İnsanlık tarihi, paleontoloji gibi işler. Belirli bir muhakeme körlüğü nedeniyle en parlak zihinler bile burunlarının önünde duran şeyleri çoğu zaman göremez. Daha sonra, o an geldiğinde, göremediğimiz şeylerin izlerini her yerde bulduğumuzda şaşırırız. (…) Eşitlikçiler bile, en eski olanda en yeni olanı bulduklarında şaşırıyor.
Karl Marx[1]
Jeolog Cenk Yaltırak, T24’te yayınlanan söyleşisinde[2] Marmara Bölgesi’nde yapılan deprem hazırlıklarının, fay hatlarının yeni harita modeline bağlı olarak yeniden ele alınması gerektiğini vurguluyordu. Zira, eski harita modeli yanlıştı ve birden fazla fay hattı olduğunu gösteren çok daha teferruatlı bir harita mevcuttu.
Netice itibarıyla, kent planlarını, yönetmelikleri, deprem senaryoları ve afet koordinasyonu gibi konulardaki çalışmaları doğrudan etkileyecek ve onların dayandığı bilimsel zeminin bambaşka bir yapısının olduğunun görülmesini sağlayacak bir sahne değişimi öneriyordu Cenk Yaltırak.
Zaman algısını altüst eden böylesi anlarda –bir afette, selde, yangında olduğu kadar, bir devrimci durumda, toplumsal ayaklanma ânında da– geçmişin çözülmemiş sorunları o sarsıcı ânın içine muazzam bir tazyikle dolup yoğunlaşıyor.
Bununla birlikte, bir detaya daha dikkat çekiyordu: Aslında bu harita modeli yeni değildi. Geçtiğimiz yüzyıl içinde yapılan bazı araştırmalarda fayların varlığı zaten tespit edilmişti. Yaltırak, bu bulguların uzun yıllar üniversite içindeki çekişmeler sonucunda, örneğin tek fay olduğu varsayımından yola çıkarak yapılan birçok araştırma anlamını yitireceği için, nasıl görmezden gelindiğini de anlatıyordu. Sonuçta, yaptığı araştırmalar zamanında destek görmemiş, üniversitede kadro alması engellenmişti.
İnsanlık tarihini paleontoloji gibi düşünmek
Depremle birlikte bugüne kadar çözülmeyi bekleyen birçok sorunun görünürlük kazanması tesadüf değil. Nitekim, zaman algısını altüst eden böylesi anlarda –bir afette, selde, yangında olduğu kadar, bir devrimci durumda, toplumsal ayaklanma ânında da– geçmişin çözülmemiş sorunları o sarsıcı ânın içine muazzam bir tazyikle dolup yoğunlaşıyor.
Böylece, örneğin Yaltırak’ın anlatısında, sadece deprem haritalarını yeniden düzenleyen bir bilimsel bulgunun varlığı değil, akademideki yapısal sorunlar da görünür hale geliyor. Demek ki, “tarihsel bir an” olarak nitelediğimiz zaman diliminin, yaşanan olayın dolaysız etkileriyle birlikte, bu anların farklı sorunların bir arada okunabilirliğini olanaklı kılmasıyla ilgisi olmalı.
“Beş Satırla”nın üçüncü dizesi praksis formülü gibidir. Benjamin’in “burjuva teslisi” olarak nitelediği “iyi-doğru-güzel” üçlü ideasının karşısına, Nâzım “yürek-kitap-sokak” imgelerini koyarak proleter bir triptik yaratır. Duygu, akıl, eylem. Cesaret, tarih, dayanışma.
Marx, Engels’e yazdığı mektubun başında, insanlık tarihinin paleontoloji gibi düşünülebileceğini söyler. En eski olanda en yeni olanın “o an geldiğinde” ortaya çıkmasıyla yaşanan şaşkınlık, Marx’a şimdi ve geçmiş arasındaki bağlantıların zihinlerdeki kopukluğunun derecesini gösteriyordu.
Diğer yandan, Paul Valéry’ye kulak verecek olursak, jeoloji de tarih kavrayışlarımız açısından bir model olarak iş görebilir: “Jeoloji, bir nevi tarihtir; çok büyük volkan püskürmelerini, önemli selleri vb. anlatmakla yetinseydi, tarihin olaylarıyla yaptığını yapacaktı. Ancak yavaş değişiklikler peşindedir ve hiç kimse bunları göremedi. Jeoloji, tarihin yapması gereken şeydir.”[3]
Ayrıntılara, ağır hareketlere dikkat kesilen bir jeolog imgesi üzerinden, geçmişte olup bitmiş önemli olayları “anlatma” peşindeki bir tarihyazımı tarzına yönelik dersler çıkarıyor Valéry. Onun aklında zamanın geçmesini bekleyip olayın kendisine farklı katmanlarıyla göründüğü sabit bir tarihçi konumu yoktur. Daha ziyade, Valéry’nin tarihçisi mikro-tarih olarak tabir edilen bir çalışmanın öznesini akla getirir, yani kimsenin bakmadığı yerlerde dolaşan ve olay ânında ya da sonrasında imgelerin ve hikâyelerin peşine düşen aktif bir araştırmacıyı; kuşkusuz geçmiş olayları anlatmakla yetinerek değil, onların sesini bugünde duyurmaya dair, bugünün deneyimine dahil etmeye yönelik bir ilgiyle.
Dolayısıyla, tarihe yönelik sorular aynı zamanda şimdiye yöneltilmiş sorular olarak görülebilir. Bunun tersi de geçerlidir. Şimdiki zamanda yapıp ettiklerimiz kadar, bir şeyi yapmama yönünde verdiğimiz kararlarda da tarih ve zaman kavrayışlarımızın belirleyici bir rol oynadığı söylenebilir. Özellikle deprem gibi kırılma anlarında, zaman algısı ve politik tavır ya da eylem arasındaki ilişki daha da belirgin hale geliyor.
Tarihsel düşünme, Marx’ın deyişiyle, en eski olanda en yeniyi bulmaktır. Şimdinin mücadelesi de, şimdinin eylemleriyle var edilen politik hedeflerin, geçmişin gelecek tasavvurlarıyla bir arada gerçekleşebilme ihtimalinin belirmesidir.
Epistemolojik fay hatları
Bu yazıda, tarih kavrayışlarının yaygın olarak bir ilerleme mantığı içinden işlediğini ve bunun belli tarihsel anlarda ortaya çıkan politik olanakları perdelediğini öne süreceğim. Depremin ardından olayları ve olguları politikanın konusu olmaktan çıkarıp psikolojinin veya tarihyazımının nesnesi olmaya doğru yönelten düşünce tarzlarını fragmanlar biçiminde örneklendirmeye çalışacağım, şu soruları takip ederek: Acaba deprem politik tahayyüllerimizin sınırlarını da görmemize vesile olabilir mi? Bilgi edinme ve yorumlama tarzlarını, geçmişi anlamlandırma biçimini, şimdiye verilen önemi ve gelecek tahayyüllerini etkileyebilecek bir sahne değişimine de yol açabilir mi? Bilişsel haritalarımızda varlığı pek bilinmeyen veya önemsenmeyen epistemolojik fay hatlarını görünür kılabilir mi?
Kim demiş zaman yaraları iyileştirir diye? Zamanın iyileştiremediği tek şeyin yara olduğunu söylemek daha uygun düşer. Zamanla, ayrılık acısı gerçek sınırlarını yitirir. Zamanla, arzulanan beden yok olup unutulur. Arzulayan beden de artık öteki için varolmuyorsa, geriye yaradan, kimsesiz bir yaradan başka ne kalır ki?[4]
Chris Marker
Depremle birlikte açığa çıkan olguları vakit kaybetmeksizin edebiyatın, genel olarak sanatın, hatta kurumsal siyasetin diline ya da alanına tahvil eden bir tutumun eleştirisi çokça yapıldı. Bununla birlikte, yine Gezi’de ya da pandemi sırasında da görülebildiği gibi, olayın kendisinden farklı bir yöne gözleri çeviren başka bir tutum veya düşünce tarzı daha var. Buna göre, olayın yaşandığı zaman diliminin henüz içinde bulunulduğundan olup bitenlere dair bir kavrayışa sahip olmak zordur.
Zaman geçtikçe doğal olarak araya mesafe girer ve olay geçmişin bir parçası olur. Olay daha çok tazeyken yaşanan o “anlık duygularla” farkına varılamayacak detaylar zamanla belirginleşir, olayın farklı katmanları görünür olmaya başlar. Böylelikle daha kapsamlı temsiller ve analizler ortaya çıkar.
Bu iki tutum da mevcut tarihsel durumla dolaysız bir ilişki kuramamaları anlamında (olayın eşzamanlı estetik ifadesi ve olayı olup bittikten sonra anlama) aslında birbiriyle örtüşüyor. İkisinin de aklını şu sorular kurcalıyor gibi: Bir acı, olayın yaşandığı zamanda anlatılabilir mi ve öyleyse nasıl? Bir olayın hikâyelendirme ve analiz nesnesi olabilmesi için ne kadar zaman geçmesi gerekir?
Bunlar örneğin, bir üniversitede tarihyazımı dersini alan öğrenciler için kuşkusuz gayet yerinde sorular. Fakat böylesi bir zamanda, bir felaketin ortasındayken, olaylara “anlaşılırlık” ve “anlatılabilirlik” açısından bakmakta yadırgatıcı ve hatta ayrıcalıklı bir yan yok mu? Bu tarz bir düşünüş olayla birlikte ortaya çıkan toplumsal hareketlilikle ilişkilenemeyerek olayın kendi zamanını ıskalamıyor mu?
Peki, olayın kendi zamanı nasıl bir zaman ve bunu ıskalamamak neden önemli?
İnsanlık bellekten vazgeçiyor ve anlık olan her şeye uyum sağlamak için soluksuz bir çaba gösteriyorsa, bu olguda nesnel bir gelişim yasası yansıyor demektir.
Theodor W. Adorno[5]
Adorno’nun sözünü ettiği gelişim yasasının genel adı kapitalist ilerleme; bilimdeki ve teknolojideki ilerlemenin, toplumsal gerilemeye ve nihayetinde yıkım ve felâkete dönüştüğü işleyiş.[6]
Teskin edici bir tarihsel evrim fikri
Felâketin kapitalizmdeki “olağanlığını” herhalde içinde bulunduğumuz dönemde en yakıcı biçimde hisseden ülkenin adı Türkiye. Devlet aklının nüfuz edemediği kimseler için “hayatın olağan akışı” felâketlerde, katliamlarda yitirdiklerinin anılmadığı neredeyse tek bir takvim gününün dahi kalmadığı ve bunlara her an yenilerinin de eklenebileceği bilinciyle yaşamak demek, kamu hizmetlerinin, sağlığın, eğitimin, barınmanın, yaşam alanlarının, doğanın, insanın, –ölümün bile– büyüme, kalkınma, vatan ve din adına sınırsızca tüketilebilecek ve kâr elde edilebilecek varlıklar ve olgular olarak görüldüğünü bilmek demek.
Her politik eylem, her mücadele aynı zamanda bir hatırlama pratiğidir de. Geçmişin bu tür bir diyalektik tersyüz etmedeki hatırlanışı, aynı zamanda unutuşun da imkânıdır. Unutuş, yarım kalan isteklerin gerçekleşmesi, geçmişin kurtarılması, yerli yerine oturtulması, ölülerin nihayet gömülebilmesidir.
Bununla birlikte, bu ilerleyişin sekteye uğradığı bir an, kimileri için direniş ve dayanışmaya, kimileri için de mevcut duruma uyum sağlamaya yönelik “soluksuz bir çabaya” dönüşüyor; yaraları sarma, iyileşme, sağaltım, uyum sağlama gibi sözcüklerden oluşan bir sağlık terminolojisiyle devreye giren bir düşünce tarzıyla.
Serinkanlılığı, sağduyuyu koruyabilmek doğru ve yerinde kararlar verebilmek için kuşkusuz önemli. Sabırlı olma ve bekleme telkini ile birleştiğinde ise, geçmişin “olağan” akışından geleceğe doğru bir hat çekmek suretiyle, şimdinin de geçici olduğunu hatırlatarak “rahatlatıcı” bir işlev edinebiliyor. Zamanın akışının sekteye uğramasına müsaade etmeyip daha ziyade teskin edici bir tutumu tercih ediyor. Bir tür kadercilikle, bir tarihsel evrim fikriyle iş görüyor. Altta yatan önkabulü ise, nihayetinde kötülerin cezasını bulacağı, tarihin iyilerden yana olduğu fikri: Yeter ki biz iyinin, doğrunun, güzelin yanında olalım.
Bir praksis formülü
Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.
Nâzım Hikmet, Beş Satırla
Nâzım, gideni ve gelmekte olanı anlamanın bahtiyarlığından söz ederken, herhalde bitmek bilmez bir anlama sürecinden, konformizm ile eş anlamlı bir bahtiyarlık halinden bahsetmiyordu. Beş Satırla’nın üçüncü dizesi praksis formülü gibidir. Bilmenin alanı yalnızca kitap değildir, yürek ve sokaktır da. Walter Benjamin’in “burjuva teslisi”[7] olarak nitelediği “iyi-doğru-güzel” üçlü ideasının karşısına, Nâzım “yürek-kitap-sokak” imgelerini koyarak proleter bir triptik yaratır. Duygu, akıl, eylem. Cesaret, tarih, dayanışma.
İşte tam da böyle bir zeminden, depremi duyar duymaz enkazlara koşan, belleğini dayanışma geleneği okyanusuna demirleyen insanlığın eylemlerinden yayılır iyi, güzel ve doğru. Soyut metafizik değerler olmaktan çıkıp dünyevileşir, ilişkiler alanına yerleşerek cisimleşir. Tepeden inen, şatafatlı hayırseverliklerde vücut bulan bir dünyevileşmeyle de değil, yan yana dayanışmada bulurlar anlamını; “bir sürçme, bir dolu bakış, bir dostluk”ta.[8]
Tarih gerek bize, ama bilgi bahçesinde başıboş gezinen aylağınkinden farklı bu ihtiyaç.
Friedrich Nietzsche[9]
Köstebek ve Kopernik dönüşü
Devrimin, köklü bir değişim imkânının adım adım, sebatkârca ve elbirliğiyle örülen çabalara bağlı olduğu söylemek kuşkusuz yerindedir. Köstebek toprağı kazıp kendi yolunu açar. Diğer yandan, bu toprak, Benjamin’in Marx’tan el alarak dediği gibi, kurallarını “hâkim sınıfın koyduğu bir arena”[10] değil midir aynı zamanda? “Burjuvazinin sınıf savaşını”, üstüne o toprağı yıkmak üzere mevzilendiğini bilmez mi köstebek? Yoksa yine de, ne olursa olsun, faaliyetinin “sonunda”, “elbet” muvaffak mı olacaktır?
“Tarihsel maddecilik adlı kukla daima kazanacaktır”[11] demişti Benjamin, ironiyle ve yayınlanmamak üzere! Çünkü teoloji denen şeklini yitirmiş cüceyi kendine “araç kılan” tarih kavrayışlarının bakış açısından bu düşüncelerinin yanlış anlaşılacağını söylüyordu, Gretel Adorno’ya mektubunda.[12] Ne demek istiyordu?
Öncelikle, hâlâ usandırıcı derecede yaygın olan şu “geçmişe takılıp kalmış, iflah olmaz melankolik filozof” klişesinin aksine, Benjamin’in “şimdi”yi dert edinen, kendi zamanının toplumsal tehlikeleri ve devrimci potansiyelleri hakkında kafa yoran, güncel/aktüel[13] (aktualität) olanın ve yeninin peşinde bir düşünür olduğunu vurgulayalım.
Geçmiş ve şimdi arasındaki ilişki sık sık telaffuz ediliyor. “To remember is to fight!” Bu ifadeyi “hatırlamak direnmektir” olarak değil, “mücadele etmek hatırlamaktır” olarak okumak daha uygun: Bellek endüstrisinin şimdiyle uyumlu bir anma-hatırlama kültürüne karşı radikal bir hatırlama pratiği.
Benjamin’in tarih ve zaman kavrayışı ise, kendi başına hareket ederek akıp giden, ilerleyen, kendi içinde bir ereği olan tarihle, büyük harfle yazılan Tarih (Die Geschichte) anlayışıyla taban tabana zıttı. Michael Löwy’nin, Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’inden sonra devrimci düşünce açısından yazılmış en önemli metin olarak nitelediği[14] Tarih Kavramı Üzerine’de örneğini gördüğümüz gibi, tarih kavrayışıyla şimdide verilen mücadeleler arasındaki ilişkiyi tersyüz edecek bir sahne değişimi öneriyordu Benjamin; hatta kendi deyişiyle, bir “Kopernik dönüşü”ydü bu:
“Tarihsel bakış açısından Kopernik dönüşü şudur: eskiden “geçmiş” sabit nokta olarak kabul edilir, şimdiki zamanın bu sabit noktaya doğru bilgiyi çekiştirerek uydurmaya çalıştığı görülürdü. Artık bu ilişki yön değiştirecektir ve geçmiş, uyanmış bir bilincin diyalektik tersyüz edilişi (Umschlag) ve anlık parıltısı (Einfall) haline gelecektir. Politika tarih karşısında öncelik kazanır. Olgular ise daha yeni bize çarpmış şeyler haline gelir, onları yerli yerine oturtmak ise hafızanın işidir.”[15]
Öncelikle, kategorik olarak geçmişin şimdi üzerindeki üstünlük iddiasının reddidir bu. Geçmiş öyle olduğu için şimdi böyle olmak “zorunda” değildir. Aralarında çizgisel bir süreklilik yoktur. Benjamin için, ne tarih geçmişte olup bitmiş olaylar arşividir, ne de tarihsel düşünce şimdiki mücadeleleri haklı çıkarsın diye kanıt olarak sunulabilecek “volkanik olaylar” arasından işine geleni çekip alma yöntemidir.
En eski olanda en yeniyi bulmak
Tarihsel düşünce, şimdinin pratiğine bağlıdır ve mevcut koşullara dair aktif bir ilgiyi, bakışı, pratiği gerektirir. Geçmiş olayların bilgisinin ve geçmişe dair farkındalığın bu kavrayışa özgü bir işleyişi vardır. Bu işleyişin yalın bir anlatımını yine Valéry’den okuyalım:
“Ne zaman tarihe dalıp tarihsel düşünmeye başlasanız, ne zaman kendinizi geçmiş bir dönemin insanlık macerasını yeniden düşünmeye kaptırsanız, ona olan ilginiz olayların tamamen başka türlü olabileceği, bambaşka bir yöne gidebileceği hissiyle devam eder. Her an, bir sonraki ânın gerçekte olandan farklı olduğunu hayal edersiniz: yani kendinizi içine yerleştirdiğiniz her hayalî şimdiki zaman için, gerçekte olandan farklı bir gelecek tasavvur edersiniz.”[16]
Benjamin tarihin akışına sırtını yaslayan sol tevekkül diye tabir edebileceğimiz bir bekleyiş halinin, “eninde sonunda” ezilenlerin galip geleceği inancının, politik mücadeleye ket vurduğunu düşünüyordu. “Kendi takvimini” yaratmanın öneminin farkındaydı.
Valéry ile birlikte şunu diyebiliriz o halde: Tarihsel düşünme, geçmişte bir şeylerin farklı yönlere gidebileceği ihtimalini şimdinin uğraşında duyumsamaktır. Marx’ın deyişiyle, en eski olanda en yeniyi bulmaktır.[17] Mağlupların gözünden geçmişin şimdisini ve onun kıpırdanmalarını ya da “zemin hareketlerini” kavrayabilmektir. Bu minvalde, şimdinin mücadelesi de, şimdinin eylemleriyle var edilen politik hedeflerin, geçmişin gelecek tasavvurlarıyla bir arada gerçekleşebilme ihtimalinin belirmesidir. Tarih öyle değil de böyle bir seyir de izleyebilir dediğimiz her “şimdide” geçmişte dile gelen gerçekleşmemiş isteklerin sesleri de duyulur: “Eskileri kuşatmış olan havanın soluğu bize değip geçmez mi? Kulak verdiğimiz seslerde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur?”[18] Bir eşikte, “bir tehlike ânında”, geçmiş ve şimdi bu şekilde yan yana gelir.[19]
İşte böyle bir anda, “daha yeni bize çarpmış” olguların ışığında, şeyleri “yerli yerine oturtma” imkânı doğar. Bu yüzden her politik eylem, her mücadele aynı zamanda bir hatırlama pratiğidir de. Geçmişin bu tür bir diyalektik tersyüz etmedeki hatırlanışı, aynı zamanda unutuşun da imkânıdır. Unutuş, yarım kalan isteklerin gerçekleşmesi, geçmişin kurtarılması, yerli yerine oturtulması, ölülerin nihayet gömülebilmesidir.
Şimdideki bu yan yana geliş geriye doğru da işler; güncel olaylar geçmiş algımızı yerli yerine oturtabilir. Örneğin, yakın geçmişin sellerinde, orman yangınlarında ya da pandemide “görünmeyen” bir virüse karşı, devletin hazırlıklarının ve müdahalesinin yetersiz kalıp kalmadığı gibi bir konuda tereddüt yaşayanlar için bazı soruların yanıtı bu depremde yapılanlara ya da yapılmayanlara bakılarak verilmiş olabilir.
Mücadele etmek hatırlamaktır
Günümüz küresel mücadelelerinde de geçmiş ve şimdi arasındaki ilişki daha sık telaffuz ediliyor. “To remember is to fight!”, “Erinnern heißt kämpfen!” sloganları, şimdiye nüfuz eden bir geçmiş kavrayışını mücadelelere dahil ediyor. Tam da bu nedenle bu ifadeyi “hatırlamak direnmektir” olarak değil, “mücadele etmek/direnmek hatırlamaktır” olarak okumak daha uygun düşüyor. Bu slogan bellek endüstrisinin şimdiyle uyumlu bir anma-hatırlama kültürüne, radikal bir hatırlamayı, Benjaminci bir “hatırlama” (eingedenken) pratiğini koyarak karşılık veriyor.
Demek ki, geçmiş ve şimdiki zaman, Benjamin’in düşüncesinde öncelikli olarak tarihin nesnesi değil, politikanın konusudur: “Geçmişe bu şekilde yaklaşmak, yani onu tarih açısından değil, politik bir şekilde, politik kategorilerle ele almak.”[20]
Ne yaptığımızın, ne düşündüğümüzün, ne hissettiğimizin birbirine iyice yaklaştığı, teorinin ve pratiğin buluştuğu andayız. Bu aynı zamanda politik tahayyüllerin sınandığı gibi, farklı düşünce faylarının olduğunu görmemizi sağlayabilecek de bir an.
Benjamin tarihin akışına sırtını yaslayan sol tevekkül diye tabir edebileceğimiz bir bekleyiş halinin, “eninde sonunda” ezilenlerin galip geleceği inancının politik mücadeleye ket vurduğunu düşünüyordu. Tehlike anlarında, devrim momentlerinde beliren imgeleri ve imkânları kaybolup gitmeden yakalamanın peşindeydi.
Köstebeğin, Temmuz devriminde yerin altından çıkar çıkmaz saat kulelerine ateş açtığından haberdardı. “Kendi takvimini”[21] yaratmanın öneminin farkındaydı ve mücadele etmenin, bambaşka anlamların ve olasılıkların belirebileceği bir sahneyi var etmekle ilgili olduğunu biliyordu.
Tarih, insanların hakikat adını verdiklerinin ve bu hakikatler etrafındaki mücadelelerin tarihi haline geliyor.
Paul Veyne[22]
Teori ve pratiğin buluştuğu an
Şimdi… Ne yaptığımızın, ne düşündüğümüzün, ne hissettiğimizin birbirine iyice yaklaştığı (bunların uzaklaşmasının adı değil mi yabancılaşma?), teorinin ve pratiğin buluştuğu andayız. Bu aynı zamanda politik tahayyüllerin sınandığı gibi, farklı epistemolojilerin, farklı düşünce faylarının olduğunu görmemizi sağlayabilecek de bir an.
Şimdi… Dayanışmayı, yardımlaşma pratiklerini önceliyor ve olası felâketlerin önünü almak için de sorumluluk almaya çağırıyor. Dayanışmayla birbirinden güç alanlar, umudu gelecek zaman kipinde kullanmıyorlar. Umut birbirlerine verdikleri ad. Onları gören, duyan, duyumsayan birçokları, örgütlüler, örgütsüzler, sokaklarda, işyerlerinde, evlerde birbirine soruyor: Mücadeleyi nasıl büyütmeli? Nerede örgütlenmeli?
Yaralarımızı kimsesiz bırakmamak için.
Durmak, gölgesinde
havadaki yaranın.[23]
[1] Marx, Engels’e Mektup, 1868
[3] Aktaran François Hartog, Tarih, Başkalık, Zamansallık, Çev. M. Emin Özcan, Levent Yılmaz, Adnan Kahiloğulları, Dost Kitabevi Yayınları, 2000, s. 216
[4] Sans Soleil, Chris Marker
[5] Theodor W. Adorno, “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?”, Çev. Tarhan Onur, [1959], s.124
[6] Enzo Traverso, Solun Melankolisi: Marksizm, Tarih ve Bellek, Çev. Elif Ersavcı, İletişim Yayınları, 2018, s.217
[7] Walter Benjamin, “Karl Kraus”, içinde One-Way Street and Other Writings, çev. Edmund Jephcott & Kingsley Shorter, Verso Books, 2021 [1930-31], s.328.
[8] “Kim Neyi”, Gülten Akın
[9] Nietzsche’nin Tarihin Hayat İçin Yarar ve Sakıncaları Üzerine adlı eserinden bu cümleyi Benjamin, Tarih Tezleri’nin on ikincisinin epigrafı olarak kullanır. Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, içinde Son Bakışta Aşk, (haz.) Nurdan Gürbilek, Çev. Nurdan Gürbilek, Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, 2001, ss.39-50, burada 45.
[10] Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, s. 47
[11] A.g.y., s. 39
[12] Michael Löwy, Fire Alarm, Reading Walter Benjamin’s On the Concept of History, Çev. Chris Turner, Verso Books, 2005, s. 17.
[13] Benjamin’e göre tarihsel maddeciliğin “temelinde yatan kavram ilerleme değil, edimselleşmedir (Aktualisierung).” Bkz. Walter Benjamin, Gesammelte Schriften, (haz.) Rolf Tiedemann, Hermann Schweppenhäuser, cilt 5. Suhrkamp, 1991, [N2, 2], s. 574
[14] Löwy, “Fire Alarm”, s. 4
[15] Benjamin, “Gesammelte Schriften”, cilt 5. [K1, 2], ss. 490-491
[16] Paul Valéry, History and Politics: The Collected Works of Paul Valéry, cilt 10, (ed.) Jackson Mathews, Çev. Denise Polliot ve Jackson Mathews, Pantheon Books, 1962, s. 123
[17] 1843’te Arnold Ruge’ye yazdığı mektubunda da şöyle der Marx: “Görülecektir ki, geçmiş ve gelecek arasında büyük bir zihinsel ayrım çizgisi çizmek değildir mesele, geçmişteki tasavvurların gerçekleştirilmesidir. Nihayet insanlığın yaptığı şeyin, yeni bir işe kalkışmak değil, eski işin bilinçle tamamlanması olduğu ortaya çıkacaktır.”
[18] Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, s. 40
[19] A.g.y., s. 41
[20] Benjamin, “Gesammelte Schriften”, cilt 5, [K2, 3], s. 495.
[21] Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, s. 47
[22] Paul Veyne, Tarih Nasıl Yazılır?, Çev. Nihan Özyıldırım, Metis Yayınları, 2014, s. 408.