Senelerdir filmlerde, oyunlarda, dizilerde izlediğimiz Selen Uçer, Ümit Ünal’ın yeni filmi “Aşk, Büyü vs.”deki Reyhan rolüyle 56. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. Bu sene aynı zamanda tek kişilik oyunu “Güle Güle Diva”yla da adeta gövde gösterisi yapıyor, 29 Ocak gecesi de DasDas’ta sahnede olacak. Selen Uçer’le oyunculuk serüvenini, sahnenin tozunu, beyaz perdede can verdiği kadınları, Reyhan’ı, Günseli’yi, Gül’ü, Ayşe’yi konuştuk. Express’in son sayısından naklen…
Aşk, Büyü vs ile Antalya’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldınız. Konuşmanızda ödülü “korkmadan kendilerini ifade edebilen kız çocuklarına, o kız çocuklarıyla yan yana yürüyen erkek çocuklarına ithaf etmek istiyorum” dediniz. Bu konuşmayı yaptıran ne oldu?
Selen Uçer: Çünkü kız çocukları bu coğrafyada susmayı öğrenerek büyüyor. Kızların önce kendini ifade etmesi, baskıya rağmen kendini var etmesi gerekiyor. Erkeklerin de daha az baskıyla büyüdüğünü düşünmüyorum, fakat en nihayetinde erkek şiddeti kadınları öldürüyor. Erkek de şiddetle hastalanıyor, ancak önce öleni kurtarmak gerekiyor. Böyle konuşmak alışkanlığım değildir, ama mecbur hissettim. Eşit şartlarda büyüyecek kız ve erkek çocuklarına, yola devam edeceklere ithaf ettim ödülü.
Aşk, Büyü vs.’de iki kadını, Reyhan ve Eren’i tanıyoruz. Filme nasıl başladınız, oynadığınız Reyhan’la Eren arasında nasıl bir ilişki var?
Ümit’le (Ünal) 12 sene sonra yeniden bir araya geldik. Senaryoyu okuduğumda şunu düşündüm: Bu adam nasıl hayatıma böyle giriyor? Ara’da (2008) da öyle olmuştu. Yarı Fransa’da, yarı Türkiye’de büyümüş genç bir kadını oynamıştım o filmde. Onun gibi arada kalmış bir ruh halindeydim ve o malzemeyi çok iyi kullanabilmiştim. Bu hikâyede ise gerçekleşmemiş bir aşk hikâyesi var. Yeşilçam filmleri izleyerek büyüdüm, çok iyi bildiğim bu filmlerdeki gibi bir aşk var Aşk, Büyü vs.’de. Senaryoyu okuduğum günlerde ben de ayrılık yaşıyordum, hayatta seçtiklerim ve seçmediklerim üzerine düşünüyordum. Çok canım sıkıldığında yazarım, yazıyorsam mutlu değilimdir. Reyhan’ın Eren’e söylediği bir cümle var: “Şifa niyetine yazdım o mektupları ve birine bile cevap vermedin.” Öyle anladığım bir yeri vardı ki Reyhan’ın…
Reyhan kapalı bir karakter, sonradan açılıyor. Bense fazla açıklığıyla sorun yaşamış biriyim hayatta. Dolayısıyla, zorlayıcıydı. Sadece dinleyerek oynamak hem en güzeli hem de en zoru. Dinlerken oynuyorsan eğer, o karakteri çıkartmışsındır.
2011’de çektiğimiz Can (yön. Raşit Çelikezer) filmindeki Ayşe de öyleydi. Bir süre Amerika’da kalmıştım, geçmişim, eğitimim, şehirli olmam dolayısıyla bana o tür roller geliyordu. Halbuki ben eski tarz kast kafasına inanmıyorum, oyunculukta dönüşüme inanıyorum, onu yapmaya uğraşıyorum. Dünyada bu böyle değil artık. Yale mezunu Merly Streep, August: Osage Conty’de (“Aile Sırları”, John Wells, 2014) Güneyli alkolik anneyi oynar mesela. Charlize Theron Monster’la (“Cani”, Patty Jenkins, 2004) Oscar aldı… Can’da temizlikçilik yapan, ilkokul mezunu, Orta Anadolu’dan İstanbul’a göçmüş bir Ayşe’yi oynadım. Bazı roller oyuncular için dönüm noktası oluyor. Mesleğinde de, hayat bilgisi olarak da başka bir seviyeye taşıyor. Benim için Ara’daki Gül, Can’daki Ayşe, Aşk, Büyü vs.’nin Reyhan’ı da öyle.
Reyhan’ı ilginç kılan ne oldu? Bir oyuncu iyi bir rolün kokusunu nasıl alır?
Okuduğum anda anladım! Ümit’in senaryoda kurduğu kadının sadeliği, yirmi yıl kendini gerçekleştirememişliği büyük bir malzeme sunuyordu. Reyhan kapalı bir karakter, sonradan açılıyor. Bense fazla açıklığıyla sorun yaşamış biriyim hayatta. Reyhan konuşmuyor çok uzun süre. Dolayısıyla, zorlayıcıydı. Sadece dinleyerek oynamak hem en güzeli hem de en zoru. Dinlerken oynuyorsan eğer, o karakteri çıkartmışsındır.
Aşk, Büyü vs.’nin meselesinin orta yerinde iki kadının aşkı ve içine doğdukları sınıflar arasındaki çelişkiler var.
Filmin son sahnelerinde bir tiradda şöyle diyor Reyhan: “Bir adama takılıp tüm Türkiye’yi gezdim, Gürcistan sınırına bile gittim, ne varsa anasının dininde…” İnsanın kendini gerçekleştirememesi öyle kolay bir laf değil. İnsanı hasta ediyor bu, kendini sabote edici süreçler, seneler, ilişkiler yaratıyor. Reyhan bunların sonunda, daha sakin bir limanda takıldığı bir sırada hayat ona cevabı yolluyor. O cevap da bu aşkın diğer insanı Eren. Romeo ve Juliet’te de düşman ailelerin çocukları birbirlerini isterler; düşmanlığın, o sıradaki konjonktürün önemi yoktur. Yeşilçam kültürü de zengin kız – fakir oğlan ya da tersi aşkı tarif ediyor. Ümit iki kadının aşkının arasına bu şablonu koydu. Aynı cinsten iki insanın birbirine âşık olması insanlık tarihinden beri var.
Eren’i oynayan Ece Dizdar ve Ümit Ünal ile uzun provalar yapmışsınız. O buluşmalarda en çok neyi konuştunuz?
Senaryoda bazı değişiklikler yaptık, mesela ilk final başkaydı. Üçümüz çok konuştuk. Ümit değişikliğe açık bir yönetmen, iki erişkin kadın olarak bizim fikrimizi aldı ve hem kadın kadına aşk hem de olayların çözümü konusundaki önerilerimize katıldı. Bir sene bu role çalıştığımız için de bu film bu kadar iyi. Ortak paydaya gelmek zaman alıyor. Birçok sahne tek plan çekildi. Bir oyuncu için bir şanstır bu.
Bu sezon bir de Das Das’ta tek kişilik oyununuz Güle Güle Diva’yla sahnedesiniz, oyunda anlatıcı Günseli 11 farklı kadın karaktere bürünüyor, bir taşra kasabasındaki tanıdığı kadınlarla yaşadığı olayları anlatıyor. Günseli nasıl bir kadın?
Günseli insanları ve şartları dinleyip hayata tepkisini, cevabını en doğal ve realist yerden veren bir kadın. Okumaya meraklı olup üniversiteye gidememiş kadınların hikâyesi var oyunda. Ama bunu dram haline getirmiyorlar. “Ben okuyamadım” demiyor, “ben evlendim, bana işi bıraktırdılar” diyor. Öfkeyle değil, kabullenerek hayatla başa çıkmış bir kadın. Öfke itici bir güç olabilir, ama bazen öfkenin içinde kalıyor ve kendini değiştirecek yere geçemiyor insan. “Yoo başka şansım yoktu, üniversiteye gidemedim, evlendim. Çocuk yap dediler, yaptım.” İlk fırsat bulduğunda da, öyle istediği için, yani bir şeyden etkilenerek değil de, ruhu istediği için kitap okuyan bir kadın. Sonra Cahit’le ilişkisi olmuş. Kendini dinleyip kendini gerçekleştirmek için, o şartlarda kapalı bir şekilde yapabildiğini yapmış, çünkü açık yaşanma ihtimali yok bunun o sınıfta, bu ülkede.
Firuze Engin’in yazıp yönettiği Güle Güle Diva için nasıl yola çıkmıştınız?
Firuze’yi Cambazın Cenazesi’nden beri çok beğeniyordum. Boğulduğum bir dönemde Firuze’yi aradım, bir kahve içelim dedim. Yedi senelik bir ilişkinin sonunda bir ayrılık yaşamıştım. O sırada annem çok ağır bir hastalığa yakalandı. Kanserin son evresindeydi; hayatımı yıkıp yeniden kurmam gerekiyordu. Vaktimin çoğu hastanelerde geçiyordu. Firuze de o sırada benzer bir süreçten geçiyordu. Aralarda buluşup çalışıyorduk. Çalışmak, hikâye anlatmak iyi geliyordu, özellikle tiyatro. O tuhaf kafa yapımıza bir ekibi katmak gibi bir durumumuz, gücümüz yoktu. Günseli dışındaki karakterleri Firuze’nin ön yazımları üzerine doğaçlamalarla geliştirdik. Günseli ölürken, “İçime bir sakinlik girdi, Allah’ım ömrüm ne kadar güzel bir yerde bitiyor. Düşmanlık yok, hınç yok. Tepemin üstündeki makine dııııt” diyor… İşte böyle yargısız, hırslarından arınmış, sadece yaşayan biri ve ölmeyi de böyle kabul ediyor.
Aşk, Büyü vs.’nin Eren’i ilkgençliklerinde Reyhan’la yaşadıklarını hayatı boyunca idealize etmiş ve o yarım kalmışlıkla bir nevi “drama queen” gibi davranıyor. Reyhan ise o yarayı hep hissederek, kalbi sızlayarak hayatına devam etmiş.
Çünkü Reyhan’a drama queen olmamayı hayat öğretmiş. Hayat ona “bok drama queen olabilirsin” demiş. Alt sınıfı oynadığında ezik, kendine acıyan, biraz mazluma yatan birine bürünürsün refleks olarak. Benim de oyuncu olarak böyle bir sorunum vardı. Firuze buna hep karşı çıktı. O yüzden Günseli benim için de çok farklı. Günseli “fakirim, yoksulum, alt sınıftanım” diye görmüyor kendini, hiçbir şeyden az görmüyor. Firuze de bana “sen de böyle görme” dedi. Böyle bir rol için yönetmenin oyuncuya vereceği muhteşem bir bilgiydi. Firuze Engin’i de, Ümit Ünal’ı da tesadüfen bulmamışım. Günseli “Âşık mı oldunuz? Beter olun” diyor. Olabilecek en doğal biçimde söylüyor. Bu doğallık her şeyi hafifletiyor. Alt sınıf karakterleri mağduriyet üzerinden ve oradan çıkan öfkeyle oynamak çok da doğru değil her zaman.
Oyunculuğunuz, rollerinize bakış açınız yıllar içinde değişip dönüştü mü?
Oynamak o ânın, o durumun içinde olmak, aklınla bu duruma zemin yaratıp ruhunu ortaya koymak demek. Ben herhalde Actors Studio tarzı tekniklere yakınım. Oyuncunun fiziksel ve ruhsal olarak kendini hazırlaması, ânın içinde o yeni kurulmuş gerçeğe girip çıkması hoşuma gidiyor. Amerika’dayken oyuncu koçu bir arkadaşım “tüm oyunculuk yöntemleri, oyuncunun en yüksek ve gerçek performansına ulaşması için kendi blokajlarından kurtulma yöntemidir” demişti. Kimde ne daha işe yarıyorsa o senin kendi yöntemindir. Ne kadar donanımlı olursan, o kadar çok teknik ve malzemen oluyor elinde, her türe hazır oluyorsun.
Günseli “Âşık mı oldunuz? Beter olun” diyor. Olabilecek en doğal biçimde söylüyor. Bu doğallık her şeyi hafifletiyor. Alt sınıftan karakterleri mağduriyet üzerinden ve oradan çıkan öfkeyle oynamak çok da doğru değil her zaman.
Oyuncu olmaya nasıl karar vermiştiniz?
Hayatta yapmam gerekeni daha çocukken hissetmişim, ortaokulda hatta. Haldun Dormen’in bir lafı vardır, “Doktorlar hayatla, biz hikâyelerle oynuyoruz” diye. Hikâyeler insanları besliyor, nefes aldırıyor. İlkokul beşinci sınıfta sunuculuk yapmıştım. Çok içine kapanık bir çocuktum, ama çok iyi hissetmiştim kendimi. Sunucuyken de hikâyeler anlatıyordum, annem beni çalıştırmıştı. Sonra Avusturya Lisesi tiyatro grubuna girdim. Sen seversen o da seni sever gibi bakıyorum. Çok yaramaz bir çocuktum, sınıftan atılırdım, ama kompozisyonum lisede panolara asılırdı. Demek ki anlatmak isteyen biriymişim. Sonra Boğaziçi’ne, kimyaya girdim. Oyunculuk bölümü olmayan bir yere oyuncu olmak için girmek bayağı manyak bir durum. (gülüyor) Ama orada ilk olarak tiyatrocuları buldum. Boğaziçi Oyuncuları’yla tanıştım, onların bir kolu da BGST’ydi, birlikte Fırtına’yı oynadık. Boğaziçi Oyuncuları’nda roller arasında hiyerarşi olmazdı, her role eşit değer vermeyi öğreniyorduk, ama Fırtına’daki Miranda rolü hayatımın başrollerinden biridir. Sonra bir sene de Işıl Kasapoğlu’nun öğrencisi oldum. Akademi İstanbul’da bir yıl burslu okudum. Boğaziçi’nden bütün arkadaşlarım Amerika’daydı ve bir bursla Chicago’ya gittim. Chicago’ya gitmeden önce, bir yıl Levent Kırca Tiyatrosu’nda Zengin ve Yoksul adlı oyunda oynadım.
Usta-çırak ilişkisine inanır mısınız?
Çok inanırım, o gelenekten geliyorum. Ümit Ünal’ı ustam olarak sayarım mesela. Nihal Koldaş, Ayşenil Şamlıoğlu, –uzaktan da olsa– İpek Bilgin her zaman takiplerinde olduğum, eğitimci ve araştırmacı kimlikleriyle hayran olduğum oyuncular. Zor bir işimiz var, egolar, rekabet gibi zehirlenmelerden korunmayı öğrenmek gerekiyor, hatta ilk yapılması gereken şey bu. İşin özüne odaklanmak, çalışmak, öğrenmek, üretmek, hikâyelere heyecan duymak gerekiyor…
Express, sayı 171, Kış 2019-20