Usta yönetmen Ümit Ünal son filmi Aşk, büyü vs.’de iki kadının aşkı üzerinden, yine sessiz ve derinden, hayatlarımızı karartan kalıpları oyunbazlığı elden bırakmadan sorgulamaya devam ediyor. Ünal’ın kapısını çaldık, cinsellikten sınıf yaralarına, eşcinsel hareketten fala, büyüye, zombilerden dünyanın ahvaline, itirazlarını, filmlerinin ortak temalarını kurcalamaya devam ettik. Özel bir gösterim sayesinde izleyebildiğimiz bu güzel film 56. Antalya Film Festivali’nde gösterilecek. Umarız yeni Türkiye’de sinemalarda da seyircisiyle buluşabilir.
Aşk, büyü, vs.’nin açılışında, bir içses duyuyoruz. Ana karakterlerden biri diğerini ne kadar özlediğini anlatıyor; “parmaklarını, saçlarını…” diye sıralıyordu galiba… Seyrederken bir anlığına bu sahne Godard’ın Mépris’sini çağrıştırdı. Alberto Moravia’nın Küçümseme (Le Mépris) romanından Godard’ın sinemaya aktardığı, Türkiye’de maalesef Nefret adıyla gösterilen filmin açılış sahnesi de Brigitte Bardot’nun yatakta kocasına “ayaklarımı seviyor musun, ayak bileklerimi seviyor musun, dizlerimi, omuzlarımı seviyor musun?..” sorularıyla uzayıp gider.
Bu çağrışım bir yana, iki sahne birbirinden çok farklı. Mépris’de bu sahnede Bardot çırılçıplak yatakta uzanmıştır. Aşk, büyü, vs.’de ise Eren vapurda giderken ya da yolda yürürken işitiyoruz bu içsesi. Filmin hemen hemen tamamında tensel tutku, arzu, erotizm daha çok kelimelerle, sözle yansıtılıyor. Kadın bedenine –ya da bedene– böyle “parçalı” bakış… ne anlama geliyor sizin için? Öte yandan, erotizmi kelimelerle, sözle yansıtma daha güçlü bir ifade biçimi mi?
Ümit Ünal: Le Mépris’yi görmedim. Ama Godard’ı tanıyınca, mutlaka ironik bir eleştiri söz konusu olmalı diye tahmin ediyorum o sahnede. Bir kadına bütün halinde bakamayan erkek bakış açısını eleştiriyor. Bu erkek bakışı kadını ancak “hayran olunası” vücut parçaları, ayrıntıları düzeyinde algılayabilir ve sevebilir demek istiyor sanki. (gülüyor) Filmi görmediğim için biraz rüya yorumu gibi oldu. Aşk, Büyü vs.’nin başında duyduğumuz cümleler bir mektuptan. Yirmi yıl önce Reyhan’ın Eren’e yazdığı bir dizi mektuptan birinde, genç Reyhan Eren’e sesleniyor. Sevdiğinin “her yerine hasret” olduğunu söylüyor. “…bakışların, kokuların, fısıltıların ve saçlarının başladığı noktadan ayak parmaklarının bittiği son noktaya kadar her hücren ve hepsinin ürettiği her kelime, her hareket…” Sanırım burada sadece bedenle ya da erotizmle sınırlı olmayan daha bütüncül bir bakış söz konusu. Bir insanı tüm varlığıyla, her şeyiyle sevmek ve özlemek…
Yazdığım, çektiğim her şeyi birleştiren ana başlık bir tür itiraz duygusu. Kadınlar bu dünyada en çok haksızlığa uğrayan, “en büyük azınlık”. Kendi dertlerimi kadın kahramanlar üzerinden anlatmak doğal bir refleks gibi, içimden gelen bu.
Bu arada, iki filmin de fonunda ada var, Mépris Capri adasında geçiyor… Godard demişken, Godard sinemasını nasıl bulursunuz, sizde özel bir yeri var mı?
Godard, sinema okuduğumuz yıllarda derslerde ve İzmir Fransız Kültür Merkezi’ndeki gösterimlerde keşfettiğimiz ve elbette etkilendiğimiz bir yönetmendi. Bende Serseri Aşıklar, Alphaville, Çılgın Pierrot, Hayatını Yaşa, Weekend gibi erken dönem filmleri iz bırakmıştır. Filmleri görsel makalelere dönüştükçe açıkçası bir parça sıkıldım. Sinemanın tanrıları için bir Olimpos varsa, orada Antonioni, Bergman, Buñuel ya da Fellini’yi hayal ediyorum. Godard’ın da onların arasında olduğu muhakkak, ama ben bulunduğum yerden göremiyorum.
Daha önceki filmleriniz bir yana, yönetmenliğini yaptığınız son üç filmin üçü de, Nar, Sofra Sırları, Aşk, büyü, vs., kadın zaviyesinden, kadın gözüyle, kadın diliyle… Kadının perspektifiyle bakmayı tercih etmenizin sebebi ne? Niye ısrarla kadınlar üzerinden gidiyorsunuz? Kurcalamaya, deşmeye çalıştığınız “mesele” ne?
Sadece son filmler değil, ilk yazdığım senaryodan beri, yani otuz yıldan fazla, aynı yerden bakıyorum. Kadın karakterler işlerimde hep erkeklerden daha fazla yer kapladı, kaplıyor. Birinci neden şu olabilir: Yazdığım, çektiğim her şeyi birleştiren ana başlık sanırım bir tür itiraz duygusu, şahit olduğum haksızlıklara itiraz. Kadınlar bu dünyada en çok haksızlığa uğrayan, “en büyük azınlık”. Bu açıdan kadın hikâyeleri ister istemez işlerime konu oldu, oluyor. Kadınların dünyasına bakmak, kendi dertlerimi kadın kahramanlar üzerinden anlatmak doğal bir refleks gibi, içimden gelen bu. İkincisi: Hayat boyu benden beklenen toplumsal, cinsel davranış kalıplarına uyamadım. Denemedim değil, zaman zaman denedim, ama olamadı. Bulunduğum hemen her ortamda kendimi yabancı bir misafir gibi hissettim hep. Hayat boyu uyumsuzlarla, kendisine sunulan hazır “normal” kalıpları reddedenlerle ya da haksızlığa uğrayıp kenara itilenlerle özdeşleştim. Erkek ya da kadın, bildik dünyalar ilgimi çekmiyor. Yazdığım karakterler çoğunlukla “erkeksi” ve “kadınsı” kalıplardan uzak, beklentilere aykırı, hayatın kenarında yaşayan insanlar.
Bir erkek senaryo yazarı ve yönetmen için kadın karakterleri şekillendirmek, konuşturmak farklı bir zorluk ya da farklı bir yaklaşım getiriyor mu? “Kadın dili” diye bir şey var mı? Yoksa, karakterin kişiliği, mesleği, sınıfı, kültürü gibi diğer özellikleri daha mı belirleyici?
Kadın ya da erkek olsun, yarattığınız bir karakteri karakter yapabilmek için, seyircinin gözünde gerçek biri gibi canlandırabilmek için, ona özgü bir ses ve konuşma şekli bulmanız şart. O özgün sesi bulmak ve film boyunca tutarlı bir şekilde sürdürebilmek senaryo yazmanın en zor kısımlarından biri. Sokakta, vapurda, metroda, sürekli gözlem yapıyorum ve insanları dinliyorum. Konuştukları konu pek umurumda değil, o farklı sesleri yakalamaya çalışıyorum. Hiç tanımadığım insanların konuşmaları, konuşma bozuklukları, hataları, dil şakaları, aksanları yaptığım filmlere yansıyor. İtiraf edeyim, sıradan erkek karakterleri konuştururken biraz daha zorluk çekiyorum. Çünkü konuşabilecekleri konuların çoğunu ayrıntısıyla bilmiyorum. Birkaç yıl önce bir dizinin diyaloglarını yazıyordum. Her hafta yeni bölümün tretmanı geliyordu, benden karakterleri doğal ve akıcı bir şekilde konuşturmam bekleniyordu. Tretmanı yazan arkadaşlar bir sahne tasarlamışlar: Bir kadın karakter, “erkek muhabbeti” olarak görülen arabalardan ne kadar iyi anladığını göstererek, sevgilisini etkileyecek. O sahnenin diyaloglarını yazabilmek için internette araştırma yapıp bilen birilerine danışmam gerekti. (gülüyor) Konu arabalar değil de futbol olsa aynı şey olacaktı.
Eşcinsel evlilik, eşcinsellerin romantik bir kaprisi gibi görülüyor. Evet, romantik bir tarafı da var belki. Ama aynı zamanda son derece pratik, hayati sebepleri olan bir istek. Evlat edinme hakkı için de benzer düşünüyorum.
Sofra Sırları’nda filmin merkezinde klasik, orta sınıf, kadınları boğan, kasvetli, erkek-merkezli, heteroseksüel bir evlilik var. Bunun yanında, yine tıpatıp benzer iki evli çift daha görüyoruz. Erkeklerin üçü aynı işyerinde çalışıyor, aynı tezgâhların içinde, aynı kadına kur yapıyorlar. Kadınlar da kocaları üzerinden birbirleriyle arkadaş. Üç kadının da rahat nefes alabilmesi, içlerinden geleni, arzularını gerçekleştirebilmeleri ancak kocalarının ölmesiyle mümkün olabiliyor. Heteroseksüel evlilik ve kadının kaçınılmaz mutsuzluğu…
Bunlar herkesin bildiği, gözlemlediği, ama çoğu zaman yüksek sesle dile getirmediği sırlar. (gülüyor) Bu ülkede, dünyanın pek çok yerinde, insanların çoğu, çok genç yaşta, hazır olmadıkları bir evliliğe zorlanıyor. Zorlama olmasa da “İnsanlar doğar, büyür, okula gider, evlenir, işe girer, çocuk yapar, sigortası olur, bir ev, bir araba…” döngüsü içinde otomatikman evleniveriyorlar. Uzun vadede özellikle kadınlar için evlilik bir tür hapishaneye dönüşüyor.
Nar’da ise eşcinsel bir çift var. Sofra Sırları’ndaki bezgin heteroseksüel evliliklerin aksine, buradaki tutkulu bir ilişki, ama büyük bir hayal kırıklığıyla sonlanıyor. Evlilik “kurumu”na nasıl bakıyorsunuz? Heteroseksüel ya da gay beraberlikte çiftlerin rolleri ne kadar farklı?
Virginia Woolf’un Orlando romanı yüzyıllara yayılan bir ömür boyunca önce erkek, sonra kadın, sonra yine erkek olan, cinsiyetler arasında gezinen bir karakteri anlatır. Orlando hayatının aşkını uzaktan ilk kez gördüğünde erkek sanır, yaklaşınca genç bir kadın olduğunu anlar. İnsan yalnız yaşamayı sevmeyen bir mahluk. Bence hepimiz, bir nikâh olsun olmasın, çift olmak, eşimizi bulmak istiyoruz. Kafamızda bir “iyi eş” fikri var, onu arıyoruz. Şanslı olanlar uzun süreli ilişkiler kurabiliyor. Bazısı ömür boyu uzun yalnızlıklar yaşıyor. Bazısı iki gün biriyle üç gün başkasıyla savruluyor, ki bu da çok daha koyu bir yalnızlık türü. Ama bence ilişkiler hiçbir dış yargıyı, kuralı kaldırmıyor. İki insan arasında arzunun doğuşu, birlikte olmaya karar veriş, uzun bir birlikteliğin içindeki incecik dengeler… Bunlar çok esrarlı, çok karmaşık süreçler bence. Uzun bir ilişki yaşayan iki insanın arasında neler olduğunu, hangi sessiz dengelerin kurulduğunu dışarıdan bakanların bilmesine imkân yok. Öte yandan, evlilik iki insanın kendi aralarındaki özel ilişki haricinde toplumsal bir sözleşme. İnsan sadece eşine değil, topluma da bir söz veriyor. Bu da toplumsal cinsiyetin beklentilerini, kalıplarını dayatıyor. Baş başa kaldıklarında çok ılımlı, özgür, kuraldışı davranan bir kadın ve bir erkek sokakta yürürken ya da geniş bir aile toplantısında o beklentilerin gerektirdiği kalıplara göre hareket edebiliyor. Eşcinsel ilişkilerin en azından bu maskelerden kısmen bağımsız olduğu söylenebilir. “Bağımsız” derken oksimoron yaptığımın farkındayım. Bizimki gibi ülkelerde eşcinsel aşkların çoğu dış baskılar yüzünden uzun bir ilişkiye dönüşemiyor. Dönüşebilenlerin büyük çoğunluğu gizli yaşanıyor. Kadın-erkek ilişkisini boğan, birçok insana hayatı, aşkı, cinselliği zehir eden şeyler aslında aynen eşcinsel çiftler arasında da geçerli. Baskılardan, suçluluk duygusundan, takıntılardan sıyrılıp olgun, karşılıklı bir ilişki kurabilmek çok zor bir iş.
Gay’lerin resmen evli statüsü ve çocuk edinme hakkı çok tartışıldı, epey bir mücadelenin sonunda birçok Batı ülkesinde bu hak kazanıldı. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Düşünün ki, eşiniz ciddi bir rahatsızlıkla hastaneye kaldırıldı. Onun yanında kalmak, her şeyine destek olmak istersiniz, evde duramazsınız zaten. Ama eğer bizimki gibi bir ülkede eşcinsel bir çiftseniz, birinci derece yakını olmadığınız için bunu yapamayacaksınız. Diyelim ki, eşiniz aniden öldü, oturduğunuz ev resmen ona aitti. Eğer eşcinsel bir ilişki içindeyseniz, yıllarca o evde oturmuş ve her şeyinizi paylaşmış bile olsanız, eviniz üzerinde bir hak iddia edemeyeceksiniz. Bunun gibi binlerce örnek verilebilir. Eşcinsel evlilik, eşcinsellerin romantik bir kaprisi gibi görülüyor. Evet, romantik bir tarafı da var belki. Ama aynı zamanda son derece pratik, hayati sebepleri olan bir istek. Evlat edinme hakkı için de benzer düşünüyorum. Gayet iyi anne-babalık edebilecek eşcinseller tanıyorum. Dünyada da bunun sayısız örneği yaşanıyor. Elbette dünyada ne kadar aptal, dağınık, hasta, sorumsuz, kendi hayatına bile sahip çıkamayan heteroseksüel kadın ya da erkek varsa, eşcinsellerin içinde de var. Ama birinci gruptakilerin çocuk yetiştirme ehliyetini kimse sorgulamıyor.
Zengin ve eğitimli bir çevrede, bir eşcinsel her şeye rağmen cinselliğini daha özgür yaşayabilir. Bir alışveriş merkezinde, varoşlardan gelen bir tezgahtar eşcinsel olduğu için işini kaybedebilir, trans biri zaten iş bile bulamayabilir. Ama mağazanın açıkça eşcinsel müşterilerine herkes saygıyla yol verir.
Nar’da da Aşk, büyü, vs.’de de çiftler lezbiyen. İki erkeğin ilişkisi yerine neden iki kadının ilişkisi?
Çünkü paşa gönlüm öyle istedi. (gülüyor) Nar’da hikâyenin kurulabilmesi için gerekiyordu. Hikâye bir yanlış anlamayla başlıyor, falcı Asuman, Doktor Sema ile konuşmak için evine gidiyor. Sonra evde bulup konuştuğu kadının Sema değil, onun taklidini yapan Sema’nın sevgilisi Deniz olduğunu öğreniyoruz. Bu karışıklığı yaratabilmek için iki kadın şarttı. Elbette bu bir kardeş ya da anne-kız ilişkisi de olabilirdi, ama insan kardeşinin bir sahtekâr olduğunu öğrenince üzülse de, hayatı sarsılmayabilir. Oysa aynı şey sevgilin için olunca gerçekten dünyan değişir diye düşündüm. Diğer filmlerimde sadece kadın eşcinselleri değil, erkekleri de anlattım. 9’da, Ara’da, Anlat İstanbul’da eşcinsel erkekler vardı. Sonraki filmlerde de olabilir.
Aşk, Büyü, vs.’de lezbiyen oldukları için hayatları, hayatlarının yirmi yılı karartılmış iki genç kadını görüyoruz. Gay ilişkileri anlatan filmlerin çoğu da yaşanan trajediler, zorluklar, acılar üzerine. Ama öte yandan, bu filmlere uygulanan sansürün klişe gerekçesi “eşcinselliği teşvik etmek”tir…
Bu kalıp çok yeni değil. Eşcinselliğin “ülkemizi zayıflatmak için emperyalizm tarafından teşvik edildiği” iddiası eskiden kendine sol diyenler tarafından dile getirilmişti. Anlaşılan, son zamanda sağcılar da konuya ilgi duymaya başlamış. Son günlerde kimi köşe yazarları internet kanallarında vs. eşcinselliğe “özendiren” dizilerin, filmlerin boy gösterdiğini yazıyorlar. Sanki insanın cinsel davranışı “özenerek” değişebilirmiş gibi. Bu bana Fassbinder’in Satan’s Brew filminden bir sahneyi hatırlatıyor. Filmde başarısız bir şair/yazar yeni kitabını bitirme bunalımı sırasında hayran olduğu tüm yazarların eşcinsel olduğunu farkeder. Kendisi heteroseksüeldir, ama belki daha iyi bir yazar olurum umuduyla eşcinselliği “denemeye” karar verir. Bir genel tuvalette adamın birine yanaşır; iriyarı, sakallı bıyıklı adam da ona ilgi gösterir ve hemen oral seks önerir. Kötü yazar paniğe kapılıp kusarak kaçar.
Bu “özendirme” saçmalıklarını yazan adamların herhalde eşcinsellikten, daha doğrusu genel mânâda cinsellikten haberleri yok. Kocaman pankartlara basit bir dille yazıp ezberletmek lâzım bunlara: İnsan cinsel kimliğini mahallenin yakışıklı abisi sigara içti diye sigaraya özenir gibi seçemez, zorla, “tedaviyle” değiştiremez. Bu doğuştan gelen, “fıtratımızda” olan bir şey. İnsan ancak cinsel kimliğini özgürce yaşayabilirse mutlu olur. Baskıyla, suçluluk duygusuyla cinsel kimliğini gizleyen insanlar zamanla kendinden ve cinsellikten tiksinip hastalanır. Ülkemizde kadın-erkek-çocuk dinlemeden ırza geçmeyi ve öldürmeyi cinsellik sanan karanlık bir erkek güruhu var. Erkeklerin bunca cinsel suç işlediği bir ülkede bir parça düzelebilmek ve insanca yaşayabilmek için, sadece eşcinselliğin değil, tüm cinsel konuların özgürce konuşulması ve görünür olması şart. Bunlar çok basit gerçekler. Ama kabul edilmesi kuşaklar boyu acılara mâlolabiliyor.
Artık gizli saklı bir şey yok, dünya muktedirlerinin bilinçaltı lağım gibi patladı. Trump akıl sağlığından emin olamayacağımız biri belki, ama dünyanın işleyişinin gerçek bir aynası. Durum gerçekten vahim. Bize de Hamlet gibi deli rolü yapmak kaldı sanırım.
Bir de dediğiniz gibi, eşcinsel konuları işleyen filmlerin hemen hemen hepsi, acı çeken eşcinsellerden, eşcinsel olmanın feci zorluklarından bahsediyor. Bu filmlere bakıp da eşcinselliğe özenecek birileri gerçekten varsa, helal olsun demek gerek. Zaten önlerinde hiçbir engel duramaz.
LGBTİ hareketin yürüttüğü mücadelenin de sonucu olarak dünyada ve Türkiye’de hayatın bir nebze kolaylaştığını düşünüyor musunuz?
Elbette Batı’da yasal kazanımlar elde edildi. Birçok ülkede eşcinseller evlilik, evlat edinme gibi konularda eşit haklara sahip oldular. Türkiye’de de ilkgençlik yıllarımızda hayal edilemeyecek şeyler oluyor: Etkin çalışan, yol gösterici sivil toplum kuruluşları var, Kaos GL, Pembe Hayat, Lambda gibi. Sonra Kuir Fest gibi sadece LGBT ve queer filmlere yönelik bir film festivali var mesela. Tiyatroda çok sık LGBT temalı oyunlarla karşılaşabiliyoruz. Öte yandan, devlet yıllarca sorunsuz yapılmış Onur Yürüyüşü’nü ya da Kuir Fest’i güvenlik gerekçesiyle yasaklayabiliyor. Eşcinseller sık sık örtülü ya da açık şiddete maruz kalabiliyor. Toplumun bilinçaltında birikmiş önyargılar yasalardan çok daha yavaş ve zor değişiyor. Bu yüzden bu bugünden yarına bitecek bir mücadele değil.
Sinemada cinselliğe ve eşcinselliğe bakışta muhafazakârlıkta, sansürde, otosansürde nasıl bir yerdeyiz? Yıllar içinde nasıl dalgalanmalar oldu, oluyor?
Çok değil, yüz yıl öncesine kadar Batı’da bir kadın ve erkek arasındaki “normal” cinselliğe bakış suçluluk duygusuyla yoğrulmuştu. İngiltere’de, Victoria döneminde “bacak” kelimesinden utandıkları için tavuk buduna “baget” ya da “drumstick” demişler. Piyanoların bacaklarını bile örterlermiş. Victorian ahlâk açısından kadının seks sırasında hareket etmesi ve ses çıkarması bile sorun sayılırmış. Aynı zamanda en korkunç seks suçlarının, seri cinayetlerin işlendiği dönem bu. Sonra Philip Larkin’in dediği gibi: “Cinsel birleşme başladı / Bin dokuz yüz altmış üçte.” Biz iki yüzyıl geriden geldiğimiz için Victoria dönemini yeni yaşıyoruz.
Atıf Yılmaz’ın Düş Gezginleri (1992) filmi iki kadın arasındaki aşkı anlatır. Yapıldığı dönemde gişe rekoru kırmıştı. O zaman sinemaya giden insanlar yok olmadılar. Ama iklim değişti ve 27 yıl sonra ben, Aşk, Büyü vs.’nin sinemada gösterime girebileceğinden kuşkuluyum. Filmi yapmak için ilk adımları attığım, finans aradığım dönemde hiçbir ticari yapımcı ilgilenmedi, bahsini bile duymak istemedi kimse. Dağıtımcılar ne kadar ilgilenecek, bilmiyorum. Dönemsel değişiklikler bu örnekle özetlenebilir.
Aşk, Büyü vs.’de Reyhan ve Eren ilişkisinde keskin bir sınıfsal ayrım da var. Eren’in zengin ve muktedir bir babanın, Reyhan’ın ise yoksul ve güçsüz bir babanın kızı olması gay’liklerini, bunun toplumsal boyutunu yaşamalarını nasıl etkiliyor, hangi açılardan farklılaştırıyor?
Elbette bizimki gibi ülkelerde zengin ve muktedir olduğunuzda, seyahat, beslenme, sağlık konularında olduğu gibi cinsel açıdan da daha avantajlı konumdasınız. Zengin ve eğitimli bir çevrede, bir eşcinsel her şeye rağmen cinselliğini daha özgür yaşayabilir. Bir alışveriş merkezinde, varoşlardan gelen bir tezgahtar eşcinsel olduğu için işini kaybedebilir, trans biri zaten iş bile bulamayabilir. Ama mağazanın açıkça eşcinsel müşterilerine herkes saygıyla yol verir. Reyhan’ın filmin sonuna doğru söylediği “Bu ilişkide neden bütün belalar beni buluyor?” sözü bu açıdan mânâlı.
Aşk, Büyü vs.’de Reyhan’la Eren de bir ara “zengin kız/fakir kız” klişesi mavrası yapıyor. Sınıf ayrımı, sınıfsal çarpışma bu filmde de, Nar’da da çok güçlü. Sınıfsal perspektif hikâyeyi kurarken ana taşıyıcı mı?
Bizi ayıran ve birleştiren tek şey sınıf değil, ama hangi sınıftan geldiğin eğitimini, dilini, besin zincirindeki yerini, nasıl yaşadığını ve nasıl öldüğünü saptıyor. Dünyaya dikkatle bakan birinin sınıfsal ayrımları görmemesi, sınıfsal meseleleri işin omurgasına yerleştirmemesi imkânsız bence.
Uyumsuzlarla, kendisine sunulan hazır “normal” kalıpları reddedenler ya da haksızlığa uğrayıp kenara itilenlerle özdeşleştim hep. Erkek ya da kadın, bildik dünyalar ilgimi çekmiyor. Yazdığım karakterler çoğunlukla “erkeksi” ve “kadınsı” kalıplardan uzak, beklentilere aykırı, hayatın kenarında yaşayan insanlar.
Kaba klişelere düşmeden sınıf perspektifli film yapmak çok da kolay değil. Bu açıdan beğendiğiniz sinemacılar kimler?
Mike Leigh harika. Express’le söyleşilerimizde Buñuel’in adı sık geçiyor. Yine geçsin, Viridiana. Burjuvazi’nin Gizli Çekiciliği desem yeter. Çok yeni gördüğüm bir film var, Parazit. Bong Joon-Ho’nun filmi. Filmin sınıfsal ayrımlara bakışını fazla şematik bulan bir eleştiri de okudum, ama ben çarpıldım, çok büyük film.
Birbirlerinden uzak düştükleri yıllarda neler yaptıklarını anlatırlarken, Eren laf arasında tezini Lacan üzerine yazdığını söylüyor. Pazar arabasını sürüyerek yorgun, bezgin eve dönen Reyhan’la aralarındaki kontrastı vurgulayan herhangi bir örnek olsun diye mi bu ayrıntı? Yoksa özellikle mi Lacan?
Herhangi bir örnek. Eren çocukluklarında Reyhan karşısında entelektüel açıdan biraz ezilmiş. Reyhan fakir bir aileden gelmesine rağmen Eren’den çok daha fazla okuyan, merak eden, okuduklarını Eren’e de öğreten biriymiş. Yıllar içinde okumayı bırakmış, daha donuk biri olmuş. Eren laf arasına Lacan üzerine tez yazdığını sıkıştırarak hâlâ gençliğindeki Reyhan’a hava atmaya çalışıyor.
Büyü ve fal da filmlerinizde tekrarlanan önemli temalardan. Pozitif dünya ile ötesi arasındaki ilişki, inanıp inanmamak, aradaki muğlaklık… Burada ilginizi çeken ne?
Tam da o muğlaklık. İnanç meselelerinde beni en çok ilgilendiren şey bu. İnsanların hayatını soyut kavramlara duydukları inançlar yönetiyor. Benim metafizik inancım yok. Manevi ihtiyaçlarımı sanat, edebiyat ve sinema karşılıyor diyebilirim. Yani ortak bir insanlık fikrine, insanların her şeye rağmen sanat üzerinden birbirini anlayabileceğine “inanıyorum”. Sonuçta aşk da inanç meselesi. Diyelim ki, yirmi yıl önce aşk yaşadığınız birini unutamadınız, hep onu düşündünüz, yirmi yıl sonra onu bulup hâlâ aşık olduğunuzu söylüyorsunuz. Sonra da aslında yirmi yıl önce size bir aşk büyüsü yaptırdığını öğreniyorsunuz. Fala hiç inanmayan, tamamen “pozitivist” biri olsanız da, sadece bu aşkın hakikiliğini ölçmek için, bu büyüyü bozdurmak ister miydiniz? Yoksa “büyü müyü yok” deyip bırakır mıydınız? Ama ya büyü varsa ve aşkınız gerçek değilse? Bunun gibi sorularla oynamayı, seyircinin zihninde bu soruları çarpıştırmayı çok seviyorum. Çünkü aslında hayatımız bu sorular içinde geçiyor.
Filmlerinizde tekrarlayan temalar, hatta hem Sofra Sırları’nda, hem Aşk, büyü, vs.’de kadınların yorgun eşlerinin omuzlarını ovması gibi birbirine göz kırpan ortak sahnelerin olması, bu tür tekrarlar, filmlerin birbiriyle konuşması; bundan muradınız ne?
Yaptığım filmler aslında üslûp açısından, anlattıkları şeyler açısından birbirinden çok farklı. Her filmde farklı bir şeyler denemeye çalışıyorum. Ama o masaj sahnesi gibi, filmler arasında küçük göndermeler var, evet. Bunlar beni takip eden az sayıda seyirciye dostça bir göz kırpma gibi, sadece arkadaşların anlayacağı şakalar gibi.
İnsanların hayatını soyut kavramlara duydukları inançlar yönetiyor. Benim metafizik inancım yok. Manevi ihtiyaçlarımı sanat, edebiyat ve sinema karşılıyor. Yani ortak bir insanlık fikrine, insanların her şeye rağmen sanat üzerinden birbirini anlayabileceğine “inanıyorum”. Sonuçta aşk da inanç meselesi.
Filmi Büyükada’da çekmek taşra filmi/kent filmi kalıplarını da kırmış… Ayrıca, Büyükada kendine has mimarisiyle, doğasıyla fonda olmaktan öte bir yer tutuyorsa da, sanki bir yandan da hikâye Akdeniz coğrafyasında herhangi bir ülkede geçiyormuş gibi bir his uyandırıyor. Fransa’da da, Fas’ta ya da Yunanistan’da da olabiliriz. Çekimleri Büyükada’da yapmak nasıl bir boyut kattı filme?
Adayı 1985’te ilk gördüğümden beri, hep sevmiştim, ama yaklaşık üç buçuk yıl burada yaşayınca iyice bağlandım. Filmde Reyhan’ın yazdığı bir başka mektupta, adanın ayrıntılarından, kedilerinden, sokaklarından, bitkilerinden bahsediliyor. Ben de oradaki gibi adanın her ayrıntısını seviyorum. Kırık dökük sokaklarını, bakımsız sahilini, iskelelerini, vapurlarını, çam ormanlarını, şaşkın turistlerini, kedilerini seviyorum. Biraz uzak kalınca özlüyorum. Burası hem şehrin bir parçası hem de kendine özgü kültürü olan özel bir yer. Her gün en az bir saatlik yürüyüşler yapıyorum. Filmde kullandığım mekânlar, merdivenler, sokaklar o yürüyüşlerde şekillendi. Hepsinin daha önce fotoğraflarını çektim ve o fotoğraflarda geçen bir hikâye hayal etmeye başladım. Hikâye, evet, her yerde geçebilirdi, ama bir yandan da bir kozmopolit büyük şehir değil, içine kapalı bir kasaba, özel bir yer gerekiyordu. Ada bunun için biçilmiş kaftan oldu. Senaryoyu da burada yaşarken yazdığım için başka bir mekân düşünmedim hiç.
İki kadının eski büyüden kurtulmak için gittikleri bir muskacının biraz meczup, hayli münzevi, yaşını başını almış oğlunun ağzından dünyanın ahvaline dair acı gerçekleri dinliyoruz. Bu arada, filmin adı, “aşk, büyü, vesaire” de o konuşmada bu karakterin ağzından çıkıyor. Muskacının oğlunun zombiler üzerinden uyarısı bize ne anlatıyor?
Eskiden zombi filmlerinde, diyelim bir kasabanın ufak mezarlığından zombiler çıkar, filmin kahramanı yirmi-otuz, bilemedin yüz zombiyle uğraşırdı. Şimdi filmlerde illa ki dünya çapında zombi kıyameti kopuyor. World War Z filminde mesela, zombiler artık birer birer yok etmekle baş edilemeyecek, kitlesel bir şekilde yeryüzünden silinmesi gereken, tek tek algılanmayan, karınca ya da arı kovanı gibi birbirinin üzerine tırmanan mahluklar. Ortadoğu’da yüz binler öldürüldü. Hâlâ da sürüyor cinayetler. Bu filmler belki de cinayetlere uzaktan seyirci kalan herkesin vicdanını rahatlatmak için yapılıyor. Bu ölümleri nasıl açıklayacaklar? Dünyanın zihnine “bunlar insan değil, bunlar bozulmuş ve iflah olmayacak mahluklar, yok edilmeleri şart” fikrini çakarak. Filmde büyücünün oğlu zombileri böyle açıklıyor. Kendisini biraz delimsirek bir karakter gibi çizdim, Emrah Kolukısa da sağ olsun “deliliğinde bir düzen olan” bu deliyi çok güzel oynadı.
Bir savaşa sürüklendiğimiz şu günlerde dünyanın ahvalini, bizim ahvalimizi nasıl görüyorsunuz?
Ben köşemde zombiler falan birtakım mecazlarla uğraşırken mevcut Amerikan başkanı filmlere, zombilere, mecazlara hiç gerek duymadan Latin göçmenler için “bunlar insan değil” dedi. Bize de nasıl baktığını birkaç gün önceki bir konuşmasında gördük: “Bunları biraz çarpıştıracaksın, bırak çocuk gibi kavga etsinler, sonra da gidip ayıracaksın.” Yani artık gizli saklı bir şey yok, dünya muktedirlerinin bilinçaltı lağım gibi patladı. Trump her an görevini kaybetmek üzere olan, akıl sağlığından emin olamayacağımız biri belki, ama dünyanın işleyişinin gerçek bir aynası. Durum gerçekten vahim, giderek daha hızla kötüleşiyor. Bize de Hamlet gibi deli rolü yapmak kaldı sanırım.