Bu yazı, Annie Ernaux’nun edebi diliyle ilgili olacak. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen Super-8 Yılları filmi münasebetiyle İstanbul’da bulunan Ernaux’yla özel bir söyleşi yapma fırsatım olabilseydi, edebi dilini ve/ama aynı zamanda başka bazı şeyleri de yazmaya niyetlenebilirdim. Basın toplantısıyla sınırlı buluşmada kendisine sorabildiğim o tek sorunun izinden gideceğim:
Türkçede henüz yayımlanan Bir Kadın’ın ilk sayfalarında Annie Ernaux geçmişi olmayan, hep orada bulunan annesine dair yazının şöyle olması gerektiğini söylüyor: “En doğru şekilde yazmayı umduğum şey kuşkusuz aile ile toplumsalın, mit ile tarihin kesiştiği noktada yer alıyor. Yapmayı düşündüğüm şey edebi nitelikte, çünkü anneme dair ancak kelimelerle ulaşılabilecek bir gerçeği arıyorum. (…) Ama bir bakıma yine de edebiyatın biraz gerisinde kalmak istiyorum.” Yazar bu saptamayı yaptığı sırada, yöntemini biliyor muydu? Tarif ettiği yazıya nasıl ulaşabileceğini biliyor muydu?
Otobiyografik olarak nitelenen edebiyatında, bellek ve belleğin yazıya nasıl aktarılabileceği üzerine düşünür Annie Ernaux. Bellek hiçbir zaman bireysel yaşantıyla sınırlı değildir ve (diyelim ki sadece) kendi hayatın üzerine düşünmek bile büyük bir sorumluluğu çağırır.
“Neye gönderme yaptığınızı anlıyorum. Burada hatırlayabildiğim kadarıyla en doğru şekilde yazmaya çalıştığım bölüme değiniyorum. Doğru olan nedir? Edebiyatla sosyoloji, efsaneyle mit ve tarih arasında duran… Elimizdeki verileri dikkate alacak olursak, kendi tecrübelerimizle ilgili sosyolojik, tarihsel veya edebi bir yaklaşım söz konusu olabilir. Ben, yazdığım bir esere başlarken tek bir şahsi duyguyla hareket etmiyorum. Hatta bununla hiç alâkası yok. Her ne kadar duyumla ve duyumsamayla ilgili bir çıkış yapsam da biraz daha ilerliyorum. Bir şekilde edebiyatın biraz altında durabilmek dediğimde, yazdıklarım edebi olmayacaktır, edebi değildir anlamına gelmiyor bu. Asla. Şunu söylemek istiyorum: [Dilimin] Hayata mümkün olabildiğince yakın olmasını diliyorum. Yani bilinen anlamda edebiyat gibi belki görmüyorum… Bunu ima ediyorum. Mesela bir kadın yazar, bir röportaja çağrılır; şunu yazdınız, bunu yazdınız diye sorulur ve aslında hep unutulan bir nokta vardır: Aslında edebiyat kandır, ettir, hayattan oluşur. Hayata mümkün olduğunca yakın olan [şey], edebiyatın dışında kalan değildir. Edebiyat, hayata ne kadar yaklaşırsa o kadar edebiyat olur.”
Otobiyografik olarak nitelenen edebiyatında, bellek ve belleğin yazıya nasıl aktarılabileceği, ayrıca edebiyatın kendisi üzerine düşünür Annie Ernaux. Bellek hiçbir zaman bireysel yaşantıyla sınırlı değildir ve (diyelim ki sadece) kendi hayatın üzerine düşünmek bile büyük bir sorumluluğu çağırır. İzlerini takip edebiliriz: Ernaux Babamın Yeri’nde varoluşun “nesnel alametler”ini bir araya getirecekken, “toplumsal durumun emareleri” giderek silikleşir, yazar kendini “bireysel olanın tuzağı”na düşmekten çekip kurtarır, ancak, bu esnada çok zaman geçer, belki umduğundan daha çok. Çünkü “unutulmuş olayları gün ışığına çıkarmak, sıfırdan uydurmak kadar kolay değil”dir. Ama sonra cevap gelir: Bellek “dümdüz bir yazı dili”yle aktarılmalıdır; annesiyle babasına belli başlı “haberleri” verirken kullandığı dille. Bu dümdüz dil, okura sırdaşlık vadetmez –amaç o değildir. Annie Ernaux dümdüz bir dil kullanır, çünkü yaşadıkları hayatta “bir kelime başka bir kelimenin yerini” hiçbir zaman alamaz. Basitçe söylenmiş gibi duran bu cümledeki görkemi görmemek mümkün değil, tam bu anda dili tarif eder Ernaux, dilin ne olduğunu.
Bir Kadın’da “Ben bu bilgilerin arşivcisiyim” der; yüzyıllardır anneden kıza aktarılan, sıra Ernaux’ya geldiğinde kesintiye uğrayan bilginin. Yalın Tutku’daysa “tutkunun işaretlerini biriktiriyorum” der, bir tutku “envanter”inden söz eder –ki bu envanter, “gerçekliğe” ulaşmasını sağlayacaktır. Yine de, yani tutku ve gerçeklikten söz ettiği halde, onu nasıl yazdığından emin değildir. İhtimalleri sıralar: Tanıklık, sırdaşlık, manifesto, tutanak… Fakat galiba –Ernaux’nun edebiyatını bütün olarak düşündüğümüzde– bunların hiçbiri değil. Şimdiki zaman kipinde, yani artık elimizde olan kitabını yazdığı sırada, metnin nasıl yazılacağını tartışıyor gibi görünse de, sanki kararını çoktan vermiştir. Satırlar, Ernaux’nun okunması güç el yazısından kurtulup daktilo edildiğinde ve basıldığında yazı “hâlâ açık”tır, müdahale edilebilir durumdadır. Ama Ernaux’nun tam yerinde hatırlattığı gibi, bu müdahale metni “güzelleştirmeye” dönük bir müdahale değildir: “Bir sıfatın yerini değiştirmektense, gerçekliğin ne getirdiğini eklemek” şeklinde ifade ettiği daha doğrudan bir edebi müdahale olasılığıdır.
Otobiyografik niteliğiyle birlikte hatırlamanın imkânı ve imkânsızlığı üzerine düşündüren güçlü bir yan bulunur Ernaux’nun metinlerinde. Belki de hayatındaki biri “hakkında” yazmadığı, o biriyle ilgili (geçmişin) hikâyelerini, tıpkı yıldız falında ya da bir filmde kendi hikâyesinden iz arıyormuşçasına bir yaklaşım ve bakışla anlattığı için böyledir bu: “Bana, ‘Benimle ilgili bir kitap yazmayacaksın,’ demişti. Ama ne onunla ne de kendimle ilgili bir kitap yazdım. Ben sadece onun varlığının bana kattığı şeyleri –kuşkusuz okumayacağı, ona yönelik olmayan- sözcüklere döktüm.” (Yalın Tutku) Ya da şöyle: “Onun hakkında yazdığımı kimse bilmiyor. Ama ben onun hakkında yazmıyorum, daha çok onun yaşadığı bir zamanda, bir yerlerde onunla birlikteymişim izlenimi var bende.” (Bir Kadın)
Otobiyografide keşfedilen
Bir Kadın’da annesi hakkında yazarken söylenecekler, söyleneceklerin sırası, sözcük seçimi üzerine düşünmeye öyle çok zaman ayırır ki, “yazarken bunu keşfetmek dışında hiçbir şeyi” önemsemez. Otobiyografik anlatıda keşfedilen yazıya dair mi, yaşama dair mi? Ernaux’nun okuru olarak yorumum, yazarın keşfinin yazıya dair olduğu. Geçmişin ayrıntılarını hatırlamaya katlanamadığından değil, onun metninde daha fazlasını bilmeye, öğrenmeye dönük bir eğilim görmediğimizden. Araştırmaz, hafızada bir kazı çalışması yapmaz. Gerçi buna ihtiyaç da duymaz, çünkü geçmişin ayrıntıları zaten “aşağılanmış hafıza” tarafından korunmuştur. Ernaux’nun anlattığı tarih, onun bilgisi ve hafızasının olağan sınırlarıyla kurulur ve o sınırda durur. Aktarılan annesinin yaşam tarihi iken mesela “Onun hakkında hayattayken bildiklerimden daha fazlasını öğrenmek istemiyorum,” (Bir Kadın) der. Bu yaklaşımın okuru götürdüğü yer, ilginçtir. Şöyle ki:
Annie Ernaux’nun edebiyatı sanki bağlantıları açık tutmaya adanmış gibidir. Ernaux elbette kendi hafızasını aktarıyor, ama bunu öyle bir yazı biçimi kullanarak yapıyor ki, başka bir coğrafyada başka bir hafızayı tetikliyor. Ernaux “bağlantıları açık bırakıyor”.
Seneler kitabında şöyle tekrarlar var göze çarpan: “Hayatı ve Tarih arasında en ufak bir bağ yok gibi”, “Dünyada olup bitenlerle onun hayatında olup bitenler arasında en ufak bir kesişme yok”, “…ne yaparsak yapalım (…) benzerlik kuramıyorduk”… Söz gelimi, toplama kampları hakkında konuşulmazken bir an gelir ve lafı açılırsa da, aktarılan tarih “kişisel alana dair bir bahtsızlık” halini alır. Fransa’da ve genel olarak dünyada yaşananlar ile kendi hayatları arasında bağlantıların kurulamadığı bu anlara, bir de “gayrimeşru hafıza” eşlik eder; utanç verici şeyler. Bu edebiyatın okuru götürdüğü o ilginç yer tam olarak şurası: Annie Ernaux’nun edebiyatı sanki bağlantıları açık tutmaya adanmış gibidir. Arşive dönüp bakmadan, sırasını bilmeden (olayların hangisi önce, hangisi sonra olmuştu?), zaman zaman fragmanlar halinde karşımıza çıkan bu hafıza Seneler’e özgü değil ve sadece Annie Ernaux’nun dünyasıyla da sınırlı değil. Ernaux, elbette kendi hafızasını aktarıyor, ama bunu öyle bir yazı biçimi kullanarak yapıyor ki, başka bir coğrafyada başka bir hafızayı tetikliyor. Annie Ernaux, “bağlantıları açık bırakıyor”. Biz, Ernaux okurken kendi bağlantılarımızı görüyor ya da kendi Hayatımız ve Tarih arasında bağlantılar kurabiliyoruz.
NOTLAR
– Yazıda referans alınan, Can Yayınları basımı Boş Dolaplar, Babamın Yeri ve Seneler Siren İdemen, Yalın Tutku ve Bir Kadın Yaşar Avunç çevirisidir.
– “Bağlantıları açık bırakmak” ifadesi, Yuva filmiyle bağlantıları açık bıraktığını söyleyen Emre Yeksan’ın film ve söyleşisiyle zihnimde açtığı güzel kapının anahtarıdır.