ASLIHAN AYKAÇ’LA "DAYANIŞMA EKONOMİLERİ" ÜZERİNE –I

Söyleşi: Tuba Çameli
12 Ocak 2020
SATIRBAŞLARI

Abbasağa Forumu, Haziran 2013 (Fotoğraf: Muhsin Akgün)
Leonard Cohen “Villanelle For Our Time” şarkısında E.R. Scott’ın şiirini seslendiriyor: “Hayata dönüyoruz tutku ve acıyla / Daha büyük bir rol oynamak için doğruluyoruz / Şu inançtır yola çıkış noktamız: / İnsanlar yine birleşecek müşterek çıkarlarında.” Müşterek çıkarlar etrafında kurulan dayanışma ekonomileri bugün üretim ve bölüşümü düzenleyerek sistemde önemli gedikler açıyor, yerel kaynakları ve yerel işgücünü harekete geçirerek sermayenin hegemonyasına meydan okuyor. Dahası, zihinlerde dönüşüm yaratma potansiyeli taşıyor. Michael Hardt ve Antonio Negri’nin yeni kitabı “Meclis”teki (Ayrıntı, 2019) şu satırların altını çizelim: “Yeni demokratik formlar ararken, toplumsal yaşamın üretimini ve yeniden üretimini harekete geçiren işbirlikçi ağları inceleyerek işe başlamalıyız.” Peki, demokrasi ile dayanışma ekonomileri arasında nasıl bir ilişki var? “Dayanışma Ekonomileri –Üretim ve Bölüşüme Alternatif Yaklaşımlar”ın (Metis, 2018) yazarı Aslıhan Aykaç, dayanışma ekonomilerini devletin alanının ve kapitalist piyasanın dışında yer alan ekonomik faaliyetler olarak tanımlıyor ve dört ilkeye dayandırıyor: üretim, bölüşüm, işyeri demokrasisi, emek örgütlenmesi. Doğrudan demokrasiye yaklaşan bir modelin iskeleti olan bu dört ilkeyi ve dünyada dikkat çeken dayanışma ekonomisi örneklerini mercek altına almak üzere Ege Üniversitesi öğretim üyesi Aslıhan Aykaç’a bağlanıyoruz. Express’in Güz 2019 sayısından, iki bölüm halinde naklen…

 

Dayanışma ekonomileri üzerine bir kitap yazmanızın sebebi ne?

Aslıhan Aykaç: Yirmi yıldır emek üzerine çalışıyorum. Bu alandaki literatürün büyük kısmı Marksist  literatür. Bu literatürün bir özeleştiriye ihtiyacı var kanımca. Kimi noktalarda Marksist teorinin tıkanmışlıklarından ve proletarya yerine prekaryanın daha geniş bir kategori olarak öne çıkışından söz edebiliriz. Neden proleter devrim gerçekleşmedi ve kapitalizm kendini yenileyerek varolmaya devam etti? Çünkü insanlar “proleter olmayan” koşullarda çalıştılar. Kölelik devam etti. Prekarya haline geldiler ve kadın emeği tanınmadı. Kayıtdışılık bütün dünyada yaygın bir biçimde hüküm sürüyor. İşçi hareketleri bu kesimleri içine almadı. Tüm bunlara bakıp alternatifleri tartışmak ve bu sürece katkı sunmak, özellikle de pratiğe dönüşebilir bir şeye temas etmek için yazdım bu kitabı.
Devrim fikrinin etrafında gezinme arzusu da var tabii, ama ortodoks bir biçimden uzak durarak. Devrimi nasıl tanımlıyoruz? Ani toplumsal değişim. Devrimlerin negatif sonuçları da olur. Toplum değişime hazır değilse o devrim değerlerini içselleştiremez. Belki de devrim toplumu değiştirmek için en etkin yol değildir. Bunu da düşünmek lâzım. Bu konuda ısrarcı değilim, ama sormak ve bakmak lâzım. Kavramların ve süreçlerin hem tarihsel bağlamlarına oturtulması gerektiğine hem de yeniden tanımlanmasına gerektiğine inanıyorum.

Dayanışma yalnızca bir örgütlenme biçimi veya bir arada olma durumu değil, bireysel olandan çıkıp toplumsal alana yönelen alternatif bir düşünme, eyleme ve bir dünya görüşü. Bu nedenle de dayanışma hareketleri özellikle sistem tarafından dışa itilen, temsil imkânı sınırlı olan ve ekonomik alanda bölüşüm ilişkilerinden dışlanan kesimlerin örgütlenmesiyle ortaya çıkıyor.

Dayanışma seçeneği, ekonomik konular yerine toplumsal konulara öncelik veren politik ve ekonomik bir örgütlenmeyi odağına alan bir düşünme biçimi. O yüzden de kitapta diyorum ki, devrim değimiz şey hanelerden, kolektiflerden, meclislerden ve yerel gıda topluluklarından, kadınlardan veya Zapatistalar gibi örneklerden çıkabilir. İlla kışlık sarayları yıkarak olmayabilir. Buna kaynaklık eden motivasyon da toplumdan topluma değişir. Bir de tek bir model üzerinden değil, birçok farklı ekonomik model ve yan yana geliş üzerinden tartışmak mümkün bu alternatifleri. Sendika, işletme, tüketici, tarım ve sosyal kooperatifleri, gıda toplulukları, çeşitli kolektifler var, beyaz yakalıların örgütlendiği Ofissizler gibi yan yana gelişler var. Kitapta bu örnekleri de gündeme getirdim.

Ekonomisine geçmeden önce, dayanışmayı nasıl kavramsallaştırabiliriz?

Ekonomik boyutundan bağımsız olarak dayanışmayı tabandan gelen ve gönüllü üyeliğe dayalı olarak ortaya çıkan yerel işbirlikleri olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım çok genel, çünkü insanları gönüllü bir ortaklığa yönlendiren koşullar yerelden yerele farklılık gösterir. Örneğin, bir yerde altyapı sorunlarına yönelik çözüm arayışları belirleyici olurken, bir başka yerelde işsizlik, ekonomik zorluklar belirleyici olabilir. Ayrıca bu tanım herhangi bir tarihselliği içermemesi nedeniyle de çok genel, çünkü dayanışma motivasyonu tarihsel bağlama göre de değişiklik gösterir.
Dayanışma ekonomileri özelinde, imece, akrabalık ilişkileri ve hane dayanışması gibi geleneksel mekanizmalarla bugün gözlemlediğimiz dayanışma biçimleri arasındaki fark da önemli ölçüde tarihsel bağlamdan kaynaklanır. Ancak, bugünü dünden farklı kılan şu: Piyasa aklı ile yönetilen sistemin artık ne devlete ne de kitlelere ihtiyaç duyması. Bu durumda da dayanışma yalnızca bir örgütlenme biçimi veya bir arada olma durumu değil, bireysel olandan çıkıp toplumsal alana yönelen alternatif bir düşünme, eyleme ve bir dünya görüşü. Bu nedenle de dayanışma hareketleri özellikle sistem tarafından dışa itilen, temsil imkânı sınırlı olan ve ekonomik alanda bölüşüm ilişkilerinden dışlanan kesimlerin örgütlenmesiyle ortaya çıkıyor. Mevcut durum, krizin derinleşme ihtimali göz önünde bulundurulduğunda dayanışmaya daha fazla ihtiyaç duyulacak.

Hindistan’da faaliyet gösteren kadın örgütü SEWA dayanışmacı ekonominin küresel öncülerinden

Dayanışma ekonomilerini “devletin alanının ve kapitalist piyasanın dışında yer alan ekonomik faaliyetler” diye tanımlarken üretim, bölüşüm, işyeri demokrasisi ve emek örgütlenmesi olmak üzere dört prensibe dayandırıyorsunuz. Bu prensipleri nasıl belirlediniz?

Başka bir okumaya referans vererek başlamak istiyorum. Karl Polanyi Büyük Dönüşüm [1] kitabında çağdaşı olan antropolog Bronislaw Malinowski’nin Melanezya Adaları’ndaki incelemelerine dayanarak geleneksel ekonomik örgütlenme biçimini ele alır. Polanyi liberalizmin eleştirisini yapar, 19. yüzyıl uygarlığının nasıl çöktüğünü anlatır ve temel bir soruna işaret eder: Ne zaman piyasayı serbest bıraksak eninde sonunda krize varıyor. Her seferinde krizi toparlamak için de devlet devreye giriyor. Bugün neoliberalizmin de aynı biçimde krize girdiğini görüyoruz. Liberalizm ile neoliberalizm arasındaki temel fark nedir? Birincisinde kapitalist devletten, diğerinde devletin neredeyse tamamen geri çekildiği bir durumdan söz ediyoruz. Ancak metalaşmanın sınır tanımayan bir biçimde egemen olduğu, piyasaların her şeye müdahale ettiği bir durumda insanları koruyacak bir şey kalmıyor. Bugün artık sosyal korumadan, sosyal devletten söz edemiyoruz. İnsanlar hem krizlerden ötürü piyasalardan hem de politik alandan dışlanmış durumdalar, devlet yurttaşlarına hizmet etmiyor artık. O zaman tüm bu geri çekilmeler sonucunda başka bir şey yapmak gerekiyor. Polanyi dört temel prensipten bahseder: Merkezilik, simetri, karşılıklılık ve bölüşüm. Bu dört prensipten yola çıkarak dayanışma ekonomilerini bazı temeller üzerine oturtmaya çalıştım. Üretim, bölüşüm, işyeri demokrasisi ve emek dayanışması prensipleri böyle çıktı. İlham kaynağım Polanyi oldu. 

Ekonomik ve politik seçkinler arasındaki kutsal ittifak kitleleri sivil ve siyasi haklarından yoksun bıraktı, talep ve temsil haklarını ellerinden aldı. Dolayısıyla, demokrasi dayanışmanın tanımlayıcı unsurlarından biri. Ancak buradaki demokrasi, bugün neoliberal sistemde can çekişerek varolmaya çalışan liberal, parlamenter demokrasi değil. Yerel düzeyde örgütlenen ve doğrudan demokrasiye en çok yaklaşacak bir demokrasi anlayışı.

Üretim ve bölüşüm prensipleri bizim maddi koşullarımızla ilgili ve sınıf tartışmasının özüne denk düşüyor. Kapitalist üretim tarzının birikim ve büyüme odağı yerine ihtiyaca dayalı, kaynakların sürdürülebilirliğine ve çevreye duyarlı bir üretim anlayışını savunuyorum. Bölüşümde ise kapitalist sistemin ortaya çıkardığı gibi artı değer yaratan, kâra dayanan bir bölüşüm mü, yoksa adil bir bölüşüm mü sorusunu tartışıyorum. İşyeri demokrasisi ve yeni emek örgütlenmesi ise üretim ve bölüşümü destekleyen toplumsal dönüşümleri yaratan unsurlar. Bu arada, farklı sektörlere, geleneksel üretimleri de dışlamadan tümüne bakmak gerekti. Dayanışma ekonomilerindeki farklı varoluşların, üretim biçimlerinin temel özelliği nedir? Kapitalizmden dışlanmış olmaları ve devletten bir beklentileri olmaması. Kitaptaki “tehlikeli sınıflar” göndermesi, kapitalist sistemin sürekliliği için tehlikeli görülen dışlanmış kesimler. Kim bunlar? Devrim tehlikesinin tetikleyicisi olabilecek tüm alt sınıflar.
İlk iki kategori, üretim ve bölüşüm kaçınılmazdı; çünkü emeğin artı değersiz ortaya çıkışını tartışmak istedim. Örneğin, bugün sistemin süper starlarına, CEO’lara bakın, inanılmaz yüksek maaşlar alıyorlar. Maaşları aynı işyerinde çalışan işçinin maaşının 400-500 katı. 21. Yüzyılda Kapital kitabında Thomas Piketty çok enteresan bir şey söylüyor: “İnsanlar nasıl burjuva olur? Birçok örnekte zengin bir aileye doğarlar ve mirasçı olurlar. Bugün ise işletmelerin süper starları yüksek bir eğitime sahip, dil biliyorlar, şirketin başına geçip inanılmaz ücretler alıyorlar.”

Ekonomik eşitlik ve barış için yapılan Kadın Grevi dayanışmacı ekonomi tarihinin köşe taşlarından biri. (New York, 26 Ağustos 1970)

Üretim süreçlerinin kapitalizmin kaçınılmaz kısıtlarını aşacak bir biçimde örgütlenmesinin başka bir yolu var mı?

Dünya üretimi bugün çokuluslu şirketler eliyle yürütülüyor, bu şirketler fason üretim yaparak küçük şirketlere üretim zincirinden pay dağıtıyor. Küresel üretim, esnek uzmanlaşmaya dayalı olarak işliyor ve hâkim üretim modeli çokuluslu şirketlerin güdümünde. Küresel olarak dağınık görünen üretim süreçleri küresel değer zincirleriyle birbirine bağlı. Kitapta bu endüstriyel üretimi de eleştiriyorum. Çünkü endüstriyel üretime bu boyutta ihtiyacımız oluğunu düşünmüyorum. Her yıl dünyada üretilen gıdanın üçte biri çöpe gidiyor. İsteğe değil, ihtiyaca yönelik bir üretim gerekiyor. Bu çok önemli. İstek neden var? İstek dediğimiz, piyasanın talep dediği şey. Talebi sürekli kılarsanız, sürekli üretirsiniz. Böylece arzı yükseltirsiniz ve kâr elde ederseniz. Bugün aldığınız tüm ürünlerin neden bir ekonomik ömrü var? Anneannem hayatı boyunca bir veya iki buzdolabı kullanmıştı. Şimdi buzdolabı alıyorsunuz, ekonomik ömrünün ortalama yedi yıl olduğu söyleniyor. Elli yıl önce daha düşük bir teknolojiyle daha uzun süre kullanılan eşyalar üretilirken bugün daha yüksek bir teknolojiyle neden ömrü daha kısıtlı olanlar üretiliyor? Talebi ve arzı yükselterek kârı yükseltmek için üretiyoruz. Endüstri kapitalizminin sürekliliği insani değerlerin önünde tutulduğunda amacına uygun kullanılmış olmuyor.

Karl Polanyi “Büyük Dönüşüm”de dört temel prensipten bahseder: Merkezilik, simetri, karşılıklılık ve bölüşüm. Bu dört prensipten yola çıkarak dayanışma ekonomilerini bazı temeller üzerine oturtmaya çalıştım. Üretim, bölüşüm, işyeri demokrasisi ve emek dayanışması…

Maliyetleri düşürüp verimliliği artıracak sentetik hammaddeler yüzünden kanser oluyoruz veya yine bu yüzden tüketmediğimiz giysileri yakıyoruz. H&M, Burberry veya Louis Vuitton niye ürettikleri şeyleri fiyatları düşmesin diye yakıyorlar? O zaman niye ürettiniz? Üretimdeki kaynak, zaman israfı bir yana, yakmanın çevresel maliyeti ne olacak? Tonlarca ürünü yakmayı göze alabilmek için ne kadar kâr etmiş olabilirler? Biz bunları söylerken liberal argüman “Üretmezsek üretim durur, bu da krizi tetikler, bu da istihdamı düşürür ve insanlar geçimlerini sağlayamaz” der. Hayır. Eğer o alanda istihdam edilmezlerse daha başka alanlarda istihdam edilirler, daha yaratıcı alanlara kaymış olurlar. Özetle, isteğe bağlı değil, ihtiyaca bağlı üretimle çevresel ve insani zararları önlemek mümkün.
Mesela, Bayer-Monsanto GDO’lu tohum üretiyor. Bu tohumların insan sağlığına verdiği zarara karşılık ilaç üretiyor. Bu bize sanayi tipi üretimin insan sağlığına ve doğaya zarar verdiğini gösteriyor. Neredeyse herkes obez, neredeyse herkes kanser oluyor. Fast-food reklamlarının arkasından lipid yakan kolesterol ilaçlarının reklamı yapılıyor. İstediğiniz kadar yiyin ve hapınızı alın, her şey güllük gülistanlık olur. Hayır! Ne bu ürünlere ne de bu safsatalara ihtiyacımız var. İhtiyaca odaklanan bir üretimin zorunlu ve mümkün olduğunu söylüyorum özetle. Bunun için de yerelin ihtiyacına odaklanmak gerek. 

H&M deposunda yakılarak imha edilmeyi bekleyen satılmamış giysi balyaları

Küresel eşitsizliğin artması ve sosyal adaletsizliğin değişken yapısı bugün bölüşüm sorununu her zamankinden çok ortaya çıkarıyor. Dayanışma ekonomileri çerçevesinde bölüşüme nasıl bakmalıyız?

Bölüşüm konusunda pek çok insan yazıp çiziyor. Branko Milanovic Küresel Eşitsizlik [2] kitabında ve David Harvey birçok kitabında neoliberalizm eleştirileri üzerinden bölüşüme odaklanır. Varolan şekliyle birikim ve bölüşüm kabul edilemez: 1’e 99 dengesizliğini yeniden, yeniden üretmek için bir nedenimiz yok çoğunluk olarak. O yüzden de yeniden tanımlanmış bir bölüşüm mekanizmasına ihtiyacımız var. Bunu yapmak için yerel ölçek çok iyi bir başlangıç. En azından insanlar yerelde üretip bölüştükleri zaman “piyasa” içinde daha az yer almış olacaklar. Herkesin kendisine şu soruyu sorması gerekiyor: Piyasada şirketlerin ürettiği şeylerden hangilerini insanlar kendileri yerelde örgütlenerek üretip paylaşabilir? AVM’lerden nasıl çıkarız? Bunun için ölçeği büyütmek ve paydaş sayısını artırmak gerekiyor.

Şirketlerin ürettiği şeylerden hangilerini insanlar kendileri yerelde örgütlenerek üretip paylaşabilir? AVM’lerden nasıl çıkarız? Bölüşüm ilişkileri yerel düzeyde, devlet-dışı ve piyasa-dışı bir çerçevede düzenlenebilir. Bu yaklaşım dayanışma temelli üretim ilişkilerine yansıtılabilir.

Bölüşüm ilişkileri yerel düzeyde, devlet-dışı ve piyasa-dışı bir çerçevede düzenlenebilir. Bu yaklaşım dayanışma temelli üretim ilişkilerine yansıtılabilir. Üretim ve bölüşüm arasındaki ilişki dayanışmanın maddi temellerini belirler. Bu bölüşüm tek bir biçimde ortaya çıkmayabilir. Takas ilişkileri de bu maddi temelin parçası olabilir. Bazen de geleneksel mekanizmalar üzerine inşa edilebilir. Modern araçlar da kullanabilir. Örneğin, Yunanistan’da ekonomik krizin en zor döneminde bankalarda para çekme limiti düşürüldüğünde yerelde alternatif para birimleri ortaya çıktı ve takas ilişkisini kolaylaştırdı. Dayanışma düşüncesinin yerel ve özgün koşulları bu mekanizmayı belirler.

“İşyeri demokrasisi” üçüncü prensip…

İşyeri demokrasisinden söz ederken alternatif bir demokrasi pratiğinden söz ediyorum. Mesele sadece insanların maddi koşullarını iyileştirmek değil. İnsanlara  söz hakkı, yetki ve denetim mekanizmasında sorumluluk vermek gerek. Gebze Dilovası’nda ülkenin en yoğun kanser vakaları görülüyor. İnsanlar çalışmaya mahkûm edildikleri şartlar nedeniyle kanser oluyorlar. Bununla ilgili de konuşmak gerek. Bunları konuşuyor muyuz? Konuşmuyoruz. Ya da konuşanlarımızın başı belaya giriyor. İşyeri demokrasisinden kastım özetle çalışanların ücret dışındaki koşullarının iyileştirilmesi, buna dair tartışmaların yapılması ve üretim sürecinde söz sahibi olmaları, çalışma yaşamı dışındaki sorunların tartışmaya açılması.
Joyce Rothschild, [3] işyeri demokrasini iyileştirmeye yönelik dört temel müdahale biçiminden söz eder. İlki takım temelli ve yatay örgütlenme. Bu bağlamda Japon şirket modeli çok ilgi çekici; Amerikan şirket yapısının aksine, dikey değil, yatay örgütlenmeye dayalı. Aslında bu modeli de Japon şehir devletlerindeki Samuray örgütlenmesinden alırlar. Herkes birbirine karşı sorumludur. Şirkette de müdür, pazarlama müdürü, mühendis, şef ve işçi yan yana aynı düzeyde çalışır ve bir arada hareket ederler. Bu sıklıkla quality circles (kalite çemberleri) olarak adlandırılır. Dayanışma ekonomilerine esin kaynağı olabilir.

ABD’de yasadışı göçmenleri temsil eden New Labor hareketi yeni emek örgütlenmesine örnek oluyor

İkinci müdahale alanı kadınların, azınlıkların tüm kesimlerinin örgütsel takımlara katılımı. Üçüncüsü emek örgütlenmeleri, sendikalar. Dördüncüsü teknoloji kullanımı. Teknoloji kullanımıyla karar alma süreçleri yatay olarak örgütlenmiş bir ekip tarafından ele alındığında teknoloji denetim ve kontrol yerine üretkenlik ve verimlilik için kullanılabilir. İşyeri demokrasisinin alternatif bir model olarak taşıdığı potansiyel demokrasi pratiğini siyasetin alanından çıkarıp ekonomiye taşır. Yan yana gelişlerdeki sınıfsal pozisyonlara geri dönüp baktığımızda, birey kendisini eğitim veya deneyiminden doğru daha yukarda gördüğünde dayanışmaya bir önkabulle girmiş olur. Böylece kendisine kapitalist sistemde ölçülebilen beşeri sermaye gibi bir değer biçer. Halbuki dayanışma ânındaki değer ihtiyaç üzerinden belirlendiğinde ancak insani değer ortaya çıkar. Bir kafe düşünün, bulaşıkçı işletme müdüründen daha az mı değerli? Dayanışma ekonomilerinde değer kavramı üzerine daha çok düşünmek gerekiyor.

Antonio Negri ve Michael Hardt, yeni kitapları Meclis’te [4] “yeni demokratik formlar ararken, toplumsal yaşamın üretimini ve yeniden üretimini harekete geçiren işbirlikçi ağları inceleyerek işe başlamalıyız” diyor. Demokrasi ile dayanışma ekonomileri arasında nasıl bir ilişki var?

Ekonomik ve politik seçkinler arasındaki kutsal ittifak kitleleri sivil ve siyasi haklarından yoksun bıraktı, demokratik sistemler içinde talep ve temsil haklarını ellerinden aldı. Dolayısıyla, demokrasiyi dayanışmanın tanımlayıcı unsurlarından biri olarak görüyorum. Ancak buradaki demokrasi tanımı, bugün neoliberal sistemde can çekişerek varolmaya çalışan liberal demokrasi, parlamenter demokrasi değil. Buradaki demokrasi anlayışı yerel düzeyde örgütlenen, katılımcılara söz hakkı ve denetimde yer veren ve doğrudan demokrasiye en çok yaklaşacak bir demokrasi anlayışı. Burada sınıfsal ve kimliğe dayalı ayrımların ötesine geçen ve doğrudan ortak çıkarlara, ortak hedeflere odaklanan bir demokrasi anlayışı söz konusu. Ayrıca demokrasiyi politik alanın dışına çıkarıp ekonomik alanın içine yerleştirerek olası ideolojik ve söylemsel çatışmaların ötesine geçme, maddi koşullarda ortaklaşma çabası var. Bu maddi koşullar işyeriyle de sınırlı değil, ancak katılımcıların işyeri dışındaki yaşam alanlarında maruz kaldıkları ortak sorunları da kapsıyor.

Yeni emek enternasyonalizmi üç temel noktada dayanışma ekonomisinin inşasında işlevsel bir yere sahip. İlki, sendikalar dışındaki örgütlenmelerin emek hareketi içindeki öneminin artışı. İkincisi, emek hareketinin siyasi arenadan sivil toplum alanına yönelmesi. Üçüncüsü, geleneksel olmayan direniş biçimleri.

Dördüncü prensip yeni bir emek örgütlenmesi…

Dayanışma ekonomileri toplumsal örgütlenmeye, siyasi kültüre ve yerel düzeyde varlık gösteren ekonomik etkenlere dayalı olarak gelişiyor. Yerelin özgün dinamiklerine göre şekilleniyor ve emek-çalışma deneyimlerini doğrudan etkiliyor. Bu ekonomiler toplumsal hedefleri ekonomik hedeflerin önünde tutarak hem ortakların/çalışanların hem de kurulan işletmelerin çıkarlarını göz önünde bulunduracak, bu da emeğin algısı ve deneyimlerinde önemli değişikliklere yol açacak. Öte yandan, küreselleşme emeği dönüştürdüğü kadar emek hareketlerini de dönüştürdü. Emek hareketi bugün bir geçiş döneminde. Bu geçiş süreci, çalışanların ihtiyaçlarını karşıladığı, işyerine temas ettiği, iş dışındaki yaşam alanlarındaki meseleleri de içerdiği oranda ilerici olacak. Üretim sürecinin parçalanması veya standart dışı istihdam biçimleri emek hareketini yeni arayışlara yöneltiyor. Bu arayışlar yeni bir emek dayanışması ortaya çıkaracak. 
Tüm bunlarla birlikte, yeni emek enternasyonalizmi de üç temel noktada dayanışma ekonomisinin inşasında işlevsel bir yere sahip. İlki, sendikalar dışındaki örgütlenmelerin emek hareketi içindeki öneminin artışı. Artık tüm işçiler sendikalara üye olmuyor, çünkü sendikal üyelikler başka sorunlara yol açıyor, Flormar direnişinde olduğu gibi. Sendikalar yeni çalışma alanları ve yeni meseleleri kapsamakta güçlük çekiyorlar ve yeni örgütlenmeler gündeme geliyor. Soma’da maden ve inşaat sektörlerinde kurulan bağımsız sendikalar da buna örnek olabilir. Ayrıca, alternatif olarak sivil toplum temelinde örgütlenen yapılar var. Bizdeki İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) veya çağrı merkezi çalışanlarının kurduğu ÇMÇ-Der örnek olarak verilebilir.

Faaliyetlerine 1956’da başlayan İspanyol kooperatif devi Mondragon’un ilk tesisi (üstte) ve bugünkü yönetim binası

İkincisi, emek hareketinin siyasi arenadan sivil toplum alanına yönelmesi. Sermaye ve devletin arasındaki ilişkinin güçlenmesine bağlı olarak emek hareketinin gerilediği durumlarda, sivil toplum alanı çıkar arama ve sosyal örgütlenme için etkin bir alan olarak öne çıkıyor. Özelleştirme sonrasında verilen hak mücadeleleri buna örnek gösterilebilir. Üçüncüsü, geleneksel olmayan direniş biçimlerinin sahiplenilmesi. İşçilerin kurduğu direniş çadırları ve işçi forumları, hatta sosyal medyadaki kampanyalar buna örnek verilebilir.  

Mondragon işleyiş biçimiyle devlet eksenli üretim ve bölüşüm yapılarına alternatif sunuyor. Bunun en önemli örnekleri kredi birliği, sosyal güvenlik birimleri ve okulları. Mondragon küresel piyasanın kurallarına göre işleyen ve kapitalist dünya ekonomisi içinde yer alan bir alternatif, kapitalizme karşı duran bir alternatif değil. Mondragon holdingleşiyor, kaçınılmaz olarak finansallaşıyor. Eleştiriler de burada başlıyor.

Yeni bir tür emek örgütlenmesi derken biraz daha meclislere, kolektiflere, sivil topluma kayan bir yapıdan, sendikaların temsil etmediği dezavantajlı kesimleri temsil eden yapılardan da söz ediyorum. Mesela ev eksenli kadının çalışması üzerinden de emek örgütlenmesinin yeniden ele alınması gerekir. Tüm bunlar alternatif emek örgütlenmesini gündeme getiriyor. Kadının sendikal hareketteki yerine bakın. Yok neredeyse. Emeğin yeniden örgütlenmesi derken kadını da, göçmen işçileri de içermesinden söz ediyorum. Yeni emek örgütlenmesine örnek olarak New Labor verilebilir. Yasadışı göçmenleri temsil ediyorlar. Amerika’da yasadışı göçmen olabilirsiniz, ama işçi olarak yasal taleplerde bulunabilirsiniz, böylesi bir hukuki çetrefil var. Türkiye’de de artık böyle bir durumla karşı karşıyayız. Yıllar önce Numan Kurtulmuş bir açıklama yapmıştı ve henüz göçün başlarıydı: “Biz bu insanların burada kalacağını biliyoruz” demişti. Kaldılar da. Bugün bu insanlara “artık gidin” diyemezsiniz, aradan sekiz yıla yakın zaman geçmiş. Suriyeli işçiler varlar. Çalışma izinleri olsa da, olmasa da çalışıyorlar ve sendika üyesi olamazlar. Sendika üyesi olmadıkları için hak arama imkânları ve zeminleri yok. Çok ciddi bir hak ihlâli var. Bir zaman gelecek, bu insanların örgütlenmesi söz konusu olacak. Bu bir mülteci derneğinin altında mı olur, sektörel bazlı mı olur, göreceğiz.

Franco İspanya’sında kurulan, dünyanın en bilinen dayanışma ekonomisi örneği Mondragon hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mondragon bir efsane kuruluşu itibarıyla. İspanya iç savaşından sonra Bask bölgesindeki Arrasate-Mondragon’a gelen genç rahip Jose Maria Arizmendiarrietta öncülük ediyor. Amacı kentin savaş sonrasında devam eden toplumsal sorunlarını yerel girişimlerle çözmek. Buna yönelik ilk projeleri futbol takımı kurulması ve eğitim ile sağlık alanındaki ihtiyaçların karşılanması. Mondragon ortaklığının ilk kooperatifi rahip Arizmendiarrietta liderliğinde beş işçi tarafından kurulan ULGOR, ki adını beş işçinin soyadlarının başharflerinden almış. Mondragon’un ilk sanayi kooperatifi olan Fagor Elektronik ise bugün Fagor International olarak ABD, Avustralya, Çekya, Polonya ve Türkiye’de faaliyette bulunuyor.
1956 Franco İspanya’sı, az gelişmiş bir ülke. 17 özerk bölgeden oluşuyor, dolayısıyla bir ulusal ekonomi inşasından söz edemiyoruz. Ülke içinde de eşitsizlikler söz konusu. Katalunya ve Bask bölgesi daha gelişmiş. En erken sanayileşmeyi başlatan da bu iki bölge. Mondragon bu sanayileşme atılımı sırasında kuruluyor, öncüsü oluyor. Yerelde doğrudan işçileri örgütleyerek başlıyor. Franco devri boyunca varolmayı başarıyor. Franco rejimi boyunca Bask bölgesinde ayakta kalmanın ötesinde, çok ciddi bir kurumsallaşma süreci yaşanıyor bu dönemde. Kendi okulu, sandığı, futbol takımı, fabrikası var. Kadınlar için mühendislik okulu açıyorlar. Kadınları, becerilerinin artırılması yoluyla, üretime katıyorlar.

SEWA çok kapsayıcı bir örgütlenme. Kırk yıldan fazladır faaliyetlerini sürdürüyor. 1972’de bir sendika olarak tescillenmiş. Yoksul, kendi hesabına çalışan kadın işçileri temsil ediyor. İki milyona yakın ortağı var. Demokratikleşmeye katkı sunarak yerelin pratiği içinde çoğalıyor, kendisini yerelin ihtiyaç ve koşullarına uyarlıyor.

İspanya 1986’da AB üyesi oluyor. İşler değişmeye başlıyor. İlki, tüm dünyada neoliberal politikaların egemen olması, Mondragon’un da buna ayak uydurması. İkincisi, AB’ye üyelikle birlikte yerelin talepleri ve rengi değil, AB vatandaşlığının kurallarının geçerli olmaya başlaması. Mondragon’un sordurduğu soru şu: Bir kooperatif ne kadar büyüyebilir veya nasıl bölünmeli? Kooperatiflerde optimum verimlilik ve eşitlikçi bölüşümle büyüklüğün ilgisi var mı? Bu soruların cevabı matematiksel bir modellemeyle bulunabilir.
Dayanışma ekonomileri deneyimlerinde tüm örnekler öğretici. Mondragon işleyiş biçimiyle devlet eksenli üretim ve bölüşüm yapılarına alternatif sunuyor. Bunun en önemli örnekleri kredi birliği, sosyal güvenlik birimleri ve okulları. Mondragon küresel piyasanın kurallarına göre işleyen ve kapitalist dünya ekonomisi içinde yer alan bir alternatif, kapitalizme karşı duran bir alternatif değil. Mondragon holdingleşiyor, kaçınılmaz olarak finansallaşıyor. Eleştiriler de burada başlıyor. Evet, hâlâ kooperatif ruhunu koruyor: gönüllülük esası, demokratik yönetim, şeffaf yönetim. Ama neoliberal politikalarla uyumlu davranıyor. Dayanışma ekonomileri belli bir büyüklüğe kavuştuktan sonra farklı alanlara yayılmalı, ancak bu yayılma yerelden ve ortaklardan gelecek taleplere cevap verecek şekilde belirlenmeli. Bu açıdan Self-Employed Women’s Association (SEWA) Mondragon’dan daha iyi bir örnek.

SEWA’nın hayat verdiği bir nakış atölyesi

SEWA’yı daha iyi örnek yapan özellikler neler?

SEWA çok kapsayıcı bir örgütlenme. Kırk yıldan fazladır faaliyetlerini sürdürüyor. 1972’de bir sendika olarak tescillenmiş. Yoksul, kendi hesabına çalışan kadın işçileri temsil ediyor. İki milyona yakın ortağı var. Yerel ekonomik gruplar içinde çiftçiler, gıda işi yapanlar, çöp toplayıcıları ayrı ayrı bölüşüyor kazancı. Yerelde de özerk birimler örgütlenmeyi yürütüyor. Unutmayın, din ve dil açısından farklılıkları barındıran, kast sisteminin olduğu kozmopolit bir ülke Hindistan, çok parçalı bir yapısı var. SEWA bu parçalı yapı içinde demokratikleşmeye katkı sunarak yerelin pratiği içinde çoğalıyor, kendisini yerelin ihtiyaç ve koşullarına uyarlıyor.
SEWA özgün bir yapı, tipik bir işçi sınıfı hareketini temsil etmiyor. Kapsayıcı, kendine özgü; kopyalanamaz, ancak dayanışma ekonomileri için esin kaynağı olabilir. Çok dilli, çok dinli bir ülkede hiç ayrım yapmaksızın iki milyon üyeyi örgütleyebilmesi çok etkileyici. Diyebilirsiniz ki, bir milyar nüfusta iki milyon. Evet ama, en dezavantajlı, kast sisteminin en altındaki kadınları örgütlüyorlar. Kadınların çoğu eğitim imkânlarına erişememiş, nüfus cüzdanları bile yok. Zor iş kollarında kayıtdışı çalışıyorlar. Örgütlenmesi en zor kesimi örgütlemişler.

Kooperatif modeli dışında hareket eden bir sivil toplum örgütü ve sendikal bir kimliği de var SEWA’nın. Bu nedenle formel bir kurum olmaktan çok değerler sistemi olarak düşünülebilir. Guy Standing’in dediği gibi, SEWA “küreselleşme ve emekçi modelin zayıflamasına bir tepki olan örgütsel bir devrimin parçası olarak görülebilir.”

SEWA’nın örgütsel modeli, işyerleri görece belirsiz olan kayıtdışı işçilere işyeri demokrasisine uygun katılım imkânı sunması nedeniyle de dikkat çekici. Farklı iş kollarının temsilcileri üçer yıllığına seçiliyor. Temsilciler toplumsal açıdan çeşitlilik gösteriyor. Üyelerin karşılaştığı sorunların üzerinden onların yönlendirmesiyle örgütlülük genişliyor.
SEWA banka, sigorta ve konut kredi kooperatifi gibi işlev gören kuruluşları vasıtasıyla formel kurumların dışladığı üye kadınlara finansal hizmetler ve parasal destekler sunuyorlar. Kooperatif modeli dışında hareket eden bir sivil toplum örgütü ve sendikal bir kimliği de var SEWA’nın. Bu nedenle formel bir kurum olmaktan çok değerler sistemi olarak düşünülebilir. SEWA’nın yayılımıyla ilgilenen Guy Standing’in dediği gibi, SEWA “küreselleşme ve emekçi modelin zayıflamasına bir tepki olan örgütsel bir devrimin parçası olarak görülebilir.” [5]
Mondragon İspanya’da çıkıyor, SEWA Hindistan’da. Farklı toplumlar, farklı siyasi ve örgütlenme gelenekleri var. Her biri yerel gerçekliklerine ve koşullarına göre örgütleniyor. Bizdeki gibi değil, bizde örgütlenmeler tepeden inmeci, tek adamcı. Biri geliyor, belirliyor her şeyi, Pankobirlik’teki gibi, hem belediye başkanı, hem holding yönetim kurulu başkanı, hem milletvekili oluyor insanlar. Büyük bir merakla takip ettiğim Hawkers International var, çöpçülerin yan yana geldiği bir yapı. Wiego var, işportacıların örgütü. ABD ve Kanada’da adil ticarete dayalı ürün pazarlaması yapan Ten Thousand Villages… Daha birçok umut veren örnek var.  

II. Bölüm

[1] Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, çev. Ayşe Buğra, İletişim Yayınları, 2005
[2] Bronko Milonovic, Küresel Eşitsizlik, çev. Meneviş Uzbay – Mustafa Pirili, Efil Yayınevi, 2018
[3] Joyce Rothschild, “Creating a Just and Democratic Workplace: More Engagement, Less Hierarchy”, Comtemporary Sociology, 2000
[4] Michael Hardt – Antonio Negri, Meclis, çev. Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, 2019
[5] Guy Standing, Worker After Globalization: Building Occupational Citizenship, Cheltenham, UK: Edward Elgar, 2009
^