HALEPLİ R. ANLATIYOR

Söyleşi: İrfan Aktan
8 Eylül 2019
SATIRBAŞLARI

2012 yılından beri başta Avrupa Birliği olmak üzere Batılı ülkelere, Suriye rejimine ve Türkiye’nin iç muhalefetine karşı koz ve sermaye için ucuz işgücü olarak kullanılan Suriyeli sığınmacılar, artan ırkçılık dolayısıyla artık AKP’ye yaramadıkları için gözden çıkarılmış gibi görünüyor. Suriyeliler hakkında herkes konuşuyor, ırkçılığa çanak tutan “istatistiki veriler” havada uçuşuyor, ama doğrudan Suriyelilere mikrofon uzatan da çok az.
Suriyelilere İstanbul’u terk etmeleri için İstanbul Valiliği tarafından 20 Ağustos’a kadar tanınan süre 30 Ekim’e uzatıldı. 30 Ekim itibariyle İstanbul’da Suriyelilere karşı nasıl bir cadı avı başlatılacağını da, İstanbul’da bulunan yüz binlerce Suriyelinin nasıl bir halet-i ruhiye içinde olduğunu da kestirmek güç değil. İstanbul’un pek çok semtinde artık sığınmacılar, kollarından tutulup sınır dışı edilme korkusuyla evlerinden dahi çıkamıyor. Üstelik öyle görünüyor ki, bu daha başlangıç.
İstanbul’da buluştuğumuz Suriyeli iç mimar R.’den son sekiz yılda Suriye ve Türkiye’de yaşadıklarını, tanıklıklarını, hikâyesini ve korkularını dinliyoruz…
Resimler: Tammam Azzam

R.: Benim adım R…, ama ismimi yazmamanızı rica ediyorum. Buraya gelirken Suriyeli olduğum anlaşılmasın diye şu turistik şapkayı taktım. Çünkü biraz sonra size anlatacağım üzere, Türkiye mahkemesi burada kalabileceğime dair karar verdiği halde her an alınıp sınır dışı edilebilirim. Bu kafede insanlar söyleyeceklerimi duyabilir diye kısık sesle konuşacağım. Anlıyorum, tanıdık bir kafe olabilir, ama ben yine de tedbirli olayım. Şu anda kırk yaşındayım. Halepli, Sünni Arabım, ama baştan belirtmeliyim ki, ben seküler bir insanım.

Hikâyeme her şeyin yolunda olduğu zamanlardan başlamak istiyorum. Üniversiteyi Ürdün’de okudum. Suriye’deyken iç mimardım ve çok zengin olmasam da, ailemle çok iyi bir hayatım vardı.

Pek çok insan bilmiyor, ama savaştan beş yıl öncesine kadar Suriye ekonomik olarak iyi bir durumdaydı. Tabii Beşar Esad’ın dışa açılma politikasının da bu gelişmedeki payını yadsıyamayız. Ama ekonomideki iyileşmenin temel nedeni Esad’ın yarattığı kolaylıklar değil, Suriyelilerin çalışkan insanlar olmasıydı. Nitekim biz Türkiye’ye geldiğimizde de aynı şeyi yaptık, çok çalıştık. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum, çünkü Türkiyeliler, sanki biz isyanı aç kaldığımız için başlattık diye düşünüyorlar. Oysa biz özgürlük için ayaklandık.

Sanıldığının aksine Suriye’de isyanı cihatçılar, İslâmcılar başlatmadı. İlk altı ay boyunca ayaklananlar üniversite öğrencileri, solcular ve sekülerlerdi. Bu insanların temel talebi de ıslahattı. Türkiyeliler, sanki biz isyanı aç kaldığımız için başlattık diye düşünüyorlar. Oysa biz özgürlük için ayaklandık.

Beşar zamanla o kadar ciddi bir baskı sistemi oluşturmaya başladı ki, insanlar küçücük bir söz söyledikleri için kendilerini hapiste bulabiliyordu. Hatta bazı insanlar ortadan kaldırılıyor, kaybediliyordu. Doğrudan Beşar yönetimi hakkında bir şey söylemeniz de gerekmiyordu bunun için. Bir devlet hastanesindeki uygulamalardan rahatsızlığınızı dile getirmeniz bile hapsedilme sebebi olabiliyordu. Suriye’de çalışmak, para kazanmak, dans etmek, gezmek, içki içmek sorun olmazdı. Ama tüm bunları, rejime minnettar olma kaydıyla, onun aleyhine tek söz söylememe şartıyla yapabilirdiniz.

Küstahlık ve yolsuzluk her alana öylesine tesir etmişti ki, bir seferinde evimiz soyulup da polisi aradığımızda “para verirseniz geliriz” demişlerdi.

Sanıldığının aksine Suriye’de isyanı cihatçılar, İslâmcılar başlatmadı. İlk altı ay boyunca ayaklananlar üniversite öğrencileri, solcular ve sekülerlerdi. Bu insanların temel talebi de ıslahattı. Aslında babasından sonra başa gelen Beşar toplumda çok popülerdi ve halkın yüzde sekseni onu destekliyordu. Ben de ona sevgi ve saygı duyuyordum. Beşar da bizim gibi bir gençti ve vaat ettiği reformları yerine getireceğini, Libya, Ürdün, Yemen, Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinden farklı bir rejim inşa edeceğini sanıyorduk. Aslında Suriye’de genel vaziyet de fena değildi. Gençler sadece bazı reformların yapılmasını istiyordu, hepsi bu. Hatta çoğumuz Beşar’ın bu reformları yapmaması için hiçbir neden olmadığını düşünüyorduk. Bunu yapsa bir şey kaybetmeyecekti.

Fakat üniversite öğrencilerinin, solcu gençlerin barışçıl protestolarına polis ve istihbarat tarafından ateşle karşılık verildiğini görünce, anladık ki tek muhatabımız Beşar değil, aynı zamanda onun yanındaki sertlik yanlısı generallerdi. Kısa sürede Beşar’a güven bitti ve o da tıpkı 1982’de Hama’da katliam yapan babası Hafız Esad gibi anılmaya başlandı. Oysa Hafız ölüp de yurtdışında okumuş, asker kökenli olmayan oğlu Beşar gelince, toplumda büyük bir umut belirmişti.


Üniversitede isyan

İsyanın patlak vermesiyle birlikte en büyük katliam Humus’ta yaşandı. Daha önce de Dera’daki gösterilerde çocuklar vurulmuştu, ama Humus’taki sonun başlangıcı gibiydi. 2011 yılının sonlarıydı ve 250 kişi sokak ortasında vurularak öldürüldü. (telefonundan bir video gösteriyor) Bakın, bu gördüğünüz kalabalık tamamen silahsız gençlerden oluşuyor ve gördüğünüz gibi polis tarıyor. Burası Humus, Dera olaylarından üç ay sonra, Temmuz 2011. Bu olay bizi şoke etti. Rejimin askerleri ferdi silahlarla da değil, doçkalarla taradılar insanları.

Humus’a kadar protestocu gençler arasında seküler veya İslâmcı diye bir ayrım yoktu. Hıristiyan, Müslüman, seküler, solcu, tüm gençler protestolara katılıyordu. Ben seküler ve dinsizim, ama mezhepçi birine sorarsanız, Sünniyim. Oysa hiçbir zaman mezhebime dayanarak hareket etmedim.

Protestolara katılan Müslüman arkadaşlarım vardı, ama biz Halepliler protestolara katılım konusunda geç kalmıştık. Çünkü Humus’taki katliam bizi sindirmişti. O yüzden protestolar Halep’e ancak bir yıl sonra, 2012’de sıçradı. Halep’teki ilk isyan da üniversitede çıktı. (telefonundan bir video gösteriyor) Burası Halep Üniversitesi ve duvarlara tırmanıp rejimin bayrağını indiren gençler üniversite öğrencileri. Tarih 17 Mayıs 2012. Direğe asmaya çalıştıkları ise, Suriye’nin Fransız sömürgesi olmaktan kurtulduğu zamanki ilk bayrak.

Suriye’de çalışmak, para kazanmak, dans etmek, gezmek, içki içmek sorun olmazdı. Ama tüm bunları, rejime minnettar olma kaydıyla, onun aleyhine tek söz söylememe şartıyla yapabilirdiniz.

Üniversitedeki protestodan sonra rejim, ülkenin ekonomik olarak da en önemli şehirlerinden biri olan Halep’teki baskılarını daha da derinleştirdi. Fakat biz tüm bu süreçte hep inkâr halindeydik. Kötü senaryoyu, şehrimizin yakılıp yıkılacağını, evimizi terk edeceğimiz günlerin geleceğini hiçbir şekilde aklımıza getirmek istemiyorduk. Beşar devreye girecek, bu kadar insanın öldürülmesine izin vermeyecek ve her şey eskisi gibi yoluna girecek sanıyorduk. Tuhaf bir ruh haliydi. Halep yavaş yavaş yıkılırken biz hâlâ “en kötüsü olmayacak” deyip duruyorduk. Oysa her gün, bir önceki günün daha kötüsüne tanık oluyorduk.

Maalesef kan döküldükçe sürece İslâmcılar dahil olmaya başladı. Hem de çok pis bir şekilde dahil oldular. Körfez ülkelerinden, özellikle Katar ve Suudi Arabistan’dan destek alıyorlardı. Türkiye’yle ilgili bir şey söylemeyeyim.

Burada kimsenin bizi dinlemediğini ve izlemediğini umuyorum. Tanıdık yer dediniz ama, güvenebilir miyim, bilmiyorum. Gerçi kafamdaki fötr şapkayla kendime turist görünümü verdim, ama becerebildim mi, onu da bilemiyorum. (gülüyor)

Islahatçılardan El Kaide’ye

Tabii mesele giderek bir kan davasına da dönüştü. İslâmcı iki kardeşten biri öldürülünce, diğeri de silahlanmaya başladı. Bu da dinamo gibi yayıldıkça yayıldı. Zamanla İslâmcılar gruplaşmaya ve çok fazla silah ve para desteği almaya başladılar. Keza çeşitli ülkelerden onlara katılımlar da bu dönemde başladı. Dediğim gibi, esas destek Körfez ülkelerinden geliyordu, ama Türkiye de bu konuda kolaylaştırıcı oldu. Halep’ten kaçıp geldiğimde, ismini size söyleyemeyeceğim bir Türkiye kasabasında silah tüccarlarının cihatçılarla pazarlıklarına tesadüfen bizzat şahit oldum.

Geriye döneyim: 2012 yazına doğru muhalifler Halep’in kuzeyini ele geçirip merkeze girmeye başladı. Ağustos ayında bir sabah büyük patlamalarla uyandığımızda, şehrin merkezindeki yüksek bir binada bulunan evimizden rahatlıkla gördük ki, rejimin savaş uçakları şehrin kuzeyini bombalıyor. Bazen yirmi cihatçıyı öldürmek için iki yüz sivili gözden çıkarabiliyorlardı. Bunu gördüğüm zaman “bu iş artık bitti” dedim. Fakat girdikleri her yeri yağmalayan muhalifler de rejimden daha iyi değillerdi. Evet, akrabaları, kardeşleri öldürüldüğü için muhalefete katılan iyi insanlar vardı, ama çetelerin yönetimindeki bir muhalefete dahil olmuşlardı. Her yerden ülkeye silah yağmaya ve bu çeteler aracılığıyla dağıtılmaya başlandı.

Daha önce kaçakçılık, hırsızlık, gasp gibi işler yapmış olanlar da silahlanarak “muhalif” maskesini taktılar. Onların niyeti devrim filan değil, daha önce mafya olarak bulundukları yerlerin sahibi olmaktı. Evvelden Halep’in kuzeyindeki küçük bir bölgede mafya lideri olan bir kişi mesela, çıkıp kendini bölgenin “emiri” ilan etti. Giderek her çetenin lideri de “emir” haline geldi. Bu noktaya gelinene kadar “iyi insanlar”, yani ıslahat için ayaklananlar çoktan öldürülmüş, hapsedilmiş veya ülkeden kaçmıştı.

Kötü senaryoyu, şehrimizin yakılıp yıkılacağını, evimizi terk edeceğimiz günlerin geleceğini hiçbir şekilde aklımıza getirmek istemiyorduk. Oysa her gün, bir önceki günün daha kötüsüne tanık oluyorduk.

Bu “iyi insanlar” içinde hâlâ sahada kalabilenler de bağnazlaşmaya başladı. Bunların arasında Müslümanlar olduğu gibi, sekülerler, demokratlar da vardı. Zamanla onlar da El Kaide ve daha sonra IŞİD’e katıldılar. El Kaide bölgeye ilk geldiğinde “biz kimseye zarar vermek istemiyoruz, sadece insanların haklarını elde etmeye çalışacağız” demişti.

Az önce dediğim gibi, Ağustos 2012’ye gelindiğinde, artık Suriye’de bizim için bir gelecek kalmadığını anladım. Savaş uçaklarının bombardımanına tanık olduktan sonra, altı saat içinde bankadaki tüm paramı çektim, ofisimde çalışan iki elemanımı arayıp “iki-üç ay gelmeyeceğim” dedim, annemi ve kızkardeşimi yanıma alıp derhal Türkiye’ye doğru yola çıktım. Çalışanlarıma yalan söylememiştim. Gerçekten de iki-üç ay içinde geri dönebileceğimi düşünüyordum. O çalışanlarım da iki yıl sonra Türkiye’ye gelecekti.

Hayallerde yitirilen Suriye

Yolda El Kaide’cilerle karşılaştım. Diğer komşu ülkeler gibi Türkiye de bu insanların Suriye’ye geçişine göz yumuyordu. Ben elime silah alıp insan öldürecek biri değildim. Silaha hep karşıydım. Hem elime silah alsam kime sıkacaktım? Rejimin askerleri basit insanlardı ve emirlere uyuyorlardı. Muhalifler ise çok çeşitliydi ve çeteleşmişlerdi. Ne bunlara karşı ne de bunlarla savaşılabilirdi.

Türkiye’ye gelince, ilk altı ay Hatay’da bir aile dostumuzun yanında kaldık. O zamanlar Antakya halkı bize çok iyi davranıyordu. O zaman Antakya’da çok fazla gazeteci vardı ve tesadüfen tanıştığım bir Amerikan radyosuyla çalıştım. Daha sonra muhabirlik yapmaya başladım. Daha ziyade Suriye muhalefetinin haberlerine yoğunlaşıyordum. Bir buçuk yıl o radyoya çalıştıktan sonra Suriyelilere karşı ırkçılığın arttığını görünce Antakya’dan İstanbul’a geldim. Bu süreçte param suyunu çekti tabii.

İstanbul’da Suriye Ulusal Koalisyonu’nda çalışmaya başladım ve o dönem hayatımın en kötü tanıklıklarını yaşadım. Çünkü Suriye muhalefetindeki kişilerin ne tür yolsuzluklar, insan kanı üzerinden ne tür alışverişler yaptıklarını gözlerimle gördüm. İnsanlara, kendilerine tabi olma şartıyla parasal destek veriyorlardı ve İhvancı olmayan Suriyeli sığınmacılardan bu desteği esirgiyorlar, gözlerinin yaşına bakmıyorlardı.

(telefonuna gelen bir mesaja bakıyor) Kızkardeşim bir haber linki yollamış. Şu âna kadar sadece İstanbul’dan 12 bin 474 mültecinin sınırdışı edildiği yazıyor haberde…

Neyse, gördüklerim karşısında, çok iyi bir pozisyonda olduğum, çok iyi bir maaş aldığım halde, dayanamayıp 2015’te Suriye Ulusal Koalisyonu’ndan ayrıldım. Rejimin yaptıkları belliydi, ama muhalefetinkini de görünce büyük bir çöküntü yaşadım.

Türkiye’ye gelen Suriyelilerin kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı ve korkuları sonlanmıştı. Fakat aradan yıllar geçip de ufacık bir hayat alanı kurulduktan sonra, sınır dışı edilme ihtimali korkuları yeniden depreştirdi. İnsanlar şimdi sınır dışı edilmektense, buradaki en güvencesiz işlere, her türlü sömürüye tekrar razı olmaya başladı.

Yine de halkım için bir şey yapmak istiyordum. Suriye’yle ilgili projeler yapan uluslararası bir dernekte çalışmaya başladım bu sefer. Bu dernek Suriyeliler adına fonlar alıyor ve projeler yapıyordu. Fakat orada da işlerin ne kadar kirli olduğuna tanık oldum. Mesela Amerikan hükümeti 10 milyon dolar fon yolluyordu. Bu fonun ancak yüzde 10’u, 15’i mültecilere ulaşabiliyordu. Diğer kısmı ya çalınıyor ya da derneğin yabancı çalışanları bu parayı İstanbul’daki lüks hayatlarına harcıyordu. Ayrıca dağıtılan paranın da hangi maksatla kullanıldığına bakılmıyordu. Nitekim bir İngiliz kuruluşunun yolladığı fonun cihatçılara gittiği sonradan ortaya çıktı ve bu büyük bir skandal oldu. Bu skandal BBC’ye de haber oldu, ama ayrıntıları söylemeyeceğim. Bu skandalı da gördükten sonra “artık yetti” dedim! “Bundan sonra ne muhalefetle ne de uluslararası organizasyonlarla çalışacağım” diye karar verdim.

Tabii bu süreçte yaşadığım psikolojik çöküntü yüzünden kendimi alkole ve uyuşturucuya verdim. Suriye’yi zaten kaybetmiştik, ama artık hayalimizdeki Suriye de yok olup gitmişti. Her şey rejimin, muhalefetin ve uluslararası güçlerin kontrolündeydi ve benim gibi sıradan insanlar tamamen hiçleşmişti.


Yeniden depreşen korkular

Artık biliyordum ki, dönebileceğimiz bir Suriye yok. Benim Suriye’min bittiği noktada Türkiyeli olmaya başladım. Çünkü Türkiye’yi, üç yıldır kaldığım İstanbul’u sevmeye, buraya entegre olmaya başladım. Türkçeyi öğrenecektim ve artık burada yaşayacak, burada çalışacaktım. Mayıs 2018’de kendi şirketimi kurdum. İnşaat sektöründe ve sağlık alanında, özellikle saç ekimi konusunda Türkiye ile Arap ülkeleri arasında aracılık yapıyoruz. Tabii bu ülkeler içinde Suriye yok.

Şimdi de Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri arasında sanatsal çalışmaların pazarlaması üzerine çalışmak istiyorum. Altı aydır çalışmalarımızı somutlaştırmaya ve kendimizi kanıtlamaya başladık.

AKP’lileri geçtim, çünkü onlar sadece yöneticilerinden duyduklarına inanıyorlar. Ama şu söyleyeceklerimi özellikle CHP’lilerin duymasını, bilmesini istiyorum. Ben gerek Suriye Ulusal Koalisyonu gerekse uluslararası dernek için çalışırken, gelirim dolayısıyla bu ülkede ayda 1500 dolar vergi ödüyordum. Şu anda şirket üzerinden de ayda 4 bin lira vergi ödüyorum. Yani bu ülkede bedelsiz yaşamıyorum. Hiçbir Suriyelinin bu ülkede bedelsiz yaşamadığını göstermek üzere şahsen de istatistiki veriler toplamaya ve bu konuda rapor hazırlamaya başladım. İleride bu verileri Türkçeye çevirip herkesle paylaşmak istiyorum.

Türkiye şu anda bir buçuk milyon Suriyelinin çalıştığını söylüyor. Bu insanların hepsi vergi ödüyor. Sigortasız çalışan bu insanlar aynı zamanda Türkiye’nin en ucuz işgücüdür. Tanıdığım bir Türkiyeli işadamı, “eğer Suriyeli çalışanlarım olmasa, bu kriz döneminde çoktan iflas etmiştim” demişti.

Neyse, hikâyeme döneyim… Ben Türkiye’ye geldiğimde sığınmacı kimliği almak değil, turist sıfatıyla kalmak istedim. Nitekim bu bağlamda ikamet aldım. Geçen sene ikametimi yenilemeye gittiğimde, herhangi bir sebep belirtmeden Göç İdaresi bu talebimi reddetti. Bunun üzerine idare mahkemesine dava açtım ve geçen ay bu davayı kazandım, ama bir yıl boyunca sokaklarda korkarak dolaştım, şirket işlerini evden yürütmeye çalıştım. Son zamanlarda Suriyelilerin rastgele alınıp sınır dışı edildiği haberleri yüzünden yanıma bu mahkeme kararını almadan dışarı çıkamıyorum.

(Söyleşi yapmak için randevulaştığımız başka bir Suriyeli sığınmacı olan H. masaya gelince R. konuşmayı kesiyor. Kısa bir gerilimden sonra H. başka bir masaya geçip bekliyor.)

Kusura bakmayın, öyle bir haldeyiz ki, yan yana gelmekten korkuyoruz. (R. diğer masadaki Suriyeliye dönüp konuşmaya devam ediyor) Siz de buyrun masaya, kusura bakmayın. Belki ortak konuşacağımız şeyler de vardır. Yaptığım şey, yani sizden çekinmem çok salakçaydı. İnsanlar burada bir hayat kurdu ve bir anda o hayatın da darmadağın olmasından korkuyorlar. Türkiye’ye gelen Suriyelilerin kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı ve korkuları sonlanmıştı. Fakat aradan yıllar geçip de ufacık bir hayat alanı kurulduktan sonra, sınır dışı edilme ihtimali korkuları yeniden depreştirdi. İnsanlar şimdi sınır dışı edilmektense, buradaki en güvencesiz işlere, her türlü sömürüye tekrar razı olmaya başladı. İnsanlar ikinci bir tehcire maruz kalmamak için teslim bayrağı çekiyor.

Şu anda herhangi bir Suriyeli çalışma iznine başvurduğunda ret yanıtı alıyor. Şirketimde çalışan, vergisini veren iki çalışanımın yaptığı başvurular üç kez reddedildi. Dolayısıyla insanlar kaçak, güvencesiz ve çok düşük ücretlere çalışmaya yöneliyorlar.


İstanbul’da Arap olmak

Bakın, bunu Türkiyeli muhalefete anlatın: 2017 yılı itibariyle, küçük dükkânlardan büyük şirketlere kadar, Suriyelilerin Türkiye’de yaptığı yatırım 4 milyar dolar civarında. Bu da Türkiye’deki yabancı yatırımların yüzde 14’üne tekabül ediyor. Bu ülkede 9 binden fazla kayıtlı Suriyeli şirketi var. Batılı ülkelerden Türkiye’ye sığınmacılar için aktarılan para 5 milyar dolar civarında. ABD ve Britanya, Suriye’de kullanılmak üzere çok fazla malzemeyi, otomobilleri, giyim eşyalarını vs. Türkiye’den alıyor. ABD bunun için 3 milyar dolar, Britanya da 2,2 milyar pound harcadı.

Fakat Türk Kızılay’ından destek alan az sayıda Suriyeliye verilen aylık para 100 doların çok altında. Türkiye şu anda bir buçuk milyon Suriyelinin çalıştığını söylüyor. Bunların her birinin aylık 1000 TL maaş aldığını düşünelim. Bu insanların hepsi vergi ödüyor. Sigortasız çalışan bu insanlar aynı zamanda Türkiye’nin en ucuz işgücüdür. Tanıdığım bir Türkiyeli işadamı, “eğer Suriyeli çalışanlarım olmasa, bu kriz döneminde çoktan iflas etmiştim” demişti.

Şu an sınır dışı edilirsem, Suriye rejimi beni tutuklar. Kendi ülkem güvenli olsaydı, hiç düşünmeden geri dönerdim. Daha önce Avrupa’ya gitmek için yollar arayan arkadaşlarıma, “saçmalamayın, Türkiye’de insanlar bizi seviyor ve burada güvendeyiz” diyordum. Şimdi ise Avrupa’ya gitmediğime çok pişmanım.

Bütün bunlara karşın yoğun bir ırkçılıkla karşılaşıyoruz. Benim kaldığım semtte iyi insanlar yaşıyor. Komşularım beni seviyor. Fakat beni sevmeyen ırkçı bir adam var ve her an “burada Suriyeli bir aile var” diyerek beni ve annemi ihbar etmesinden korkuyorum. O yüzden evden çıkmaktan korkuyorum. Bir yere gittiğimde toplu taşıma araçlarını kullanmaktan, her an bir tartışmanın içine sokulup sınır dışı edilmekten korktuğum için çok uzak mesafeler için bile taksi kullanmak zorunda kalıyorum. Nitekim buraya gelirken de taksiye bindim ve şoföre “Ürdünlüyüm” dedim. Burada kalabileceğime dair mahkeme kararı yanımda olduğu halde, avukatım “ne yapacakları belli olmaz, buna güvenme” dedi.

Şu an sınır dışı edilirsem, Suriye rejimi beni tutuklar. Çünkü muhalefetle çalıştım. Kendi ülkem güvenli olsaydı, hiç düşünmeden geri dönerdim. Daha önce Avrupa’ya gitmek için yollar arayan arkadaşlarıma, “saçmalamayın, Türkiye’de insanlar bizi seviyor ve burada güvendeyiz” diyordum. Şimdi ise Avrupa’ya gitmediğime çok pişmanım.

Türkiye muhalefeti ne yazık ki seçimlerde hükümeti zora sokmak için bizi kart olarak kullandı. Kaldığım mahallenin büyük kısmı CHP’li ve onlarla hiçbir sorun yaşamıyoruz. Ama maalesef son dönemde artırılan ırkçılık, çok pis bir oyuna dönüştü. Hükümetin tavrı da bundan farklı değil. Seçimi kazanmak için kimse bizi feda etmemeli.

Sevseniz de, sevmeseniz de Araplar son yıllarda Türklerin ekonomisine büyük katkıda bulundular. Gezi olaylarından itibaren Erdoğan’ın Batı’yla yaşadığı sorunlar Türkiye ekonomisine de yansıdı ve bu süreçte Arap ülkelerinden gelen yatırımlarla sorunlarınızı telafi ettiniz. Şahsen tanıdığım çok sayıda Körfez ülkesinden gelen zengin aile, burada büyük yatırımlar yaptı. Fakat şu anda Arap medyasına bakıldığında, Türkiye’de yükselen Arap karşıtı ırkçılık her gün bahse konu ediliyor. “Türkiye, Arap karşıtlığına Suriyelilerle başladı ve sıra bize de gelecek” deniyor.

Sekiz yıl boyunca Suriyelilere muhacir ve ensar diyen Erdoğan’ın bize sırtını dönüyor olmasını diğer Araplar da görüyor. Arap zenginleri de tıpkı Türkler gibi, Avrupalılardan farklı olarak finansal işlerini duygularından ayrı tutmuyorlar. Ayrıca Türkiye’nin artık kanunla yönetilmeyen bir devlet olması herkes açısından büyük bir tehlike yaratıyor.

Şu anda Suriyelilere karşı yürütülen ırkçı kampanyalar sadece bizi değil, Türkiyelileri de olumsuz etkiliyor. Şu anda, evet, Avrupalı turistlerden ziyade Arap turistler dolduruyor İstiklâl Caddesi’ni. Ama artan ırkçılık karşısında Birleşik Arap Emirlikleri gibi Türkiye karşıtı ülkeler zaten bir süredir kampanya yapıyor ve Arapları Türkiye’ye gitmemeye çağırıyor. Araplar İstiklâl Caddesi’nden çekildiğinde Türkler duygusal bir tatmin yaşayabilir, ama bu onların ekonomik sorunlarını daha da derinleştirecek.

^