1990’ların başında, Fransa’ya gidişimin ilk yılında, neredeyse her gün televizyonda gördüğüm, çok sevdiğim bir dostumun Fransız alaycılığını en sahiplenmiş haliyle “Serge’in dulu” adını verdiği, yıllardır Fransa’da yaşadığı halde İngiliz aksanını biraz da gururla taşıyan, kendisine yapılan küçümseme ve esprilere aldırmadan söylediğini söylemeye devam etmesine rağmen sahici olma çabasını inandırıcı bulmadığım ve bu ilk izlenime yapışıp kaldığım bir kadın (çünkü tanımıyordum, ötekinin gerçeği nedir ki göz ucuyla baktığımızda).
Ciddi şeylerle ilgileniyordum ben, işsizlikle birlikte ırkçılık yükseliyordu, ulus-devletin ana ideolojisi olan milliyetçilik araştırılıyordu, siyasal İslâm’ın yükselişi yarı küçümseme yarı korkuyla izleniyordu, özgürlüğün başkenti sandığım Paris’te köpekli polisler metroda banliyö gençlerinin kimliklerini dikkatle inceliyor, üniversitede gençler klasik örgütlenmelerin dışında yollar arıyordu; büyük bir sofrada, yanlış hatırlamıyorsam, bir emlâkçı Bosna için “e Türkler de oraya kadar gelmeseydi” diyebiliyordu (Osmanlı demiyordu tabii, Batı aydınlanması için Osmanlı İmparatorluğu despot sultanın emriyle onlara saldırıya geçen acımasız Türkler diyarıydı). Paris hâlâ pek alımlı ve gururlu, ama oldukça şaşkındı.
Politik fikirlerinin her zaman olduğunu, ama androjen ergenden seksi genç kadına giden yolda izlediği güzergâhın bu türden “ciddi” konuları isminin etrafındaki magazin halesiyle kirletmekten korktuğunu öğrenecektim.
Televizyonlar Bosna’ya giden Jane Birkin’dense, “müteveffa Serge Gainsbourg’un, Fransa’nın son ozanlarından, son büyük provokatörlerinden birinin, kendini içkiyle boğmadan önce mutlulukla birlikte olduğu son kadın”ı görmeyi tercih ediyordu. Kendi kültürümde cinsiyetçiliğin ve ırkçılığın kodlarını biliyordum, en azından ilkine karşı savunma ve direniş araçlarımı geliştirmiştim.
Kapı komşum 80 yaşındaki Marie-Françoise, beni işaret ederek “Madame bu beni hiç dinlemiyor” diyen arkadaşımla şakalaşırken sevgilim sanıp “il faut bien taper la viande pour qu’elle soit bonne” dediğinde önce anlamıyordum. Viande, et kelimesi argoda kadın için kullanılıyordu ve “eti yumuşatmak istiyorsan iyice bir döveceksin” anlamına geliyordu kapı arasında kıkırdayarak verdiği öğüt.
Başka türlü bir kadın-erkek ilişkisi
1970’li yıllarda Paris sokaklarında erkeklere mikrofon uzatıldığında neredeyse ağız birliği etmişçesine “e sözünü dinlemediğinde arada bir tane patlatacaksın” deyiveriyorlardı. 68’in kültürel dalgaları henüz toplumun tüm katmanlarına dağılmamıştı, ama çekirdek ailenin anne-baba modelinin ötesine geçen aşka ve arayışa dayalı bir çift tipolojisi ortaya çıkıyordu.
Bu figürler henüz kültürel manada devrimciydiler, John Lennon ve Yoko Ono gibi. Henüz karşıkültür sömürgeleştirilip ehlileştirilmemiş, Victoria-David Beckham modelinin birlikte daha çok para getiren arzu nesneleri ortaya çıkmamış, tüketim modelinin öznelerini gıdıklayan arzu nesnelerine dönüşmemişlerdi. Sadece hemcinsler arasındaki ilişkinin hak talepleri yükselmiyor, sadece cinsel özgürlük arayışları çoğalmıyor, bir yandan da başka türlü bir kadın-erkek ilişkisinin kapıları aralanıyordu.
Jane Birkin ve Serge Gainsbourg da böyle bir çiftti. Bir karı kocadan veya sadece ateşli birer sevgiliden ziyade, sağlam birer yol arkadaşı, birlikte dünyaya getirdikleri insanlarla olduğu kadar ortak üretimleriyle de kardeşlik duygusu barındıran birer yoldaş.
“Je t’aime… moi non plus”
Birlikte söyledikleri ilk şarkı Gainsbourg’un önceki sevgilisi Brigitte Bardot için yazdığı “Je t’aime… moi non plus”, o dönem skandal yaratıp BBC tarafından yasaklanmış ve Vatikan tarafından lanetlenmişti. Sona gelen kelimelerle “ben de seni sevmiyorum”a dönüşen bu “seni seviyorum”u çevirmesi çok zor ama, “Ben de seviyorum seni diyemem”, Birkin’in aktardığına göre, aslında Gainsbourg’un Dali’den ilhamla yazdığı bir şarkıymış.
Dali Picasso için şöyle demiş: “Ben de Picasso gibi İspanyolum. Ben de Picasso gibi dâhiyim. Ben de Picasso gibi komünist değilim.” Dali, komünistten sonra virgülü koymayarak Picasso’nun da aslında komünist olmadığını ima ediyor diyebiliriz. Sürrealistlerin provokasyon duygusundan beslenen Gainsbourg ve “benim küçük hermafroditim” dediği “cüretkâr” Jane’in sevgililikleri sona erdikten sonra da süren güçlü bir ilişkileri oldu.
Çabasızca güzeldi
11 yaşımdan itibaren öğrendiğim, 15 yaşında önemsememeye karar verdiğim, 25 yaşımda yeniden döndüğüm bu dil, kitaplardakinden bambaşka söyleyiş ve tınılarıyla sokakta zorluyordu beni. Tıpkı Je t’aime… moi non plus gibi. İkinci kuşak Arap göçmenlerin yoğunlukta olduğu banliyölerde yaygınlaşan verlan (à l’envers; “tersine” kelimesinin tersinden okunuşu) denen argosu belki de bu hazırlıksız yakalayan olumsuzlamaların melez bir dile tercümesiydi, kim bilir. Jane ise o bebeksi İngiliz aksanıyla umursamaz ve mutlu görünüyordu. Ne de olsa ayrıcalıklıydı, İngilizdi, iyi bir eğitim almıştı ve çabasızca güzeldi.
Jane’nin Agnès Varda’nın tatlı bir mizahla yüklü güçlü sine-portresinde, “Tarzan ve Jane” epizodunda, “ben Jane’le de Tarzan’la da ilgilenmiyorum, olmak istediğim Mogli, orman çocuğu” dediğini duyacaktım.
Şimdi dönüp bakıyorum da meğer ne çok kıskanmışım ve bir yandan da gözümü alamamışım. Jane kendisine yönelik cinsiyetçiliği dert edecek durumda değildi. Siren İdemen’in Roll’da onunla yaptığı söyleşilerden birini yıllar sonra okuduğumda, politik fikirlerinin her zaman olduğunu, ama androjen ergenden seksi genç kadına giden yolda izlediği güzergâhın bu türden “ciddi” konuları isminin etrafındaki magazin halesiyle kirletmekten korktuğunu öğrenecektim.
Özel ve kamusal ayrımının Batı kültürü içindeki kurucu yerini ve özellikle feministlerin buna yönelik eleştirilerini okurken bu teorik bilgiyle pratik arasındaki ilişkiyi o gün görebilseydim, bir kadının kendisini var etme çabasının ne kadar büyük bir bölümünün böyle bir bölünme içinde çırpınışla geçtiğini anlayabilirdim. Jane Birkin kendisine ayrılan kadınsı ve “özel” alanı erkeksi ve “kamusal” alandan ayrı düşünüyordu, ta ki yaşlanmak onu bir anlamda bu rolden özgürleştirene kadar.
“Milliyetçileri çileden çıkarıyor”
Yine 2003’teki Roll söyleşisinin bir dipnotuna göre, Beytüllahim, Ramallah ve Gazze konserlerinin ardından Tel Aviv’e geçen Jane Birkin ve Arabesque ekibi için Haaretz gazetesinde Benny Mer şöyle yazmış: “Fransa’da yaşamayı ve bir Yahudiyle evlenmeyi seçen İngiliz kız, şimdi Arap müzisyenlerle takılıyor ve çekici tebessümüyle milliyetçileri çileden çıkarıyor.”
Körfez savaşı sırasında Araplara yönelmiş ırkçılığa (çünkü bu hayalet hep oradaydı, sadece musallat olacağı nesne değişiyordu) verilen en güzel cevaplardan biri olan bu albüm Serge Gainsbourg şarkılarını da çok daha geniş bir coğrafyaya, çok daha büyük bir kitleye tanıtıyordu. Türkiye’ye döndüğümde Açık Radyo’da Yeni Fransız Şarkısı isimli programı yaparken Serge Gainsbourg şarkılarının o dönemin genç kuşak müzisyenleri üzerindeki etkilerini gözlemleyebiliyordum.
Bir şarkı sadece söz veya sadece bir müzik değildir kuşkusuz, bir tavırdır kimi zaman, kimi zaman da dünyaya yönelmiş ve açılmış bir duygu katmanı. Jane’in şarkılarla ilişkisi bu katmanları açığa çıkarırken kendi yordamınca deneyimlemekti.
Jane’in kendini arayan yolculuğu aynı zamanda dünyadan kadınsı bir geçme haliydi, incitmeden, iyileştirerek, ama mücadeleyi hiç bırakmadan. Darısı hepimizin başına.
“Tarzan ve Jane” ve Mogli
Parçaları yıllar içinde birleştirebildim: Jane’in Agnès Varda’nın incecik ve tatlı bir mizahla yüklü güçlü sine-portresinde, “Tarzan ve Jane” epizodunda, kameraya bakıp “ben Jane’le de, Tarzan’la da ilgilenmiyorum, olmak istediğim Mogli, orman çocuğu” dediğini duyacaktım. Bir Cadbury reklâmıyla başlayan imge-hayatı Antonioni’nin efsanevi Blow-Up’ıyla birlikte (Cinayeti Gördüm diye çevrilmişti, film isimlerindeki bu güzel çevirileri gizli kalmış kelime işçilerine borçluyuz) ivme kazanacaktı.
Agnès Varda’nın objektifi sadece Jane’e değil, tüm kadınlara bir bakış armağan eder gibidir. Kimi zaman bir Goya tablosunun içinden konuşur Jane, kimi zaman Ingres ve bu konuşmanın kadınsı absürdü kucaklayan ironisi tüm filme yayılarak içimizi ısıtır. (John Berger’ın Görme Biçimleri’nde Batı sanatında kadın imgesinin anlamı ve yükselişiyle birlikte okunduğunda Varda’nın yapmak istediği şey çok daha iyi anlaşılabilir). Kendisine güvenle teslim olmuş Jane’le birlikte kâğıt bebeklerini giydiren bir kız çocuğu gibidir Agnès; onu farklı üslupların farklı türlerin içine yerleştirerek birlikte eğlenir ve onu sahiciliğini ödüllendirircesine canlandırır.
Ahtapotun kayası
1995’te kuşatma altındaki Saraybosna’ya desteğe giden, 2002’de ırkçı Marine Le Pen’in cumhurbaşkanlığı adaylığını protesto eden Jane, 2010’da Birmanyalı muhalif Aung San Suu Kyi’yi desteklediği için Çin’e sokulmayan Jane, adına bir çanta yapan Hermès’e timsah derisi modeli yüzünden isminin kullanılmasına karşı çıkan Jane, 2003 söyleşisinin sonunda, daha önce başka bir söyleşisinde rastlamadığım bir anekdot bırakıverir Siren İdemen’in eline:
“– Dünyanın derinliklerinde, çok çok derinlerde, bir tür ahtapot varmış. Çok küçük bir ahtapot. Bütün çocukluğu boyunca, bütün ergenliği boyunca bir kaya arıyor. Bu kayayı bulduğu anda bir daha hiç kıpırdamıyor, asla. Arıyor, arıyor ve hoop, kayasını bulduğu anda, oraya asılıyor ve bir daha kıpırdamıyor. Ölmüyor, hayatının geri kalanını o kayada sürdürüyor. Peki sence ne yiyor? Tahmin et.
– Kendi kendisini mi yiyor?
– Evet, ama vücudunu yemiyor, beynini yiyor, çünkü artık ona ihtiyacı yok. Çünkü artık kayasını buldu. Belki de bu nedenle hep hareket halinde olmak lâzım…”
Hep hareket halinde yaşayan Jane’in kendini arayan yolculuğu aynı zamanda dünyadan kadınsı bir geçme haliydi, incitmeden, iyileştirerek, ama mücadeleyi hiç bırakmadan. Darısı hepimizin başına.
Güle güle Jane.