huntington’s hastalığı” önce yürüyüşünü sarsaklaştırmış, ardından konuşma –ve şarkı söyleme– yetisini elinden almış ve tam 15 yıl bir hastane odasında süründürmüş, cehennem azabı çektire çektire hayatına son vermişti. Azabın en katmerlisi, tabii ki yüzlerce –lafın gelişi değil, bin küsur– beste yapan, kendisini bildiğinden beri gitar çalıp şarkı söyleyen bir ozanın onu var eden bu hayati faaliyetini yitirmiş olmasıydı.
Dostları bu katmerli ızdırabı biraz olsun hafifletebilmek için, yıllar boyu Woody’nin başucunda onun şarkılarını çalıp söylemişlerdi: Pete Seeger, Bob Gleason, Sid Gleason, Ramblin’ Jack Elliott, Cisco Houston, Sonny Terry… Ve ‘61’den itibaren de Bob Dylan katılmıştı kadroya.
Woody, Dylan’ı birkaç kez dinledikten sonra, dönemin tanıklarının ifadesiyle, “halefi”nin o olduğuna hükmetmişti. Bu, daha sonra hemen herkesin hemfikir olduğu bir öngörüydü. Dylan, kendisinin de dediği gibi, “zincir”in Woody’den sonraki halkasıydı. Ama, sonuncusu değildi.
Cleveland – Ohio, 27 Eylül 1996
Woody’nin yoldaşı Pete Seeger’ın “This Land Is Your Land”le açılışını yaptığı Woody Guthrie’yi anma konseri… Sahnede Bruce Springsteen… Woody hakkındaki düşüncelerini anlatıyor, “Car Car”ı söylüyor… Birazdan Ani Di Franco sahne alacak, “Do Re Mi”nin radikal bir versiyonuyla salonu ayağa kaldıracak. Billy Bragg, kuliste Arlo Guthrie’yle “Hard Travelling”in akorları üzerine sohbet ediyor. Sahneye çıktığında şöyle bir “espri” yapıyor: “Bana Woody’nin ruhunu aksettiren bir şey yapmamı söylediler. Onun için birazdan balkona çıkıp sokağa işiycem. Sonra da mutfaktaki çatal-bıçak takımlarını araklıycam…”
Ön sıradaki ufak tefek, 40’lı yaşlarda bir kadın şen bir kahkahayla katılıyor salondaki gülüşmeye. 35 yıl önce Bob Dylan’a kapıyı açan küçük kız bu kadın: Nora Guthrie…
Ve Nora Guthrie’ye göre, “bayrak” şimdi Billy Bragg’de: “Woody’nin 90’lardaki sesi…” Genel kabul gören bu yorumun “niçin”ini Woody’nin varisi Nora Guthrie şöyle açıklıyor: “Billy’yi ilk dinlediğimde, ‘işte’ dedim, ‘o’… Biraz münakaşa yaratmadı değil, ‘bir ingilizin Woody’nin şarkılarını söylemesi’… Ama, o şarkıların öyle bir ruhu var ki, ülke, dil, din tanımıyor, hepsini aşıp geçiyor. Woody’nin mirası da bu zaten. Sözlere baktığınızda, onların bütün zamanlar için yazıldığını görüyorsunuz. Mesajı ulaştırmak için hangi vasıtaları, enstrümanları kullandığınız o kadar mühim değil. Billy ve Woody aynı şeyleri söylüyorlar. Mizah duyguları aynı. Billy de çok ciddi meselelerle iştigal ederken bile mizah yapabiliyor. Dahası var. Mesela, kalkıp ‘bu gece sendikalar üzerine konuşacağım’ diyor. Ben de, ‘oh be’ diyorum, kariyerim zedelenecek diye korkmuyor, düşündüklerini söylüyor’…”
Washington, 1990
Billy Bragg, Smithsonian Enstitüsü’nde Woody Guthrie’nin bir karakalem çalışmasını görür. Resimdeki geniş kalçalı kadına ve –galiba daha çok da– “resimaltı”na “takılır”: “You woke up my neighbourhood –Bütün mahalleyi uykudan kaldırdın…”
Birkaç gün sonra, R.E.M.’in memleketi Athens – Georgia’da Peter Buck’la gitar tımbırdatırken, o “Fahriye abla”vari resimaltı gelir aklına ve o anda bir şarkı “düşer”.
New York, 1990
Central Park’ı tıklım tıklım dolduran kalabalık, “You Woke Up My Neighbourhood”la şenlenir. Açılış konuşmasını Jesse Jackson’ın yaptığı “beleş” konserin sebeb-i hikmeti, Woody’nin 80. yaşgünüdür.
Woody’nin vizyonu
Woody’nin ölümsüzlüğünün sebebini Bob Dylan tek bir sözcükle özetliyor: Masumiyet… Yazar Colin lrwin, o “masumiyet”in ne olduğunu şöyle anlatıyor: “Woody’nin şarkıları sıradan Amerikalının hayatını sadelik ve sevgiyle dile getiriyor…”
Peki, nasıl oluyor da 30’ların, 40’ların sıradan Amerikalısının hayatını dile getiren şarkılar 90’ların sıradan Amerikalısının hissiyatına tercüman olabiliyor?
Woody’nin yoldaşı, menajer Harold Leventhall’un sözleri bu soruyu kısmen cevaplandırıyor: “Woody’nin şarkıları zamana meydan okuyor, çünkü hâlâ yoksulluk var, hâlâ insanlar eziliyor, hâlâ evsizler var, hâlâ ırkçılık var…”
Billy Bragg ise Woody’nin “ahlâki vizyonu”nu vurguluyor: “Woody öyle sorular soruyordu ki, Amerikalılar o soruların cevabını hâlâ veremiyor… Woody’nin lûgatında taviz diye bir sözcük yoktu. Woody hakikiydi. ‘Sendika’ diyordu, ‘örgütlenmek’ diyordu. ‘İncil zenginliğin paylaşılmasını söyler’ diyordu. Woody’nin ahlâki vizyonu kolay kolay es geçilemez. Bu, Amerikalıları rahatsız eden bir şey. Onun için de Woody’yi ‘This Land Is Your Land – Bu Memleket Bizim’e indirgemeyi yeğliyorlar…”
Billy Bragg’in, Woody’nin 90’lardaki halefi olması kimileri için tartışmalı olsa da, Billy Bragg’in Woody’yi selefi olarak benimsediği apaçık: “Onun hakkında daha çok bilgilendikçe, ona daha çok bağlanıyorum. Daha çok etkileniyorum. Bundan on yıl önce aynı şeyi hissedebilir miydim, orası çok şüpheli. Bugüne kadar bize sunulan Woody, folklorik ve çocuksu bir Woody’ydi. Ama, şimdi keşfettiğim Woody beni aydınlatıyor: Bir şarkı yazarı olarak, politik bir müzisyen olarak… Eskiden en güçlü referansım The Clash’di…”
Billy Bragg, Woody’yi bir resimle keşfetmişti, Springsteen ise tesadüfen eline geçen bir kitapla: Bound For Glory adını taşıyan Woody Guthrie otobiyografisiyle…
Nassau Coliseum, 1980
Springsteen “Bu Memleket Bizim”i rock’luyor. Birkaç yıl sonra da, Woody’nin mevsimlik işçilerin çilesini dile getirdiği “Tom Joad” ve “Deportee” (Kovulan) gibi efsane şarkıların rock versiyonlarıyla “Tom Joad’un Hayaleti” adını verdiği turneyle Amerika’yı arşınlıyor.
John Steinbeck’in ölümsüz romanı Gazap Üzümleri’nin kahramanı Tom Joad’un Woody marifetiyle yarım asırdır söylenen bir şarkı haline gelişinin öyküsünü Pete Seeger şöyle anlatıyor: “Woody, filme çekilen ‘Gazap Üzümleri’ne bir şarkı yazması için teklif aldığını müjdeleyerek geldi bizim eve. Onu daktilonun başında bir şişe viskiyle bırakıp gidip yattım. Sabah kalktığımda Woody yerde baygın yatıyordu, etrafındaki kâğıtlar ise ‘The Ballad Of Tom Joad’du…”
Okemah, 14 Temmuz
“Okemah küçük bir kasaba. Woody orada yaşayan insanlara ters geliyor. Onun bir komünist, bir berduş olduğunu söylüyorlar, Okemah’ın adının Woody ile birlikte anılmasından hoşlanmıyorlar. Yine de, aradan geçen zaman içinde epey mesafe alındı…” Woody’nin yoldaşlarından Lois Tanner’in sözünü ettiği “epey mesafe”, otuz yıllık mücadele sonunda, 14 Temmuz’un ülke çapında Woody Guthrie Günü olarak kutlanması. Lois Tanner ve arkadaşlarının yeni hedefi, Okemah’a Woody’nin heykelinin dikilmesi…
Woody, Okemah’ta, varlıklı bir emlakçının çocuğu olarak gelmişti dünyaya. Babası Charley Guthrie halinden vaktinden öylesine memnundu ki, oğluna o zamanki ABD başkanı Woodrow Wilson’ın adını vermişti. Ne var ki, emlakçılıktan edinilen zenginlikten midir nedir, ateş tanrısının laneti çökmüştü Guthrie’lerin üzerine. Önce esrarengiz bir biçimde evleri yanmış, daha sonra Woody’nin altı yaşındaki kız kardeşi Clara kazaen çıkan bir yangında vefat etmişti. Clara’nın ölümünden birkaç yıl sonra da Baba Guthrie bir başka esrarengiz yangında hayatını yitirmişti. Anne Nora da akıl hastanesine düşmüş, orada tıpkı Woody gibi ağır ağır yaklaşan bir ölüme mahkûm olmuştu. Lanet bu kadarla da yetinmemiş, Woody’nin kızı Cathy Ann, aşağı yukarı Clara’nın yaşındayken alevlere kurban olmuş, bir başka yangında da Woody’nin kolu, bir daha eline gitar alamayacak şekilde yanmıştı.
Kum fırtınaları
30’lu yılların başında, Woody 20’li yaşlara daha yeni girdiğinde, meşhur “1929 iktisadi krizi”nin etkileri devam ediyor, dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi ABD’nin güney eyaletlerinde de korkunç bir yoksulluk hüküm sürüyordu. Buna bir de 1930’ların ortasında evleri, işyerlerini yerle bir eden kum fırtınaları eklenince, güney eyaletlerinin yoksulluktan kırılan halkı yerlerini, yurtlarını terkedip Batı’ya, California’ya kitleler halinde göç etmeye başlamışlardı. Woody, işte o kitlelerin sesi, sözü, gözü, kulağı, dili, tek kelimeyle “ruh”uydu. Şarkılar art arda sökün ediyordu: “Dust Storm Disaster”, “Dust Pneumonia Blues”, “Talking Dust Bowl Blues”, “Dust Can’t Kill Me”, “Do Re Mi”, “Dust Bowl Refugees”…
Ama, “Do Re Mi”nin apayrı bir yeri vardı. Güneyden batıya göçen çaresiz insanlar Los Angeles’ta polis barikatlarıyla karşılanmıştı. Woody de oradaydı: “O kum çölüne geri dönemezdik, ‘bakın beyler’ dedik, ‘geri dönmektense sizin mahpushanelerinizde yatmayı tercih ederiz’…” Ve orada, o anda “Do Re Mi” doğmuştu. Woody’nin kum fırtınaları günlerinde çekilen çileleri konu alan şarkıları Amerikan halk müziği tarihinde Dust Bowl Ballads namıyla müstesna bir yer kazanmış, 1940’ta Dust Bowl’un kimi parçalarından oluşan iki albümün piyasaya çıkmasıyla birlikte de, Woody de şöhretli bir “halk ozanı” haline gelmişti.
O günler Woody için sadece başlangıçtı, ama bugün onu “milli” bir karamana dönüştürme gayretindeki “establishment”, bu halk ozanının dünyasını Dust Bowl’a indirgiyor, Dust Bowl Ballads’ı “zirve”, dolayısıyla da “Woody yolu”nun vardığı “son nokta” imiş gibi sunuyor, Springsteen ve Bragg gibi sanatçıların bile Woody’yi tesadüfler neticesinde keşfetmelerine bakılırsa, bunda epey de başarılı oluyor.
“Radyo günleri”nin Mustafa Keser’i
Aslında, Woody’yi bugünlere getiren, Dylan, Springsteen, Bragg, U2, Eddie Vedder, Bob Geldoff, Ani Di Franco gibi isimleri cezbeden, Dust Bowl sonrasının Woody’si. Özellikle ve öncelikle de, 40’lardan 50’lerin başına kadarki “radyo günleri”nin Woody’si…
Oklahoma’dan “ayağının tozu”yla geldiği California’da, KFVD radyosunda bir program yapmaya başlayınca, bir anda “Mustafa Keser gibi patlamıştı”. Fakat Woody sadece şarkı ardına şarkı söylemiyor, hayat hakkında konuşuyor, başından geçenleri anlatıyor, tanık olduğu adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, etrafında gördüğü, kafasında evirip çevirdiği ne varsa hepsini dile getiriyordu. Woody’nin yaylım ateşinden programın sponsorları da muaf değildi. Zaman zaman doğrudan siyasi konuşmalar yaptığı da oluyordu. Colin lrwin’in ifadesiyle, Woody bu dönemde “müzikal ve politik olarak kendisini bulmuştu”.
Working Class Hero
Tom Mooney vakası, “kendisini bulan” Woody’nin tarifi gibiydi: San Fransisco’da bir bombalı eylemden sorumlu tutularak şaibeli bir yargılamadan sonra yirmi yıl hapse mahkûm olan işçi lideri Tom Mooney’nin özgürlüğüne kavuşmasını, radyodaki programında Tom Mooney için yazdığı şarkıyı okuyarak kutlamıştı. Tom Mooney’nin onuruna düzenlenen “anma gecesi”nde kürsüden yapılan ajitasyon-propaganda konuşmalarını dinlerken uyuyakalmış, sahneye çıkıp Tom Mooney için bestelediği şarkıyı söyleyince ise ortalığı ayağa kaldırmıştı. O günden sonra Amerikan Komünist Partisi ile hep yakın ilişki içinde olmuş, iki sol gazetede, Daily Worker ve People’s Daily’de düzenli olarak köşe yazıları yazmış, ama partiye üye olmamıştı.
Dust Bowl sonrasının Woody’si, aynı zamanda Almanac Singers’ın Woody’siydi. Pete Seeger, Lee Hayes ve Millard Campbell tarafından 1941’de kurulan Almanac Singers, New York’ta barışa ve sendikal örgütlenmeye dair radikal şarkılar yazıp söyleyen, komünal bir düzen içinde yaşayan bir “müzik kolektifi”ydi.
Üç üyesi de Woody hayranı olan grup kurulduğunda, Woody ikinci eşi dansçı Marjorie’yle birlikte yollardaydı. Ama, kısa bir süre sonra Almanac Singers’a katılmıştı, onlarla birlikte kent kent dolaşıp sendika mitinglerinde, işçi toplantılarında çalıp söylüyordu, grup sol çevrelerde ünleniyor, kök salıyor ve düzenin bekçilerinin hışmına hedef oluyordu. II. Dünya Savaşı’nın arifesinde yükselen anti-sol dalga, Almanac Singers’ın Amerikan Komünist Partisi’nin dogmatik, Stalinist çizgisine sürüklenmelerine sebep olmuş, bu da Woody’nin özellikle güney eyaletlerinde “persona non grata” ilan edilmesine yol açmıştı. Ancak, Pearl Harbour’ın bombalanmasıyla birlikte, “vatan haini” Woody gönüllü olarak Deniz Kuvvetleri’ne yazılmış, donanma eri olarak görev yapmış, ayrıca üzerinde “bu alet faşistleri gebertir” yazan gitarıyla söylediği şarkılarla silah arkadaşlarının moral hocalığını üstlenmişti.
Savaştan sonra, “soğuk savaş” döneminde ise şarkıları, köşe yazıları ve radyo konuşmalarında dile getirdiği görüşleri nedeniyle FBI tarafından kovuşturulmuş, kaynatılan “cadı kazanı”ndan nasibini almıştı. Bu arada, yakalandığı amansız Huntington’s hastalığı iyice ilerlemiş, 1952’den itibaren de hasta yatağına çivilemişti. Tam 15 yıl süren azabı 1967’de sona ermiş, geride bin küsur şarkı ve biri Bound For Glory adlı otobiyografisi, diğeri köşe yazılarının derlemesi olan Woody Sez adlı iki kitap bırakarak vefat etmişti.
“O şimdi…”
O şimdi bir “milli kahraman”. Ama tabii içi boşaltılmış olarak, tıpkı “Hikmet”siz Nâzım misali, Woody’siz Guthrie olarak. Irwing Berlin’in milli marş niyetine bestelediği “Tanrı Amerika’yı Korusun”a öfkelenerek, Amerika’nın emekçilerine, sıradan insanlarına hitaben yazdığı “Bu Memleket Bizim”i bugün okul koroları tarafından “okunuyor”. Ne var ki, “Tanrı Amerika’yı Korusun”a mümkün olduğunca yaklaştırılarak. Tıpkı Nâzım’ın “Sarışın bir kurda benziyordu”su ya da “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan”ının milliyetçi-şoven asimilasyona tabi tutulması gibi…
Gelgelelim, ne kadar gayret edilirse edilsin, Nâzım gibi Woody de birkaç dizeye indirgenemiyor. Robert Wyatt’ın dediği gibi, Woody geçmişle gelecek arasında öyle bir köprü kurdu ki, Dylan, Springsteen, Bragg gibi isimler, Woody’nin temsil ettiği geleneği o köprüden bugünlere taşıyor: Gitarının üzerine “bu alet faşistleri gebertir” yazdıran, “benim evim kâinat, Los Angeles ise oturma odamdaki vazo” dedirten, “gazap üzümleri”ni şarkıya dönüştüren geleneği…
Roll, sayı 14, Aralık 1997