Sadece ifade özgürlüğü, örgütlenme hakkı üzerinde değil, sanat üzerinde de baskı kuran bir totaliter devletçilik ve ona şarkılarla, filmlerle, oyunlarla direnen bir halk hareketi… Uzun süreler hapis yatan, ama Kadife Devrim’in ardından cumhurbaşkanlığına yükselen şair ve oyun yazarı bir halk lideri… Ve mücadele arkadaşlarıyla beraber yıllarca kulağında yer etmiş rock’n’roll şarkıları… 1990 yılında yapılmış bu söyleşiyi 1997’de, Roll’un henüz dördüncü
sayısında aktarırken şöyle sunmuştuk: “Şair, oyun yazarı, politik mahkûm ve Çek cumhurbaşkanı Vaclav Havel’i, rock’a yakın kılan bir şeyler var. Belki de her şeyden önce, cumhurbaşkanlığı yemin törenine ödünç bir takım elbiseyle gitmesi… Frank Zappa, tam da bu yüzden, uçağa atlayıp onu görmeye gitmiş ve ABD’ye Çekoslovakya’nın kültür ateşesi olarak dönmüştü. Kadım dostu Milos Forman’a, son filmindeki başrollerden birini Courtney Love’a vermesini tavsiye edenin de Havel olduğu rivayet ediliyor. Rock ve muhalefet… Rock ve inanç… Havel, kendini bu denli rock’a yakın kılan ne varsa Lou Reed’e anlatıyor.”
Bir “gazeteci” olarak Lou Reed’in yaptığı bu ikinci söyleşi, yine yıllarını hapislere vermiş bir halk lideriyle, Nelson Mandela’yla dayanışmak için düzenlenen bir konserin ardından vuku bulmuştu. Ve temel sorulara odaklanmıştı: Sanat siyasal direnişte nasıl bir işlev görür? İnsan bütün hayatı baskı altına alınmışken direnişi neden bırakmaz, neden bu baskı ortamını terkedip gitmez? Yeniden aktarırken, aramızdan ayrılışının altıncı yıldönümünde, Lou Reed’i saygıyla anıyoruz.
Basında, bu konserin daha öncekilere göre zayıf bir konser olduğuyla ilgili birçok şey okumuştum –mega starlar yoktu, müzisyenler politik olarak naif ve aptaldı (onun bir komünist olduğunu, şiddeti hiçbir zaman reddetmediğini bilmiyorlar mıydı vs.). Nelson Mandela’nın, oy verme hakkı bile olmadan hapse atılması ve 27 yıl sonra, hâlâ oy verme hakkı olmaksızın hapisten çıkması onları ilgilendirmiyordu. Ne de bu konser aracılığıyla Mandela’ya, bu gece bir milyon insana seslenme şansı verildiği…
Mandela’yla şahsen tanışmadım. Ben de tıpkı sizler gibi onu dev bir video monitöründen ve sonra da televizyon ekranından seyrettim. 71 yaşında inanılmaz zinde gözüküyordu. O yaşlara gelince öyle olmayı diledim ve düşündüm: Bir insan bir düşünce uğruna 27 yılı nasıl hapis yatar? Üç ay, eyvallah. Bir yıl, olabilir. Ama 27 yılı tahayyül edemiyordum. (…)
Bu soru kafamda çakıldı kaldı, çünkü ertesi gün, Çekoslovakya’nın yeni cumhurbaşkanı ve benim kişisel kahramanım Vaclav Havel’le bir röportaj yapmak üzere Prag’a gidiyordum. Mandela gibi onun da ülkeyi terketmesini istediler. Başarılı bir oyun yazarıydı, niye terketmedi? Ölmüş bir muhalifin mezarına çelenk koyarsa hapse atılacağı söylendi, o yine de koydu ve hapse girdi. Şu anda ülkesinin cumhurbaşkanı, kabinesi o zamanın muhaliflerinden oluşuyor, komünistler iktidardan indirildi.
300 bin Çek, 10 yaşındaki bir çocuğun acımasızca öldürülüşünün ardından Wensislav Meydanı’nda günlerce gösteri yapmış ve nihayetinde askerlerle çatışmaya girmişti. Ve Vaclav Havel artık bir mahkûm değil, cumhurbaşkanıydı. Bir şair, oyun yazarı, büyük bir insan. (…)
Reed: Nelson Mandela 71 yaşında inanılmaz zinde gözüküyordu. O yaşlara gelince öyle olmayı diledim ve düşündüm: Bir insan bir düşünce uğruna 27 yılı nasıl hapis yatar? Üç ay, eyvallah. Bir yıl, olabilir. Ama 27 yılı tahayyül edemiyordum.
Prag temiz, gösterişli, eski bir kent. Buraya gelmeden önce beni huzursuz eden tek laf, hükümetin bana göz kulak olacağıydı. Ben New York’tan geliyorum. Hükümetin benimle ilgilenmesini istemiyorum demiştim. Üstelik bir kulüpte bir gece çalmamı istiyorlardı. Bildiğim sahneler geldi gözümün önüne; bilet fiyatları, korsan kayıtlar, bir sürü insan. Hayır dedim. Belki daha sonra gerçek bir turneye çıktığımda burada da konser veririm. Üstelik ben burada gazeteci sıfatıyla bulunuyorum.
Rehberimiz, kendi kendine uydurduğu, sokak İngilizcesi olduğunu iddia ettiği bir dil konuşan Kocar adında biriydi. Kocar, sürekli arkamızda dolaşan bir bodyguard için bizden özür diledi. Eliyle tabanca işareti yaparak Havel’in dostlarına da zarar vermek istediklerini söyledi. Başkan Havel günde yirmi ölüm tehditi alıyormuş. Gerçi yüzde 99’u sahteymiş bu tehditlerin, ama ne olur, ne olmaz…
Eski meydana gittik. Oradan Charles köprüsünü geçtik. Genç insanlar Beatles şarkıları ve Çek halk türküleri çalıp söylüyorlardı. Nihayet Vaclav Havel’le tanışmak için kaleye doğru yola çıktık.
Kale, gerçek anlamda bir kaleydi. Genç, gözlüklü sekreter Sacha Vandros bizi kapıda karşıladı ve kırmızı halı kaplı merdivenlerden başkanın odasına götürdü. Odanın ortasında orta boy bir masa duruyordu. Basın sekreteri, konuşma sırasında kendisinin çevirmenlik yapacağını söyledi. Başkan Havel’in İngilizcesi çok iyi değilmiş. Kayıt cihazımı hazırladım ve birden Başkan Vaclav Havel göründü.
Lou Reed: Sabah otelde kahvaltı siparişi verdik. Kahvaltıyı odamıza üç kişi getirdi. Çok garipti, küçük bir tepsi ve üç kişi. Aklıma Kafka geldi, zaten sizin kitaplarınızı okuduğum zaman da hep Kafka’yı düşünürüm.
Vaclav Havel: Devlet Güvenlik Birimi resmi olarak feshedildi, ancak bu insanlar hâlâ çalışmaya devam ediyor. Merak etmeyin, sizden çok benimle ilgileniyorlardır.
Reed: Normalde bu tür işler yapmam. Hayatımda tek bir röportaj yaptım, o da iki hafta önceydi. Yeni çıkan bir dergi, gerçekten çok takdir ettiğim, Brooklyn’e Son Çıkış romanının yazarı Hubert Selby ile röportaj yapmamı teklif etmişti. Hayatım boyunca onunla tanışmak istemiştim, bu fırsatı kaçırmamak için kabul ettim. Gerçekten çok zevkli bir röportaj oldu. Yazma ile ilgili birçok soru sordum.
Çevirmen: Bu röportajı yapmak sizin fikriniz miydi?
Reed: Hayır. Bir ülkenin cumhurbaşkanıyla röportaj yapmak benim aklıma gelecek bir fikir değil. Sıradışı bir röportaj için uygun biri olduğuma karar vermişler.
Havel: Charter 77, değişik arka planlardan ve görüşlerden gelen insanları, totaliter rejime direnmek ve sisteme karşı sesini yükseltmek için ortak bir çatı altında topluyordu. Bazılarımız tutuklandı ve hapse atıldı. Ama şimdi, Charter 77 üyeleri parlamentoda, hükümette görevler üstlenmiş durumda.
Havel: Derginize vermek istediğim ufak bir mesaj var, röportaj sırasında bunu size anlatmak isterim. Ancak ne yazık ki röportaja hemen başlamamız gerekiyor. Acilen çözmem gereken krizler ve sorunlar var. Eğer sizin için de uygunsa hemen başlayalım. Ama takıldığım yerlerde sizinle Çekçe konuşmayı tercih ederim. Michael konuştuklarımı size çevirecek, İngilizcesi benden çok daha iyidir.
Reed: Ayrıca size bir de hediyem var. Bir CD.
Havel: Çok teşekkür ederim. Nihayet doğru dürüst müzik dinleyebileceğim.
Reed: Albümün adı Songs For Drella. John Cale ile birlikte Andy Warhol’a ithafen gerçekleştirdiğimiz bir proje…
Havel: Çok yakında Andy Warhol’un doğduğu Maziz Droje köyüne gideceğim…
(kahve servisi) Reed: Alkol istemem.
Havel: Bu kalede alkol yasak. Sadece ben gizlice içki içme hakkına sahibim. Cumhurbaşkanı olmanın en kötü yanı müzik dinleyememem. Sadece milli marşı dinliyorum… Tek müzik dinleyebildiğim zaman, arabamda bir yerden bir yere giderken. Yine de vakit bulur bulmaz bu CD’yi dinleyeceğim. İyi rock müzikten de aynı derecede hoşlanıyorum. Hatta o çirkin modern müziği, ticari pop müziği dinlediğim zamanlar bile oluyor. Son yirmi yıldır radyolarda banal pop müziğin dışında hiçbir şey çalmıyordu. Şimdi ise, önceleri sadece elden ele gizlice dolaşan müzikleri radyoda duymak mümkün. Eğer uzun süre gizli kaset dağıtımı yaparsanız, genellikle tutuklanırdınız. Artık hepsi hapisten çıktı ve müzikleri radyolarda çalınıyor.
Reed: Kısa bir süre öncesine kadar Charles köprüsünde gitar çalmanın yasak olduğu doğru mu?
Havel: Evet, doğru. Orada çalan pop müzisyenleri zaman zaman tutuklanırdı. En azından gözaltına alınırdı. Hazır müzikten konuşmaya başladığımıza göre bir şey söylemek istiyorum. Diğer yönlerin yanısıra, devrimimizin bir de müzikal yüzü var. Ya da sanatsal diyelim. Ve çok özel bir müzik altyapısına sahip.
‘60’ların sonunda, burada bir rock müzik dalgası yaşanıyordu. Sovyet işgalinin ardından grupların çoğu dağıldı ya da başka tür müzik yapmaya başladılar. Çünkü rock müziği yasaklanmıştı. Ama özellikle bir grup vardı ki ne ismini değiştirdi, ne de müziğini. Aslında birkaç grup vardı, ama en ünlüleri bunlardı. Ve müzikal üslûpları, 1968’de benim New York’tan albümünü getirdiğim Velvet Underground’dan etkilenmişti, ilk plaklarımdan biriydi… Ve bu grup baskı altına alındı –önce profesyonel statülerini kaybettiler, ancak özel partilerde çalabiliyorlardı. Bir süre, benim şehir dışındaki çiftlik evimin ahırında çaldılar. Burada çok gizli konserler düzenliyorduk… Grubun adı Plastic People of the Universe idi. ‘70’lerin ve ‘80’lerin karanlık dönemlerinde, bu grubun etrafında bir yeraltı hareketi biçimlendi. Sonra tutuklandılar. Birkaç arkadaşla birlikte, onların tutuklanmalarına karşı bir kampanya organize ettik. Doğrusunu söylemek gerekirse, kimi ciddi beyefendileri, akademisyenleri ve Nobel ödülü sahiplerini, uzun saçlı rock müzisyenlerini savunmak için bir araya getirmek pek de kolay olmadı. Yine de başardık. Ve bu kampanya, bu tür dayanışma eylemlerinin yoğunlaştığı bir topluluğa dönüştü.
Bu müzisyenlerin çoğu salıverildi, diğer bir kısmı da kampanyanın sağladığı baskı sayesinde hafif cezalarla kurtuldular. Tek bir dava için kurulmuş olan bu topluluğun dağılıp gitmemesi gerektiğini düşündük. Daha istikrarlı, oturmuş bir biçimde devam etmeliydi. İşte Charter 77 insan hakları hareketi böyle doğdu.
Reed: Gerçekten mi?
Havel: Bu rock gruplarının davaları görülmeye değer olaylardı. O zamanlar, dava sırasında adliye binasına girmek henüz serbestti. Bina insan kaynardı. Bir üniversite öğretim üyesinin, eski bir Komünist Parti meclisi üyesi ve uzun saçlı bir rock müzisyeniyle çene çaldığını görebilirdiniz. Hepsinin etrafını ise polis çevirmiş durumda olurdu.
Bu ileride olup biteceklerin, Charter 77’ın doğasının bir göstergesi gibiydi. Charter 77, değişik arka planlardan ve görüşlerden gelen insanları, totaliter rejime direnmek ve sisteme karşı sesini yükseltmek için ortak bir çatı altında topluyordu. Bazılarımız tutuklandı ve hapse atıldı. Ama şimdi, Charter 77 üyeleri parlamentoda, hükümette ya da burada, kalede görevler üstlenmiş durumda.
Ben de Charter 77’ın üç sözcüsünden biriydim. Demek istediğim, müzik, underground müzik ve özellikle Velvet Underground denen grubun bir plağı ülkemizin gelişiminde önemli bir rol oynadı. ABD’deki insanların bunun farkında olmadıklarını sanıyorum. Onun için bu hikâyeyi size anlatmak istedim. Anlatmak istediğim bir şey daha var ama, onu daha sonraya bırakalım.
Genellikle rock gruplarında olduğu gibi bahsettiğim bu grup da isim ve eleman değiştirdi. Ama grubun çekirdeği Midnigh-Unots adıyla hâlâ müzik yapmaya devam ediyor. Geçenlerde, Paskalya zamanında, arabamla çiftlik evine giderken, bu grubun “Passover” isimli bir parçası çaldı. Bu parça benim çiftlik evimde kaydedilmişti.
Reed: Birden çalan müzik tanıdık geldi. Evet, Velvet Underground şarkıları çalıyorlardı –benim şarkılarımın çok güzel, içten yorumlarını. Buna inanamadım. Dinledikçe müzik daha da güçleniyordu. “Baterist, burada bulunduğunuz için neredeyse bayılacakmış. Onları çalarken izlemeniz en büyük rüyalarıymış” dedi Kocar.
Reed: “Passover” mı?
Havel: Evet, “Passover” parçası. Müzik 13 yıl önce kaydedilmişti… Daha önce hiç yayınlanmadı. Kendilerini iki günlüğüne benim evime kapamışlar ve bu parçayı kaydetmişlerdi. Gizlice. Bu müziği birden Çekoslovak radyosunda duymak beni şaşırttı.
Reed: Joan Baez’in size selamı var.
Havel: Aleykümselam! Haziran ayında Prag’da bir konser verecek, onu orada görmeyi umuyorum.
Reed: Kitaplarınızın hayranıyım. Olga’ya Mektuplar…
Havel: O okunamaz kitabım mı? Hapishanede yazılmıştı ve anlaşılır olan her şey yasaktı.
Reed: Sansürleniyordu yani…
Havel: Evet, sansürleniyordu. Bu sayede bana gittikçe daha karmaşık bir biçimde yazmayı öğrettiler. Şimdi ben bile o kitabı zor anlıyorum. Çok karmaşık bir dil kullandım o kitapta, ama bu, hapishane sansür baskısının sonucuydu. Ancak anlamadıkları şeye izin veriyorlardı. (kahkahalar)
Reed: Devriminizin adı niye Kadife Devrim?
Havel: Bu ismi biz kendimiz vermedik, Batılı gazeteciler taktı. Basit yaftaları seviyorlar. Ama kelime tuttu. İnsanlar burada da Kadife Devrim sözünü sık sık kullanıyorlar. Gerçekten de, hareketi başlatan kanlı katliam dışında, devrimimizin kansız olması ilginç. Yine de her şey o kadar da kadifemsi sayılmaz. Ya da kadife zamanlar da yaşadığımızı düşünemiyorum. Bu dergi için söylemek istediğim başka bir şey var. ‘60’lardaki tüm düzen karşıtı hareket benim kuşağımı ve sonraki kuşakları derinden etkiledi. 1968 yılında, altı haftalığına New York’ta kaldım. Columbia üniversitesindeki gösterilere ve öğrenci eylemlerine katıldım. Greenwich Village ve East Village’a da gittim.
Reed: Hangi eylemlere?
Havel: O sıralar grevdeydiler, ama yine de bir konuşma yapmam için beni davet ettiler. Yale ve MIT’ye de gittim. Milos Forman’la birlikte birçok yere gittik. Greenwich Village’da, East Village’da dolandık, kendime bir sürü psychedelik poster satın aldım. Hâlâ evimin duvarlarında asılı durur.
Reed: CBGB’ye gittiniz mi?
Havel: O daha sonraydı. Bob Dylan ve Jimi Hendrix gibi ünlü müzisyenlerin çoğu oradaydı, ama diğerleri sonradan göründüler. Devrim sırasında biri bu çok değer verdiğim posterlerimden ikisini çaldı. Acaba niye, bilmiyorum.
Reed: Öyleyse Velvet Underground’u sahnede seyretmediniz?
Havel: Sahnede seyretmedim, ama plaklarını aldım. İlk baskı olması lâzım.
Reed: Üstünde muz var mıydı?
Havel: Plağı uzun süredir görmedim. ‘70’lerin başında çok sık dinlediğim bir plaktı. Muz var mıydı, hatırlamıyorum. Ama tamamen siyah bir zemin üstünde beyaz harfler olduğunu biliyorum (White Light/White Heat plağı). Rock müzisyenleri bu plağı benden yürütmek için ellerinden geleni yaptılar, ama hâlâ bende sanıyorum. Ben yine anlatmak istediğime devam edeyim.
’60’ların ruhu, düzene karşı isyan duygusu, benim kuşağımın ve bizden daha genç olanların hayatını belirgin biçimde etkiledi ve bir şekilde bugünlere kadar geldi. Ama yirmi yaşımızdaki devrim anlayışından daha farklı bir anlayışımız var artık. Çünkü bir adım ileri gittik. Küçük bir adım olabilir bu, ama sadece eskiyi yıkmak değil, yeniyi de inşa etmek zorunda olduğumuzu anladık. Ve birçok insan bu amaçla politik görevler yüklendi. Örneğin, bu ülkenin en ünlü rock müzisyenlerinden biri olan Michael Kotap, şimdi Federal Parlamento’nun en çalışkan üyelerinden biri. Beste yapmaya pek vakti kalmıyor tabii. Bu, toplum için vermek zorunda kaldığınız bir ödün. Yine de kale muhafızları için melodi yazacak fırsatı buldu.
Reed: “Bunu hediye olarak kabul etmenizi istiyorum” diyerek, bir ajanda büyüklüğünde siyah bir kitapçık uzattı. “Bu, liriklerinizin Çekçeye çevrilmiş, elle basılmış hali. Yaklaşık 200 tane falan var bu kitaptan. Bulundurması tehlikeli bir kitaptı. İnsanlar bu kitapçık yüzünden hapse girdiler. Şimdi sizde var bir tane. Yüreğiniz bizimle olsun” dedi.
İki ay önce New York’tayken, Milos Forman’la beraber bir gece CBGB’ye gittik. Daha sonradan öğrendim ki, o gece kulübün işletmecisi Prag’daki bir arkadaşına telefon ederek cumhurbaşkanının orada olduğunu söylemiş. Bu durum en çok beni korumakla görevli otuz Gizli Servis görevlisinin canını sıktı tabii. Hepsi gerçek Rambo’lardı. Ama sonunda bu Gizli Servis görevlileri de benden hoşlandılar, hatta hediye olarak bana bir sweat shirt verdiler.
Reed: Bugünlerde ABD’de plakları sansürlemeye çalıştıklarını biliyor musunuz.?
Havel: ABD’de bulunduğumuz sırada, New York’taki bir salonda bir konser düzenlemişlerdi. Birçok ünlü yazar ve müzisyen de oradaydı. Onlarla konuşurken, kendilerine has sorunları olduğunu öğrendim. Kalbim her zaman ifade özgürlüğü için mücadele edenlerle birlikte atıyor. Ama 200 yıllık demokrasi tarihi olan ABD gibi bir ülkenin vatandaşlarının, Bay Bush’a mesaj iletmek için bana ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Kendileri bunu doğrudan söyleyebilir.
Reed: Deniyoruz.
Havel: Onlar adına konuşmamı bekler gibiydiler, ama ben bunun yanlış bir hareket olacağına inanıyorum. Benim böyle bir şey yapmam, onları aşağılamak olur. Onlar birer vatandaş ve istedikleri her şeyi söyleyebilirler.
Reed: Almanya’nın birleşmesini destekliyor musunuz?
Havel: Eninde sonunda olacaktı bu. Bunun olacağına inanmayan birinin öngörüsü yok demektir. Ve kafa olarak buna hazır olmayanlar varsa, bu da onların sorunu. Berlin Duvarı, bölünmüş Avrupa’nın sembolüydü. Ve bu duvarın çöküşü hepimizin özgürlüğü oldu. Duvar çöktüğünde, doğal olarak, ulus da kendi kendisiyle birleşti. Eğer benzeri bir duvar Prag’ın ortasından geçiyor olsaydı, o da çökecekti.
Reed: Belirgin bir şekilde, müziğin dünyayı değiştirebileceğini hissediyor ve kanıtlıyorsunuz.
Havel: Kendi içinde değil. Kendi başına yeterli değil. Ama insan ruhunun uyanışına eşlik edip katkıda bulunabilir. (Kapı açılır. Havel ile sekreteri arasında, yapılacak işlere dair bir konuşma geçer.) Korkarım zamanımız daralıyor. Bu gece Galeri’de çalacağınız doğru mu?
Reed: Galeri’de sahneye çıkacağım doğru değil. Yanımda bir gitar getirmiştim; belki size çalarım diye. Sizin için özel olarak çalabilirim, ama bir kulüpte değil. Beni çok gerginleştirecektir bu.
Havel: Böyle bir şeyin zevkini tek başıma yaşamak beni rahatsız ederdi, dostlarımın da yanımda olmasını isterim. Size bahsettiğim rock grupları ve bu tür müziği dinledikleri için hapis yatmış insanlar olacak orada. Yani dostlar…
Reed: Siz de gelecek misiniz?
Havel: Bu gece oyunumun gala gecesi. Saat 11 ile 12 arasında kulüpte bulunabilirim. Ne daha erken, ne daha geç.
Reed: Başkan olmanın avantajları…
Havel: Başkan olmanın hiçbir avantajı yok, geceyarısından sonra yazmam gereken birkaç konuşma var. Oyunumun ilk gecesine gitmek zorundayım. Çünkü oyunum şimdiye dek yasaklıydı, bu ilk gösterimi olacak. Ve oyunu sahnelemek için iki yıldır canla başla çalışıyorlar. Orada bulunmalı ve ellerini sıkmalıyım.
Reed: Burası büyük bir kulüp mü? Eğer Başkan Havel ve dostlarının bulunacağı ufak bir kulüpse, kendimi rahat hissedebilirim. Ama hıncahınç dolu büyük bir kulüpse, anlarsınız ya, mahremiyetine düşkün bir adamım ben.
Havel: Küçük bir kulüp. Çoğunlukla müzisyenler, Plastic People elemanları, az önce bahsettiğim Michael Kotap ve bazı dostlar orada olacak. Kamuya açık olmayacak, kimse bilmeyecek. Ben de oraya geleceğimi kimseye söylemeyeceğim. Eğer insanlar benim geleceğimi bilirse, oraya doluşacaklardır.
Reed: Eğer insanlar için gerçekten bu kadar önemliyse ve teklif sizden geliyorsa, durumun kontrol altında tutulmasını tercih ederim. Bu takdirde siz ve halkınız için çalmak bana onur verecektir.
Havel: Bu gecenin gerçekleşmesi beni de, yirmi yıldır bu müziği dinleyen insanları da mutlu edecek.
Reed: Sizinle tanışmak büyük bir onurdu. Zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederim.
Kocar, saat 10’da, bizi Galeri denen kulübe götürmek için almaya geldi. Galeri, 300 kişinin etrafında oturabileceği küçük bir sahnesi olan orta büyüklükte bir kulüptü. Sahnenin bulunduğu kata indik. Sahnede bir grup vardı. Ne kadar genç göründüklerini söyledim. Bateristin 42 yaşında olduğunu söylediler. Grup, Universal Plastic People elemanlarından oluşma Pulnoc ya da Midnight ismiyle anılan gruptu. İki gitar, org, bas, çello, bateri ve bir kadın şarkıcıdan oluşuyordu. Kocar’ın söz verdiği gibi, sahnenin önünde bir Fender Twin vardı.
Birden çalan müzik tanıdık geldi. Evet, Velvet Underground şarkıları çalıyorlardı –benim şarkılarımın çok güzel, içten yorumlarını. Buna inanamadım. Dinledikçe müzik daha da güçleniyordu. “Baterist, burada bulunduğunuz için neredeyse bayılacakmış. Onları çalarken izlemeniz en büyük rüyalarıymış” dedi Kocar.
Seyirciler tamamen muhaliflerden oluşuyordu. Charter 77’ın, 155 milyonluk nüfusun içinden 1800 üyesi vardı. Şarkılar birbiri ardına, aynı tutkuyla aktı. Bir zaman makinesine binmiş ve kendimi çalarken izlemek için geçmişe dönmüş gibiydim. Kendimi toparlamak için soyunma odasına gittim ve akort etmek için gitarımı çıkardım. Akort aletim birden bozuldu. “Gruptan bir tane ödünç alayım” dedi Kocar. Onun getirdiği de bozuldu. Aman Tanrım, diye düşündüm. Başkanı bir yana bıraksak bile, bu muhteşem insanların önünde akortsuz bir gitarla çalacaktım. Tıpkı gerçek Velvet Underground gibi… Ama bu Pulnoc grubu, bir taklit grubu değildi kesinlikle. Velvet Underground’u oluşturan ruhu, tüm o büyük fikirleri iliklerine dek emmişlerdi. Kulağımla gitarı akort etmeye çalışırken her tarafımdan buhar çıkıyor, gözlüklerim buğulanıyordu. Daha önce Wembley’de 72 bin kişinin önünde solo çalmıştım, ama bu daha özel, daha kişisel bir durumdu. Kocar geldi ve “Havel burada” dedi. Saatime baktım, 11’i on geçiyordu.
Sahneye çıktım, Fender’i ampliye taktım ve akor vurdum. Gitarın akordu yerindeydi, artık hiçbir şey tutamazdı beni. Fazla laf olduğunu bildiğimden, özellikle daha az lirikli şarkıları seçerek birkaç tane New York albümü şarkısı çaldım. Sahneden ayrılmaya hazırlanıyordum ki, Kocar gelip grubun bana katılmak istediğini söyledi. Sahneye geldiler ve Velvet Underground repertuarı arasında dolanmaya başladık. Hangi şarkıyı söyledimse biliyorlardı. Moe, John ve Sterl tam arkamdaymış hissine kapıldım, muhteşem bir histi. Sonunda terden sırılsıklam ve bitkin bir şekilde Kocar’ı izleyerek, Vaclav Havel’in de ter içinde oturduğu balkona çıktık. Ceketini çıkardı ve kravatını gevşetti. “Hoşunuza gitti” mi? dedi. “Hem de nasıl!” dedim.
(…) Başkan Havel, genellikle halkın önünde yapmadığı bir şeyi yapıyor, dostlarının arasında içki içiyordu. Yazmak için ayırabildiği tek vakit, konuşma yazmak içindi. Kendi konuşmalarını kendi yazan bir insan nasıl olur diye düşündüm. George Bush tabii ki konuşmalarını kendi yazmıyordu. Bunun dışında yazı yazmaya, müzik dinlemeye, içki içmeye vakti yoktu.
Sonunda masadan doğruldu. “Gitmeliyim. Bir bakanla buluşmam lazım vs. vs.” dedi. “Bunu hediye olarak kabul etmenizi istiyorum” diyerek, bir ajanda büyüklüğünde siyah bir kitapçık uzattı. “Bu, liriklerinizin Çekçeye çevrilmiş, elle basılmış hali. Yaklaşık 200 tane falan var bu kitaptan. Bulundurması tehlikeli bir kitaptı. İnsanlar bu kitapçık yüzünden hapse girdiler. Şimdi sizde var bir tane. Yüreğiniz bizimle olsun” dedi. Ve gitti.
Tek bir gün geçmiyor ki Vaclav Havel’i ve en çok sormak istediğim soruya verdiği yanıtı düşünmeyeyim. “Niye burada kaldınız, niye bu kadar baskıya maruz kalıp ülkeyi terketmediniz?” diye sormuştum. “Kaldım, çünkü burada yaşıyorum. Sadece doğru şeyi yapmak istedim. Başıma gelebileceklerin hesabını yapmamıştım, ama bir gün başarıya ulaşacağımıza içten inanıyordum. Tek istediğim doğru şeyi yapmaktı” diye cevap verdi.
Vaclav Havel’i seviyorum. Yüreğim o halkla birlikte. Ben de doğru şeyi yapmak istiyorum.
Çeviren: Ogan Güner
Roll, sayı 4, Şubat 1997