Charles Baudelaire’in doğumunun 200. yılını kutlama şenliğinin üçüncü etabı. Duraklar Can Yücel’in ve Marx’ın “yöntemi”, Edgar Allan Poe’nun “Kalabalıkların Adamı” öyküsü, büyük harfli Merak, Tophane’de bir sokak, Baudelaire’in “dünya insanı”, Godard’ın Bir Artı Bir’i. Ve arada altı şarkı teneffüsü…
Çıkan kısmın özeti: İkinci etapta “modernitenin ilk sosyoloğu”ndan, Georg Simmel’den girmiş, onun yöntemi ve metinlerinde gezinmiş, Baudelaire’in Poe çevirilerinden çıkmıştık. Aradaki duraklar 20. yüzyılın ve günümüzün önde gelen düşünürleri, 19. yüzyılın ütopik sosyalistleri, Baudelaire ve Marx’ın dönemin etkili filozofu Proudhon’a bakışları ve bütün bu bağlantılı yollara dair çeşitli işaret levhaları ve anahtar kavramlardı.
Soundtrack ise “Dinner With Gershwin” (Donna Summer), “Mesafeler” (Erkin Koray), “I Got Rhythm” (George Gershwin), “Edgar Allan Poe” (Lou Reed) ve “Spleen” (Léo Ferré) şarkılarıydı.
İlk bölümdeki “beş esin –ve başvuru– kaynağı”na (“Dördü doğrudan Baudelaire’in kaleminden çıkanlar: Baudelaire’in Mektupları, Seçilmiş Şiirleri, Paris Sıkıntısı, Modern Hayatın Ressamı. Bir de –olmazsa olmaz– Sartre’ın Baudelaire’i”)[1], ikinci bölümde şu üçlüyü eklemiştik: Avangard Kuramı (Peter Brüger), Kültür ve Bireysellik (Georg Simmel derlemesi), Modern Kültürde Çatışma (George Simmel)[2]. Üçüncü bölümde bu dokuz esere Edgar Allan Poe –Bütün Hikâyeleri’ni[3] katarak “güzel 10’lu” yapıyoruz.
Sanatsal coşku ve akıl
İkinci bölümde Baudelaire’in annesine yazdığı, Poe’yu konu alan mektubu nakletmiştik. Bu bölüme annesinin Baudelaire’i konu alan bir mektubuyla başlayalım.
Madam Aupick ünlü bir şair olma yolundaki oğlunun o sıralarda yeni çıkan, çıkar çıkmaz büyük gürültü koparan, sansüre ve kovuşturmaya uğrayan, hızla kült statüsü kazanan şiir kitabı Kötülük Çiçekleri’ni ve art arda yayınlanan Poe çevirilerini, Charles’ın üvey kardeşine 1857 yılında yazdığı mektupta şöyle yorumluyor:
“Charles’ın büyük ve güzel bir üne doğru yürüdüğünü biliyor musun? Büyük heyecan uyandıran, ne yazık ki yer yer çirkin ve utandırıcı sahneler çizen Kötülük Çiçekleri büyük güzellikler taşıyor. İnsanı hayran kılan öyle dörtlükler var ki içinde. Charles’da yüksek bir yazma yeteneği var, Kötülük Çiçekleri sıradan bir eser olsaydı farkına varılmadan geçilirdi. Sanatsal bir coşku ve yükseliş fikir kısırlığından, basmakalıp düşüncelerden çok daha akla uygun değil mi?
Edgar Poe çevirilerine gelince: Üslûp bakımından olağanüstü, hatta hayret verici. İngilizceyi bu kadar mükemmel bilmesine şaşmadım. Geleceğine az da olsa güvenim artıyor.”
“Ne yazık ki yer yer çirkin ve utandırıcı sahneler çizen Kötülük Çiçekleri büyük güzellikler taşıyor. İnsanı hayran kılan öyle dörtlükler var ki içinde. Sıradan bir eser olsaydı farkına varılmadan geçilirdi. Sanatsal bir coşku ve yükseliş basmakalıp düşüncelerden çok daha akla uygun değil mi?”
Madam Aupick Kötülük Çiçekleri’ne sosyal konumu icabı düştüğü şerhlerle “genel ahlâk”ı, sanat-akıl ilişkisinde ise ikinci bölümde değindiğimiz ütopik sosyalistleri ve onların “avangard” tanımını yankılıyor. Dahası, “akla uygun olan basmakalıp düşünceler değil, sanatsal coşku” saptamasıyla Can Yücel’in deyişini hatıra getiriyor: “Akıl ki, en incesi duyuların.”
“Poe çevirilerine gelince”; Madam Aupick’in yargısının nesnelliğini Poe’nun Fransızcada bugün hâlâ Baudelaire çevirilerinden okunmasının kanıtladığı gibi, “üslûbun olağanüstülüğü” vurgusu Octavia Paz’ın ikinci bölümde aktardığımız yorumunu teyit ediyor: “Poe’nun öykülerini çevirirken Baudelaire kendisini çevirir. Poe Baudelaire’dir.”
Can Yücel ve “başımızın tacı”
Söz çeviriden açıldığına ve Poe dendiğinde ilk akla gelenlerden biri “dedektif öyküleri” olduğuna ve demin adını andığımıza göre, önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz Rimbaud vecizesine, “Yöntem, başımızın tacısın”a istinaden bir Can Yücel parantezi açabiliriz. Zira, çeviri hakkında konuşurken yönteme dair söyledikleri, bütün sanatlarda –ve bu arada gazetecilik sanatında– “baş tacı” kabilinden:
Çevirmen, bir Simenon gibi asıl olayın dizeleri arasında kol gezecek, seyirtecek, ayrıntıları kurcalayacak, ipuçlarını yoklayacak, parmak izlerini toparlayacak, işin çetelesini tuta tuta, olayın künhüne varacak, bütününü, tınını kavrayacak, sonra da onu başka bir dilin zamanı içinde yeniden yaratacaktır.”
“Çeviri denen uğraş söz konusu olayı başka bir dilde yeniden yaratmak, yeniden patlatmaktır. Dakiklik de tam bu bağlamda devreye girmektedir. Sadakat demiyorum, dikkat edin! Çevirmen, bir taharrî memuru veya bir Simenon gibi asıl olayın dizeleri arasında kol gezecek, seyirtecek, ayrıntıları kurcalayacak, ipuçlarını yoklayacak, parmak izlerini toparlayacak, işin çetelesini tuta tuta, olayın künhüne varacak, bütününü, tınını kavrayacak, sonra da onu başka bir dilin (mekânı değil) zamanı içinde yeniden yaratacaktır.”
Baudelaire’in de Paz’ın dediği anlamda Poe’yu “çevirirken” yaptığı buydu herhalde… Yöntemden bahsedip Marx’ın yöntem meselesini enine boyuna ele aldığı Grundrisse’sini konu etmemek olmaz. Madem “biz burada yoğ iken” yapılanların, edilenlerin, söylenenlerin arasında kol geziyoruz, seyirtiyoruz, ayrıntıları kurcalıyoruz, olup bitenlerin çetelesini tutuyoruz, bütün bunları kendi zamanımız içinde nereye koyacağız, nasıl yeniden yaratacağız?
Grundrisse’nin “dizeleri”nde dolaşarak ipuçlarını yoklayalım:
“Tarihsel gelişme dediğimiz şey özünde şu olguya dayanır: En son form, daha önceki formları kendisine doğru ilerleyen basamaklar olarak görür. Ancak çok ender olarak ve belli koşullar altında kendisini eleştirebileceği için, kendisinden önceki formları da daima tek yanlı kavrayacaktır… Hıristiyan dini, ancak kendi eleştirisini belli bir dereceye kadar gerçekleştirdikten sonra, daha önceki mitolojilerin nesnel bir şekilde kavranışına katkıda bulunabilmiştir… Aynı şekilde, burjuva ekonomisini ancak burjuva toplumunun özeleştirisi başladıktan sonra, feodal ve antik ekonomiye, doğu ekonomilerine dair bir anlayış geliştirebilmiştir.”
Ve bütün bunları özetleyen şu veciz ifade: “Maymunun anatomisi insanın anatomisini vermez, tersine insanın anatomisi maymunun anatomisini verir.”
Öncüler ve vasıtalar
İpuçlarını yoklayalım derken ipin ucunu kaçırmayalım, yöntem meselesinin konumuzla dolaysız bağlantısını kuralım. Peter Brüger’in Avangard Kuramı’ndaki yaklaşık tam sayfalık bir dipnotunun final cümleleri:
“Tarihsel değerlendirmelerin anlatısal bir yapısı olduğu için, öncüler ancak olaydan sonra tespit edilebilir. Ancak Rimbaud’nun kullandığı tekniklerin bazıları (tümü değil) yaygınlık kazandıktan sonra, Rimbaud avangardların ‘öncüsü’ olarak kavranabilir. Başka bir deyişle, Rimbaud bugün kendisine haklı olarak atfedilen önemi, avangard hareketler aracılığıyla kazanmıştır.”
Kuramı ve tanımı esneterek beat’i, rock’ı ve punk’ı avangard hareketlere dahil edersek –neden etmeyelim–, 20. yüzyılın ikinci yarısından bugünlere, Rimbaud’nun kendisine atfedilen önemi onlar aracılığıyla da –beat şairlerinin yanısıra, Bob Dylan, Jim Morrison ve “punk’ın kraliçesi” Patti Smith ilk akla gelenler– kazandığı malûm. Bu bağlamda, Henry Miller’ın harikulade incelemesini, Rimbaud ya da Büyük İsyan’ı da anmadan geçmeyelim.
Ancak konu Baudelaire olunca, vasıtaların çeşitliliği ve niceliği stadyum-tribün ölçeğini çağrıştırıyor. Şiir ve edebiyattakiler bir yana, klasikten (örneğin, Debussy) rock’a (örneğin, Rolling Stones, Doors, Cure), şansondan (örneğin, Léo Ferré), avangard caza ve ötesine (örneğin Diamanda Galás), müziktekiler saymakla bitmez. En taze örnek, Birmingham Üniversitesi tarafından yürütülen, en az 25 dildeki 1700 küsur Baudelaire’li şarkıyı mercek altına alan “Baudelaire Şarkı Projesi”.
Fakat tabii, Sartre’dan Adorno’ya, Benjamin’den Jameson’a felsefenin ve siyasetin ağır toplarının aracılığı başka bir etki. Benjamin’i ayrıca vurgulamak gerekiyor. Baudelaire’den büyülenerek yaptığı incelemede tuttuğu notların, günümüzün önde gelen siyasal felsefecilerinden Giorgio Agamben’in kaptanlığında, 1029 sayfalık bir kitaba, Baudelaire’e dönüştürülmüş olması boşuna değil.
“Şiir ve edebiyattakiler bir yana” dedik ama, ünlü epik şiiri “Çorak Ülke”nin birinci bölümünün sonunda, T.S. Eliot’ın Kötülük Çiçekleri’nden alıntıladığı dizeyi es geçmek olmaz: “Sen! dönek okur! –benzerim, kardeşim benim!”
Burada bir şarkı molası verelim. Ve “Baudelaire Şarkı Projesi”nin direktörü Prof. Helen Abbott’ın Baudelaire’in 200. doğum günü münasebetiyle seçtiği ve Twitter’da #200 etiketiyle paylaştığı 200 Baudelaire’li şarkı arasında yer alan Türkiyeli post-punk grubu She Past Away’in “Ruh”unu dinleyelim. Baudelaire’in “Öbür Dünyadan” şiiri Can Yücel çevirisiyle: “Yarı melek, yarı canavar / Koynuna gireceğim tekrar / Yarı melek, yarı canavar / Süzüleceğim yanına kadar / Gecenin gölgeleriyle gizlice / Sokulup yamacına bir gece / Bir çukurun etrafında dolanan / Bir yılan gibi seni (okşayacağım)…”
Simenon’un Maigret’si misali
Modern Hayatın Ressamı’ndaki bir Baudelaire cümlesiyle devam edelim: “Okur konudan saptığımı düşünebilir, ama hiç de öyle değil.” İkinci bölümde naklettiğimiz Baudelaire mektubundaki Poe bahsinden beri, dolambaçlı ve bol duraklı bir yol izlemiş olsak da içinde bulunduğumuz bağlamın asıl kritik sorusuna gelmiş bulunuyoruz: Baudelaire’i Poe’ya çeken neydi? Annesine yazdığı mektupta sözünü ettiği o “ilginin, sevginin”, Poe hakkında “ateşli yazılar”, “görülmemiş heyecanda satırlar” yazmasının sebebi neydi? Hiç yüksünmeden, aşkla, şevkle Poe öyküleri çevirmeye onu sevk eden arzu neydi? Kendisinin düşündüğü, ama “zihninde muğlak, karışık ve dağınık fikirler olarak kaldığı” için yapamadığı, Poe’nun ise mükemmelen başardığı neydi?
Georges Simenon’un kahramanı Maigret misali –ünlü dedektifi beyaz perdede canlandıran Jean Gabin’i gözümüzün önüne getirebiliriz– ayrıntıları kurcalayarak, ipuçlarını yoklayarak, parmak izlerini toplayarak varacağımız yer belli: “Kalabalıkların Adamı”.
Poe’nun bu öyküsü pekâlâ Baudelaire’in elinden çıkabilirdi. Çevirirken – “başka bir dilin zamanı içinde yeniden yaratırken” – büyük zevk almış olmalı. Modern Hayatın Ressamı’nda “Kalabalıkların Adamı”nı şöyle anıyor: “Bu çağın en güçlü kalemi tarafından resmedilmiş –daha doğrusu yazılmış– ‘Kalabalıkların Adamı’ adlı tabloyu (bir tablodur bu gerçekten!) anımsıyor musunuz?”
Devamında öyküyü özetliyor ve sözü methiye düzdüğü çizer-ressam Constantin Guys’e getiriyor. Guys bahsini sonraki bölümlere bırakıp öykünün kendisine bakalım.
Kalabalıkların Adamı
Poe, birçok öyküsünde yaptığı gibi, “Kalabalıkların Adamı”nın başına da bir epigraf konduruyor: “Yalnız kalamamak, ne büyük bedbahtlık –La Bruyère”. Bu 17. yüzyıl sonu şahsiyetinin, ölümsüz Karakterler kitabının yazarının Baudelaire’in de gözdelerinden olduğunu belirtelim ve öyküye geçelim –mecburen biraz kesip biçerek, ama esasını koruyarak:
“Almancada bir kitap hakkında ‘es lasst sich nicht lesen’ –okuyana açmıyor kendisini– deyişi ne güzeldir. Bazı gizemler vardır ki, anlamanıza izin vermezler. (…) Yakınlarda, bir sonbahar akşamüstü, Londra’daki D. Oteli’nin kahvesinde, kemerli geniş pencerenin yanında oturuyordum.
Birkaç aydır hastaydım, ama artık iyileşmiştim ve tekrar gücümü toplayınca can sıkıntısının tam tersi olan o mutluluk hallerinden birine kapılmıştım. Sadece nefes almak bile bir hazdı. Acı kaynağı sayılan birçok şey bile bana büyük zevk veriyordu. Her şeye karşı dingin, ama araştırıcı bir ilgi duyuyordum. Öğle sonrasının büyük kısmını ağzımda puro ve kucağımda bir gazeteyle oturup ilanları incelemekle, içerideki kalabalığın kargaşasını izlemekle, buğulu camın arkasındaki caddeyi seyretmekle geçirmiştim.
Anahtar sözcük merak. “[Anlatıcı] bir an için gördüğü yüz ifadesinden büyülendiği meçhul kişinin peşinden kalabalığın içine karışır. Merak karşı konulmaz bir tutku olmuştur.” Ve: “Bay G.’yi anlamaya başlamak için şunu hemen bir kenara kaydedin: Merak, onun dehasının ana kaynağıdır.”
Şehrin en işlek caddelerinden biridir bu; gün boyu epey kalabalıktı. Ama karanlık çöktükçe kalabalık iyice arttı; lambalar yandığında kapının önünden iki yöne doğru yoğun ve kesintisiz insan nehirleri hızla akıyordu. Akşamın bu saatinde böyle bir yerde bulunmamıştım hiç, bu yüzden insan kafalarından oluşan o çalkantılı deniz içimi yepyeni ve hoş bir duyguyla doldurdu. Sonunda otelin içindekilerle ilgilenmeyi bırakıp tüm dikkatimi dışarıdaki sahneye yönelttim.
İlk baştaki gözlemlerim oldukça genel ve belirsizdi. İnsan kitlelerine bakıyor, bu insanlar üzerine düşünürken onları bir bütün olarak ele alıyordum. Ancak, kısa süre sonra ayrıntılara indim ve o sayısız farklı figürü, giysiyi, edayı, yürüyüşü, çehreyi ve yüz ifadesini büyük bir dikkatle incelemeye başladım.”
Araya bir şarkı koyalım. Poe öyküye Almancayla girdiğine göre, Almancadan gidelim, Düsseldorflu elektro-punk ekibi DAF’ın “Ich und die Wirklichkeit”ını (Ben ve Gerçeklik) dinleyelim. “Ben ve gerçek hayat / Ben ve gerçeklik / Ben ve gerçek dünya / Çok tuhaf hissediyorum / Gerçeklik geliyor / Gerçeklik (üzerime) geliyor…”
Öyküye devam…
“Geçip gidenlerin çoğunda halinden memnun işadamlarının havası vardı. Kaşları çatık, gözleri fıldır fıldırdı. Birisi çarptığında sabırsızlık belirtisi sergilemiyor, giysilerini düzeltip aceleyle yollarına devam ediyorlardı. Bazılarıysa huzursuzca hareket ediyordu, ki bunların da sayısı epey fazlaydı. Yüzleri kızarmış, kendi kendilerine konuşup el kol hareketleri yapıyorlardı. Bu iki büyük sınıfın belirttiklerim dışında çok belirgin özellikleri yoktu. Düzgün kıyafetli olarak tanımlanan türdendiler. Serbest çalışan soylular, tacirler, avukatlar, esnaf ya da borsa simsarları; toplumun aristokratları ve sıradan insanları. Kâtipler kabilesini seçmek kolaydı. Yeni iş sahalarında faaliyet gösteren firmalarda çalışan dar ceketli, parlak çizmeli, saçları briyantinli, kibirli dudaklı delikanlılar…”
Burada biraz nefeslenelim, zira uzun bir liste geliyor. Ve bu listedekilerin bir kısmı Baudelaire’in “kahramanları”. Poe’nun “kamera-göz”le anlattığı “hızla akan insan nehrinde” yok, yok: Yankesiciler, kumarbazlar, kabadayılar, rahipler, askerler, züppeler, seyyar satıcılar, dilenciler, sakatlar ve dahası:
“Uzun ve geç saatlere kadar sürmüş bir iş gününden sonra neşesiz evlerine dönen ve külhanbeylerinin kaçınılmaz bakışlarından kaçınmaya çalışan gösterişsiz genç kızlar…
Mahvolmuş, paçavralar içinde cüzzamlılar, mücevherli ve boyalı kocakarılar, bedenleri olgunlaşmamış çocuklar… Sayısız ve tarifsiz sarhoşlar…
Bunların yanı sıra börekçiler, hamallar, kömürcüler, temizlikçiler, laternacılar, maymun sergileyenler, sokak şarkıcıları, bunlara para toplayanlar; her türden pejmürde zanaatkâr ve yorgunluktan bitkin işçiler vardı. Bütün bunlar öyle gürültülü ve aşırı bir canlılık hali sergiliyordu ki, insanın kulaklarını tırmalıyor, gözlerini acıtıyordu.
Gece çöktükçe karşımdaki sahneye duyduğum ilgi arttı. Çünkü sadece kalabalığın niteliği belirgin bir şekilde değişmekle kalmamıştı, gaz lambalarının ışıkları iyice parlamaya başlamıştı ve her şeyi titrek ve gösterişli bir şekilde aydınlatmaktaydı. Her şey karanlık, ama görkemliydi.
Alnımı cama dayamış gürültücü kalabalığı incelerken bir an bir çehre çarptı gözüme, 65-70 yaşlarında bir adamın yıpranmış yüzüydü bu ve bütün ilgim, bütün dikkatim bu yüzde toplandı, çünkü ifadesinde mutlak bir özgünlük vardı. Daha önce gördüğüm ifadelerden hiçbiriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Barındırdığı ifadeyi o bir an içinde analiz etmeye çabalarken zihnimde tuhaf ve paradoksal izlenimler uyandı –zengin bir zihinsel güce, ihtiyatlılığa, cimriliğe, açgözlülüğe, sakinliğe, kötülüğe, kana susamışlığa, zafere, neşeye, yoğun dehşete, büyük ve aşırı bir umutsuzluğa ilişkin izlenimler. Tuhaf bir şekilde canlanmış, irkilmiş, büyülenmiştim. ‘Ne çılgınca bir tarih’ dedim kendi kendime, ‘saklıyor kim bilir şu adam bağrında!’ Sonra o adamı daha fazla görmek, onu daha fazla tanımak arzusu duydum. Hemen paltomu giyip sokağa fırladım, onu yakından, ama ihtiyatla, dikkatini çekmeyecek şekilde takip etmeye başladım.”
Bir Beatles teneffüsü yapalım. “I Am The Walrus”ta adı geçen, Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band albümün kült kapağındaki “esin perileri” ya da “Beatles’ın kahramanları” arasında yer alan Poe’nun bu öyküsüne “all the lonely people” nakaratlı “Eleanor Rigby” iyi gider…
“Kalabalıkların Adamı”na dönelim. Takip sabahın ilk ışıklarına kadar sürüyor. “Kısa boylu, çok zayıf ve son derece dermansız görünüşlü” adam o sokak senin bu sokak benim yürüyor, bir meydanı defalarca tavaf ediyor, sonra in cin top oynayan ara sokaklara giriyor. Bir pazar yerinde, kapanış vaktinde oyalanıyor, “pek çok eğri büğrü dar sokaktan” geçiyor, “sonunda ilk baştaki işlek caddeye” çıkıyor, D. Oteli’nin olduğu yere. “Lambalar hâlâ ışıl ışıl, ama ortalıkta sadece birkaç kişi kalmıştı.”
Adamımız nehir yönüne sapıyor ve büyük tiyatrolardan birinin önüne geliyor. “Oyun bitmişti, izleyiciler kapılardan dışarı akın ediyordu. Yaşlı adamın kendisini kalabalığın içine fırlattığını gördüm. Yüzündeki o yoğun ıstırap hafiflemiş gibiydi. Başı yine göğsünün üstüne düştü. Onu ilk gördüğüm zamanki gibiydi. Şimdi izleyicilerin çoğunun gittiği yönde ilerliyordu.
Şehrin kenar semtlerine götüren bir yolu izlemeye başladı. Bir köşeyi dönünce birden karşımızda bir ışık parladı; ayyaşların varoşlardaki en büyük tapınaklarından birinin önündeydik –cin adlı korkunç iblisin saraylarından birinin önünde duruyorduk.
Artık şafak sökmek üzereydi, ama hâlâ epey sarhoş girip çıkıyordu. Yaşlı adam bir neşe çığlığıyla içeri girdi, kalabalığın arasında görünüşte amaçsızca dolanmaya başladı. Ancak kısa süre sonra kapılara yapılan hücum mekânın kapanmakta olduğunu haber verdi. Yüzünde o zaman gördüğüm ifade umutsuzluktan bile daha yoğundu. Yine de duraksamadan, çılgınca bir enerjiyle görkemli Londra’nın merkezine geri döndü.
Ben ise takibi keserek düşüncelere daldım. ‘Bu yaşlı adam’ dedim sonunda, ‘tek başına olmayı reddediyor. O kalabalıkların adamı. Onu takip etmem boşuna, çünkü ne bu adama ne de yaptıklarına ilişkin daha fazla bir şey öğrenebileceğim.’ Belki de ‘es lasst sich nicht lesen’ Tanrı’nın büyük lütuflarından biridir.”
Kalabalıklar ve büyük harfli Merak
“Kalabalıkların Adamı”nın tarihi 1840. Sanayi devriminin İngiltere’sindeyiz. Dickens’ın Oliver Twist’i yayınlanalı iki yıl olmuş, David Copperfield ve İki Şehrin Hikâyesi yolda. Marx’ın El Yazmaları diye bilinen, 20. yüzyılın ortalarında kitaplaştırılan ünlü “fragmanlarını” kaleme almasına dört, Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nu yazmasına beş, Komünist Manifesto’ya sekiz, Kötülük Çiçekleri’ne 17 yıl var. Batı Avrupa’nın, Amerika’nın büyük şehirlerinin metropolleşmesinin başlangıç safhasındayız. Modern tarihin kavşak noktasında, meta ekonomisi güdümündeki meta toplumunun sancılı doğumunda.
1840, Fransız Devrimi’nin –Annales ekolünün long durée’ci tarih anlayışıyla bakıldığında– henüz sadece yarım yüzyıl sonrası. Dickens’ın 1789’un Londra’sını ve Paris’ini anlattığı, 1859’da –Kötülük Çiçekleri’nden iki yıl sonra– yayınlanan İki Şehrin Hikâyesi’nin, Komünist Manifesto’yu yankılayan açılış cümlesi çağı (“modernite”yi) şöyle özetliyor:
“En iyi zamanlardı, en kötü zamanlardı; bilgelik çağıydı, ahmaklık çağıydı, inanç dönemiydi, kuşku dönemiydi, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi.”
1840’lar İrlanda’daki korkunç kıtlığın ve İrlandalı emekçilerin kitleler halinde İngiltere’ye aktığı yıllar. Sadece İrlandalı emekçiler değil, İtalyan, Alman, Fransız, Hintli, Afrikalı, Çinli göçmenler de soluğu İngiltere’de, özellikle Manchester ve Londra’da alıyor. Hobsbawm’ın Sanayi ve İmparatorluk’ta ayrıntılarıyla anlattığı üzere, yaklaşık bir milyon işçi İngiltere’ye göç ediyor ve 1851’e gelindiğinde, Britanya tarihinde ilk kez kentsel nüfus kırsal nüfusu geçiyor.
Baudelaire “dünya insanı”na çoğul bir tarif veriyor: “Gözlemci, filozof, ya da flâneur, adına ne derseniz deyin, bu sanatçı kimi zaman şairdir, sıklıkla romancıya ya da meselciye yaklaşır; geçmekte olan ânın, o ânın barındırdığı bütün sonsuzluk unsurlarının ressamıdır o.”
1840 tarihli “Kalabalıkların Adamı”na gelelim… Gerilim yüklü öyküde okurun kendisini hazırladığı “sürprizli an” bir türlü gelmiyor, merak son cümleye kadar sürüyor, hatta öykü bittikten sonra da devam ediyor. Bu öykü ne anlattı? Ne anlatıyor?
Anahtar sözcük merak. Baudelaire de Modern Hayatın Ressamı’nda bu öyküyü özetledikten sonra, sözü şöyle bağlıyor: “[Anlatıcı] bir an için gördüğü yüz ifadesinden büyülendiği meçhul kişinin peşinden kalabalığın içine karışır. Merak karşı konulmaz bir tutku olmuştur.”
“Kalabalıkların Adamı” bahsini açarken de, Modern Hayatın Ressamı’nı büyük ölçüde üzerine kurduğu Constantin Guys’e atıfla, söze şöyle başlıyor: “Bay G.’yi anlamaya başlamak için şunu hemen bir kenara kaydedin: Merak, onun dehasının ana kaynağıdır.” (vurgu Baudelaire’in.)
“Merak” meselesi göründüğünden daha derin, ama oraya dalmayalım şimdilik. Şu kadarıyla yetinelim: Öncelikle, Türkçede aldığı hali unutalım bir an için. Yunanca, Arnavutça ve Bulgarcadaki hali, özellikle güncel sokak dilindeki kullanımı çok başka. Türkçedekine geçici olarak “küçük harfli merak” diyelim, büyük harflisini ise şöyle özetleyelim: Bir şeyi haz alarak yapmak, haz veren her ne ise haz verdiği için ona tutkuyla adanmak, aynı sebeple onu süzgeçten geçirmek, rafine etmek, inceltmek. Bu fiillerin erbabı, Yunancadaki telaffuzuyla, merakli veya meraklou “tutkulu”, “incelikli”, “sofistike” ve “ehlikeyf” ile aynı mahalleden.
Bu paranteze rebetikonun efsane sesi Roza Eskenazi’nin –lâkaplarından biri Merakli– “Nea Meraklou”sunu ekleyelim. Şarkının açılış sözleri: “Gündüz gece dolaşan meraklı bir çapkınım / Biralarla sabahlıyorum, sevdamı unutuyorum.”
Ozan, dandy, flâneur, filozof ve ötesi
Parantezi kapatalım, “Kalabalıkların Adamı”nın Baudelaire’deki sedasına bakmak üzere Paris Sıkıntısı’na gidelim. “Kalabalıklar” başlıklı fragmanın, bu tefrikanın ilk bölümünde naklettiğimiz bazı satırlarını yeniden okuyalım:
“Çokluk denizinde yunmak herkese vergi değildir: Bir sanattır kalabalığın tadını çıkarmak… Çokluk, yalnızlık: Faal ve doğurgan ozanın birbirleriyle kolayca değiştirebileceği ve eşit deyimler. Yalnızlığını kalabalıklandırmasını bilmeyen, telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez.
Ozan şu eşsiz ayrıcalığın, gönlü istedi mi kendi kendisi, istemedi mi başkası olabilmenin zevkini çıkarır. Diledi mi herkesin kişiliğine bürünür, kendilerine bir beden arayan başıboş ruhlar gibi.
Kalabalıkla kolayca kaynaşan kişi, ateşli hazlar tadar, kutu gibi kapalı bencil ile istiridyeler gibi evine çekilmiş tembel, bu hazlardan yoksun kalacaktır. Yalnız ve düşünceli gezgin, karşısına çıkan bütün uğraşları, bütün sevinçleri, bütün yoksunlukları kendininmiş gibi benimser.
Bu anlatılmaz şölenle karşılaştırılınca, insanların aşk dedikleri şey çok küçük, çok dar, çok zayıf kalır.”
“Sizden ricam, sanatçı sözcüğünü çok dar, dünya insanı ifadesini ise çok geniş bir manada almanızdır. Dünya insanı, yani dünyayı ve dünyanın düzeninin altındaki nedenleri anlayan insan… O tüm dünyayla ilgilenir, olup biten her şeyi bilmek, anlamak, değerlendirmek ister. Dünya insanı, evrenin manevi yurttaşı…”
Peki, kimdir bu insan? Başlıca saiki Merak olan, “yüz ifadesinden büyülendiği meçhul kişinin peşinden kalabalığın içine karışan”, “çokluk denizinde yıkanan”, “kalabalığın tadını çıkaran”, “kalabalıkla kolayca kaynaşarak ateşli hazlar tadan” özne kim?
Baudelaire ona “Kalabalıklar” fragmanında “ozan” diyor. Modern Hayatın Ressamı’nda ise çoğul bir tarif veriyor: “Gözlemci, filozof, ya da flâneur, adına ne derseniz deyin, bu sanatçı kimi zaman şairdir, sıklıkla romancıya ya da meselciye yaklaşır; geçmekte olan ânın, o ânın barındırdığı bütün sonsuzluk unsurlarının ressamıdır o. Her ülke hem zevkinde hem de şanında payı olan bu kişilerden birkaçını yetiştirmiştir mutlaka.”
Tophane’de bir sokak
Bu ülkenin yetiştirdikleri uzun bir liste halinde gözler önünde belirmiştir herhalde. Haydarpaşa Garı’ndan Demirciler Çarşısı’na, Lüzumsuz Adam’dan Aylak Adam’a, “sinemadan çıkmış insan”a, Gurbet Kuşları’ndan Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ne ve daha nicesine, şiirde, romanda, öyküde Baudelaire’in sözünü ettiği “tablo”ları yapan ressamlar…
Ve tabii mecazen değil, aslen ve bizzat ressamlar. Sözün burasında, sayısız örnek arasından bir isim ve bir resim çıkageliyor: Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Tophane. Eyüboğlu’nun “İstanbul Destanı” adlı şiirindeki dizelerini Tophane tablosuna refakatçi yapalım.
“İstanbul deyince aklıma, / Tophane’de küçücük bir sokak gelir / Her Allah’ın günü kahvelerine / Anadolu’dan bir sürü fakir fukara gelir / Kimi dilenecek dilenmesine, utanır, / Kiminin elinde bir süpürge peyda olur uzun /Dudaklarında kirli paslı bir tebessüm / Çöpçü olmuştur bugüne bugün /Kiminin sırtında perişan bir küfe /Kiminin sırtında nakışlı semer / Şehrin cümbüşüne katılır gider…”
“Dünya insanı”nın vasıfları
Şimdi yolu tekrar Baudelaire’e, “özne” meselesinde kaldığımız yere düşürebiliriz. Kaldığımız yer: “Gözlemci, filozof ya da flâneur, adına ne derseniz deyin, bu sanatçı kimi zaman şairdir, sıklıkla romancıya ya da meselciye yaklaşır; geçmekte olan ânın, o ânın barındırdığı bütün sonsuzluk unsurlarının ressamıdır o.”
Baudelaire Modern Hayatın Ressamı’nın sonraki sayfalarında, Constantin Guys’le tanışmasını anlatırken, özne tanımını hem genişletiyor hem bir odak ayarı yapıyor:
“Karşımda tam olarak bir sanatçı değil, daha çok bir dünya insanı vardı. Sizden ricam, burada sanatçı sözcüğünü çok dar, dünya insanı ifadesini ise çok geniş bir manada almanızdır. Dünya insanı, yani tüm dünyanın insanı; dünyayı ve dünyanın düzeninin altındaki nedenleri anlayan insan… O tüm dünyayla ilgilenir, yerküremiz üstünde olup biten her şeyi bilmek, anlamak, değerlendirmek ister. Dünya insanı, evrenin manevi yurttaşı…”
Baudelaire “dünya insanı”nı diğer kahramanları “dandy” ve flâneur’le –flâneur’ün Benjamin’in gözdesi olduğu hatırlayalım– karşılaştırarak tarif ediyor. Dandy ile benzerliğini (“dandy sözcüğü özlü bir karaktere ve bu dünyanın manevi işleyişine ilişkin ince bir kavrayış yeteneğine işaret eder”) ve farkını (“dandy duyarsızlık özlemi duyar; bıkkındır veya tavrı ve mensup olduğu zümre gereği öyle görünür”) belirtip, “dünya insanı”nın flâneur’e kıyasla “daha yüksek bir amacı, rastlantıların getirdiği uçucu zevklerden daha genel bir hedefi” olduğunu vurguluyor.
Söz konusu “özne”ye “filozof” demekten ise şu nedenle kaçınıyor: “Görünür, somut, estetik halde yoğunlaşmış nesnelere duyduğu sevda, onu metafizikçinin elle tutulmaz âlemini oluşturan şeylerden uzaklaştırmasa, ona filozof adını yakıştırır, birden fazla nedenle hak ettiği bu unvanı ona verebilirdim.”
“İşte gidiyor, koşuyor, arıyor. Peki, ne arıyor? O, moderniteyi arıyor. Buna modernite diyorum, çünkü zihnimdeki düşünceyi ifade edecek daha uygun bir sözcük bilmiyorum.”
Teori gridir, hayat ağacı yeşil
Burada, ikinci bölümde uzun uzadıya konu ettiğimiz Georg Simmel’e zaplayalım. Ve “Moderniteyi Baudelaire’in anladığı şekliyle ele almış olması”ndan ötürü “modernitenin ilk sosyoloğu” addedilen Simmel hakkında Adorno’nun söylediklerine bir daha bakalım: “Simmel felsefenin somut nesnelere dönmesini sağlayan ilk kişiydi. Epistemolojinin veya düşünce tarihinin gevezeliklerinden rahatsız olan herkes için kanun hükmüne geçen bir değişimdi bu.”
Adorno’nun sözlerine Simmel metinleri derlemesi Bireysellik ve Kültür’ün sunuşunda Tuncay Birkan’ın yaptığı yorumu ekleyelim: “[Simmel’de] çağdaşlarına irkiltici gelen, bugün de epey bir filozofu rahatsız etmeyi sürdüren bu tavırdı: Bütün bu ayrıntılar bolluğunu soyutlayarak dörtbaşı mamur bir ‘teori’ oluşturmayı reddedip tekrar o somut fenomen bolluğuna dönmeyi tercih ediş.”
Bu tavrı, yine ikinci bölümde belirttiğimiz üzere, Fredric Jameson “teorik tereddüt” olarak adlandırarak eleştiriyor ve muradının aksine, gollük bir pas atıyor, bizi Antik Yunan felsefesinin “epoché” kavramıyla buluşturuyor: “Yargının, kararın, onayın askıya alınması”. Ve dönüp “hayat ağacının yeşili”ne bakılması. Goethe’nin Faust’undan devraldığı deyişle, Lenin’in Nisan Tezleri’nde söylediği gibi: “Teori gridir, hayat ağacı ise yeşil.”
Baudelaire’in “dünya insanı” da Simmel’in klasik felsefeden ayrıldığı yerde konumlanıyor, somuta, “yeşil”e “duyduğu sevda” onu “gri”nin soyut âleminden uzaklaştırıyor.
One Plus One’ın tahrifine Godard’ın tepkisi ne oluyor? Yapımcının çenesine bir Muhammed Ali kroşesi. Üstelik Londra Film Festivali’nin sahnesinde, herkesin gözü önünde. Daha sanatsal bir yumruk henüz görülmedi. “Dünya insanı”nı da günümüz “modern hayatın ressamı”nı da Godard imgesinde düşünebiliriz.
“Bilinçle donatılmış kaleydeskop”
Bu “geniş plan”dan “yakın plan”a geçelim, Modern Hayatın Ressamı’ndaki şu satırlarla “dünya insanı”na bakalım:
“Nasıl ki kuş havada, balık suda yaşarsa, o da kalabalıklar arasında yaşar. Aşkı, işi gücü kalabalıklardır… Ahalinin orta yerini, hareketin gel-git noktasını, gelip geçici ile sonsuzun arasını mesken [tutar]. Evden uzak kalmak, ama her yerde evinde hissetmek; dünyanın merkezinde olmak, dünyayı gözlemek, ama dünyadan saklı kalmak –dilin tanımlamakta kifayetsiz kaldığı bu bağımsız, tutkulu zihinlerin zevklerinden birkaçı böyle sıralanabilir. [Bu] hayat tutkununun ailesi bütün dünyadır. Evrensel hayat aşığı dipsiz bir elektrik sarnıcına girer gibi dalar kalabalığın içine. O, kalabalığın kendisi kadar büyük bir aynaya, bilinçle donatılmış bir kaleydeskopa benzetilebilir. Hayatın çeşitliliğini, tüm ögelerinin uçarı zarafetini yeniden üreten bir kaleydeskop. Kendi dışındakine bir türlü doymayan bir ben’dir o.”
Poe’yu Baudelaire’e, Baudelaire’i Constantin Guys’e ve Simmel’e bağlayan satırlar… Bu arada kaleydeskop mecazıyla da bizi yeniden Beatles’a götürüyor, “Lucy In The Sky With Diamonds”a. Ama Beatles’dan değil, gözlüklerin efendisi Elton John’dan dinleyelim.
Moderniteyi “aramak”
Peki, derdi ne bu “dünya insanı”nın? Onu kendisinden önceki “bağımsız, tutkulu zihinler”den ayırt eden ne? Doğrudan Baudelaire’in sorusuyla devam edelim: “İşte gidiyor, koşuyor, arıyor. Peki, ne arıyor?” Verdiği cevap yeni bir kavramı, Modern Hayatın Ressamı’nın yayınlandığı 1863’ten bugüne, yaklaşık bir buçuk yüzyıldır kullanımda olan, envai tartışmanın merkezinde duran bir sözcüğü tedavüle sokuyor: “O, moderniteyi arıyor. Buna modernite diyorum, çünkü zihnimdeki düşünceyi ifade edecek daha uygun bir sözcük bilmiyorum.”
Baudelaire bu satırları yazdıktan dört yıl sonra vefat edecek, vefatından dört yıl sonra da 150. yılını kutladığımız Paris Komünü tarih sahnesine çıkacaktı.
Burada duralım, dizilerde âdet olduğu üzere, “sezon finali” yapalım. Kapanış şarkısı için ise Paris Komünü’nün aşağı yukarı yüz yıl sonrasına gidelim. Dünyayı sarsan ayaklanmaların dumanının tüttüğü 1968 yazında çekilen, ilk gösterimi o yıl ekim ayında, Londra Film Festivali’nde yapılan Jean-Luc Godard filmi One Plus One’a… Ve bir “avangard sinema şaheseri” olarak tarihe geçen filmin başrolündeki Rolling Stones şarkısına bağlanalım, Mick Jagger’ın Baudelaire’den ve Mihail Bulgakov’un Usta İle Margarita’sından esinlenerek sözlerini yazdığını söylediği “Sympathy For The Devil”a.
İki tahayyül: One Plus One
Şarkıya geçmeden önce, bu film hakkında şu notu düşmemek olmaz: One Plus One Baudelaire’in “dünya insanı”nın bin bir suretini perdeye yansıtıyor. Filmin adı ise yönteme dair: One Plus One gösterime girdiğinde, anaakım medyanın cin fikirli sorusuna, “Bir artı bir iki eder mi?”ye, Godard’ın cevabı mealen şöyle: “İki etmez, yine bir eder.” Çünkü’sü şu: “Komünist tahayyülün sağlamasını anarşist tahayyülle, anarşist tahayyülün sağlamasını komünist tahayyülle yapmak.” One Plus One’ın final sahnesinde bu iki tahayyülün bayraklarının yan yana dalgalanması boşuna değil.
Ve “şeytan”ın gizlendiği ayrıntı: Rolling Stones’un popülerliğini gişe hasılatına tahvil etmek isteyen yapımcı filmin özgün adını şarkının adıyla değiştirir, One Plus One piyasaya Symphathy For The Devil olarak çıkar.
Dahası, yapımcı filme şarkının tamamlanmış halini, nihai versiyonunu ekler. Halbuki One Plus One bir şarkının, bir sanat eserinin, tarihin belirli bir ânının koşullarındaki yaratılma sürecinin öyküsüdür –melodi, ritim ve sözler sürekli değişim içindedir. Bu yarı-belgeselde, kamera kayıt stüdyosuyla dünya sokakları arasında mekik dokur, stüdyoya her dönüşte şarkı yeni ve çeşitlenmiş bir haldedir. Zaten Godard’ın gözünde sanat bitmeyen, tamamlanmayan bir şeydir.
Peki, One Plus One’ın temel fikirlerinin bu tahrifine Godard’ın tepkisi ne oluyor? Yapımcının çenesine bir Muhammed Ali kroşesi. Üstelik Londra Film Festivali’nin sahnesinde, herkesin gözü önünde. Daha sanatsal bir yumruk henüz görülmedi. Can Yücel’in bu hadiseyi şiirleştirmemiş olması iç çektirici. “Kibar Yönetmenin Türküsü” adı da yakışırdı doğrusu.
Baudelaire’in “dünya insanı”nı da günümüz “modern hayatın ressamı”nı da Godard imgesinde düşünebiliriz. Bu arada, Express dergisinin, bu sitenin ve onların çatısı konumundaki kültür-sanat derneğinin rumuzu 1+1’in One Plus One’dan esinlendiğini, zira hem yöntem hem içerik bakımından kendiliğinden bir örtüşmenin söz konusu olduğunu da ekleyelim. Ve “Sympathy For The Devil”ı dinleyelim…