İkinci bölüm: Kaplan ve Spartaküs’lerin Baha’sı
Sıradan bir internet avareliği esnasında, 10 Temmuz 2020 günü Kastamonu’daki Valla Kanyonu’nda yaşanmış bir kurtarma operasyonunun haberine rastladım. Haberde belirtildiğine göre, Valla’da bir dağcı yamaçtan aşağıya yuvarlanmıştı. Bilinci kapalı olarak yattığı yerden alınıp hastaneye kaldırılması için askeri bir helikopterin de katıldığı kurtarma çalışması altı buçuk saat sürmüştü.
Zonguldak Bülent Ecevit Hastanesi’ne ulaştırılan ağır yaralı dağcı kırk yıllık deneyime sahip, eğitmen ve rehber olarak çalışan Baha Targün’dü. Haberi “Aksiyon filmlerini aratmayan kurtarma operasyonunun videosu için tıklayın” şeklinde veren haber sitelerinin öne çıkardığı ilginç noktalardan biri de şuydu: Dünyanın en derin ve en zorlu ikinci kanyonu olarak gösterilen Valla’da kaza geçiren dağcı 78 yaşındaydı.
Bir hafta sonra, 17 Temmuz 2020’deki haberlerse, yoğun bakımda komada yatan Baha Targün’ün tüm çabalara karşın kurtarılamadığını söylüyordu. Cenaze töreni yapılmayacak, toprağa verilmeyecekti. Zira, Targün’ün bedenini öldükten sonra bilimsel araştırmalarda kadavra olarak kullanılması için yıllar önce bağışladığı öğrenilmişti.
Bunları okuduğumda Baha Targün’ün ölümünün birinci yıldönümüydü. Dağcılıkla ilgilenen sporcuların ve bu alanda faaliyet gösteren kulüplerin hesaplarında o gün anma mesajları vardı.
Mesela, bir grup dağcı Targün’ün Valla’da tam da düştüğü noktadaki kayalara anısına çakılmış bir plaketi işaret ettikleri bir pozu paylaşmışlardı. Bazı sosyal medya hesaplarında da Targün’ün verdiği yamaç inişi eğitimi esnasında çekilmiş eski videolar yayınlanmıştı. Sakin bir tonda konuşan, yaşına göre hayli sağlıklı ve genç görünen bir adam.
Şimdi doğal olarak şu soru geliyordur akla: Bir kaza sonucu hayatını yitirmiş 78 yaşındaki deneyimli bir dağcının ölüm haberini üstelik üzerinden 13 ay geçmişken şimdi neden konuşuyoruz? Elbette bir sebebi var!
Önce belirteyim. Dağcılık sporuyla en ufak bir alâkam yok. Baha Targün’le de hiç yüz yüze gelmedim. Ama 2007’de, kendisinin henüz 30 yaşında olduğu 1973’te kaydedilmiş bazı arşiv görüntülerini ve konuşmalarını izlemiş ve “Bu adam hayatta mıdır? Hayattaysa şimdi nerededir?” merakına kapılmıştım.
Şansın büyük yardımıyla bir telefon numarası geçti elime. Çok kısa bir görüşme yaptık. “Kısa” lafın gelişi değil. Kendisiyle tanışmak, konuşmak istediğimi söyledim, o da bunun mümkün olmadığını, asla istemediğini. İki dakikayı aşmamıştır konuşmamız.
O sırada bilmiyordum. Meğerse tıpkı benim gibi, “Bu adam hayatta mı? Nerede yaşıyor? Acaba konuşmak mümkün mü?” diye düşünen çoğunluğu Alman, bazı Avrupalı gazeteci, akademisyen ya da araştırmacılar varmış. İçlerinden bazıları da şansın yardımıyla izini bulduklarında aynı şekilde reddedilmişler. Meğer geçmişi hakkında konuşmaktan ısrarlı bir şekilde kaçınırmış.
Kısa zafer, uzun mağlubiyet
2007’de izlediğim o görüntüler, bugünden hesaplarsak, tam 48 yıl önce, 1973’ün 24-30 Ağustos günleri arasında, Almanya’nın Köln kentinde çekilmişti. 1982’de izleyiciyle buluşan Diese Arbeitsniederlegung war nicht geplant (Bu İş Bırakma Planlı Değildi) adlı bir belgesel filmden alınmış bazı kısa bölümlerdi. Filmin kısa tanıtım metninde şöyle deniyor:
“Film dokuz yılın ardından, çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Ford işçileri tarafından fabrikanın işgal edildiği ve ‘Vahşi Grev’ olarak adlandırılan 1973 Ağustosu’ndaki olaylara yeniden odaklanıyor. Grevin ateşleyicisi üç haftalık yıllık izinlerinden geç döndükleri için işten çıkarılan bazı Türklerin işe geri alınması talebiydi. Sonrasında buna saat ücretlerinin artırılması ve montaj bandının akış hızının azaltılması isteği de eklendi. Çünkü, Der Spiegel’in de yazdığı gibi, otomobil endüstrisinde Köln’deki fabrikadaki kadar hızlı akan bir bant sistemi bulamazdınız. O günlerde yapılan tarihi kayıtların yanı sıra, Türk ve Alman işçiler kısa zaferlerini, uzun yenilgilerini, işgali, grevi ve o kısacık bir haftanın, dokuz yıl sonra 1982’de, halen hayatlarında nasıl bir öneme sahip olduğunu anlatıyorlar.”
Filmdeki o günlerde çekilmiş eski görüntülerin neredeyse her karesinde vardı Baha Targün. Çünkü elinde megafonuyla bir yandan işçilerle konuşan, bir yandan işveren ve sendika temsilcileriyle pazarlık yapan grev sözcüsüydü. 24-30 Ağustos arasında, Almanya’da herkesin kim olduğunu merak ettiği, gündemin bir numaralı insanı olmuştu. En bulvar tarzından en ciddisine, yerelinden ulusalına, birinci sayfasında fotoğrafının yer almadığı tek Almanca gazete yoktu.
Alman basınının kendisi için kullandığı en nötr ifade “grev lideri” ya da “grev sözcüsü”ydü. Diğer tanımlar “Türk ajitatör”, “bozguncu”, “elebaşı”, “komünist”, “radikal” diye her gazetenin meşrebine göre farklılık gösteriyordu. Der Spiegel başta olmak üzere, haftalık dergilerin kapağında da o vardı. Bu kadar tanınan bir yüz haline gelmek elbette sonradan başına büyük belalar açacaktı.
1973 Ekim’inde Allensbacher Instituts tarafından 16 yaşından büyük kişiler üzerinden yapılan bir araştırmaya göre, Köln’deki bu grevi ve Baha Targün ismini duymayanların oranı Alman toplumunun sadece yüzde 8’iydi.
Baha Targün elinde megafonuyla bir yandan işçilerle konuşan, bir yandan işveren ve sendika temsilcileriyle pazarlık yapan grev sözcüsüydü. 24-30 Ağustos’ta, Almanya’da herkesin kim olduğunu merak ettiği insan olmuştu. Birinci sayfasında fotoğrafının yer almadığı tek Almanca gazete yoktu.
Alman medyasının kendisinden bahsederken istisnasız olarak kullandığı bir özelliği vardı Targün’ün. “Çok akıcı Almanca konuşabiliyor”du. Bunun her haberde mutlaka belirtilecek kadar hayret verici olması belki bugün şaşırtıcı gelebilir. Ama 1973’ün Almanya’sında herhangi bir Türkiye kökenli işçinin Almancayı bu kadar iyi konuşması, konuşmaktan öte kendisini, amaçlarını bu kadar iyi ifade edebilecek şekilde kullanabilmesi beklenmedik bir durumdu.
Targün Maymunlar Cehennemi serisinin 2000’lerde çekilen bölümlerinde insanlara karşı isyan başlatan ve konuşmayı öğrenecek kadar zeki olan Sezar adlı maymun karakter gibi algılanıyordu sanki. Üstelik aralarında İtalyanlar, İspanyollar, Kuzey Afrikalılar, Yunanlar, Yugoslavlar ve hatta Almanların da olduğu binlerce kişiyi peşine takmış ve sadece fabrika yönetimine, işverenlere değil, sendikaya da, kısacası tüm sisteme kafa tutuyordu.
“Sezar” benzetmesi abartılı gelmiş olabilir, ama 2 Eylül 1973’te, grevin sona ermesinden üç gün sonra yayınlanan sayısında, Der Spiegel’de şu satırlara yer verilmiş:
“Uzun zamandır devam eden buradaki çalışma hayatı Türk işçilerin zihniyet yapılarını da değiştirmeye başladı. İzole bir getto hayatı yaşadıklarını artık daha fazla hissediyorlar. Ve Alman mesai arkadaşlarının gözünde bazı işler işler için çok becerikli eğitimli maymun rolü oynadıklarının farkındalar. Alman iş yasalarının aslında kendilerine Alman iş arkadaşlarıyla benzer hakları verdiğini de öğrendiler ve kullanmak istiyorlar.”
Ford ve “misafir” işçiler
Bütün bu hikâyenin merkezi olan Ford fabrikasının hem Almanya hem de Köln için önemi çok eskilere dayanıyordu. Ford ilk fabrikayı 1925’te Berlin’de kurmuştu. 1931’de Köln’e taşınmaya karar verdiler. Nehir kenarında, 175 bin metrekarelik devasa bir işletme amaçlanıyordu ve dönemin Köln Belediye Başkanı Konrad Adaneuer bu araziyi Alman solcularının büyük karşı kampanyasına rağmen değerinin çok altında bir fiyata Henry Ford’un şirketine satmaya karar vermişti.
Hemen akabindeki Nazi yılları Köln’deki Ford fabrikasının altın dönemiydi. Naziler Fordist üretim tarzının tam anlamıyla hayranıydı. Ford fabrikası Nazi partisinin işçiler arasındaki en önemli örgütlenme merkeziydi. 1945’te, savaşın sona ermesiyle fabrikaya giren Amerikalı askerler savaş esiri olarak tutulan, fabrika bahçesindeki barakalarda yaşayan 245 köle işçiyle karşılaşmıştı.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’nın restorasyonu ve yeniden kalkınması için işgücü açığının kapatılması gerekiyordu. İlk olarak bulunan çare İtalya’dan işçi getirtmek oldu. İtalyan işçiler 1955’ten itibaren gelmeye başladıklarında, Alman sendikaları, kamuoyu ve basını bu kararın Alman emekçileri işsiz bırakacağını, çünkü göçmenlerin ucuza çalıştırılacağını söyleyerek itiraz etti. Ancak, Alman hükümeti geri adım atmadı, beş yıl sonra, 1960’ta, İtalyan işçilere İspanya ve Yunanistan’dan gelenler eklendi. Hoşnutsuzluk sürse de esas tartışma 1961’de yaşanacaktı, çünkü o yılın ekim ayında bu kez Türkiye’yle anlaşma yapıldı.
Alman kamuoyundaki hava, basitleştirirsek şu yöndeydi: “İtalyan, İspanyol, Yunan hiç değilse Avrupalıydı. Bu, farklı kültüre sahip Müslüman Türkler nereden çıktı? Sosyal uyumsuzluk yüzünden büyük sorunlar yaşanacak.”
Aslında Alman hükümet yetkilileri de Türkiye’yle anlaşmaya çok gönüllü değildi, ama ağır mağlubiyetle çıkılan savaş sonrası, Batı Berlin’in denetimini ellerinde tutan ve Batı Almanya (Federal Almanya) üzerinde nüfuz sahibi olan ABD’nin bu yönde baskısı vardı.
1961 aynı zamanda Berlin Duvarı’nın inşasına sahne olmuştu. Soğuk Savaş’ın en büyük cephesi, başta Doğu Almanya (Demokratik Almanya) içinde ABD ve Fransa denetiminde bir ada görünümündeki Batı Berlin olmak üzere, Batı Almanya’nın tamamıydı. Doğu Bloku’na karşı Batı Almanya bir vitrin olarak cazibe merkezi olmak zorundaydı. Türkiye’nin ardından Portekiz, Yugoslavya, Fas ve Tunus’la anlaşmalar peş peşe geldi.
Targün Maymunlar Cehennemi serisinde insanlara karşı isyan başlatan ve konuşmayı öğrenecek kadar zeki olan Sezar adlı maymun karakter gibi algılanıyordu. Üstelik aralarında İtalyanlar, İspanyollar, Yunanlar ve hatta Almanların olduğu binlerce kişiyi peşine takmış tüm sisteme kafa tutuyordu.
1961’de başlayan ve 1960’ların ortalarından itibaren hayli hızlanan Türkiyeli işçi göçüne karşı kamuoyunu rahatlatmak için iki önlem alınmıştı. Göçmen işçiler sendikal olarak Almanya vatandaşlarıyla aynı haklara sahip olacak, dolayısıyla ücretleri düşüremeyeceklerdi. Bir de iki yıllık rotasyona tabi tutulacaklar, kimse uzun süre kalamayacak, sürekli değişim olacaktı.
Meşhur “Gastarbeiter – Misafir işçi” deyimi bunu anlatıyordu. Gelenler bir gün dönecekti. Ne var ki, öngörülen iki kuraldan ilki yabancı işçilerin aleyhine pratikte eksik olarak uygulandı. Yabancı işçiler Almanya vatandaşlarıyla aynı haklara sahip oldular, Alman işçiler açısından ücretlere olumsuz etkileri de olmadı, ama kendileri hiçbir zaman Almanlar kadar ücret alamadılar.
İkinci kuralsa, Alman sermayedarların baskısıyla uygulanamadı, gelenler başkalarıyla değiştirilmediği gibi, sürekli yeni işçi getirildi. Türkiyeli işçiler kimsenin yapmak istemediği, “pis işler” tabir edilen yağlı, paslı işlere, çöpçülüğe ya da ağır kas gücü gerektiren inşaat işlerine çok yatkındı. Ama esas olarak hiçbir uzmanlık, bilgi gerektirmeyen otomasyona dayalı faaliyetler için idealdiler. En başta otomotiv sektörü için arayıp da bulunamayacak tarzda insanlardı. Bu nedenle, 1961’den itibaren Türkiye’den gelen işçilerin en önemli ilk durağı Köln’deki Ford fabrikası oldu.
Sayılar, veriler ve ötesi
Ford fabrikasında çalışan Türkiyeli işçi sayısı 1965’te 6.300’ü bularak İtalyanları geçmişti. 1973’e gelindiğinde sayı 12.300’e ulaşacaktı. Bu da Ford’da çalışan tüm göçmen işçiler içinde açık ara birinci sıradaki grup olmalarının ötesinde, 10 bin kişilik Alman işçilerden de fazla olmaları anlamına geliyordu.
İtalyan işçi göçü gitgide azalma eğilimindeyken, Türkiyeli işçi sayısı giderek artıyordu. Ford’un Türkiye’den gelenlere kapısını böylesine açması diğer Alman şirketlerinin de olan biteni ilgiyle izlemesine sebep olmuştu. Bir Ford yetkilisi neden Türklerle çalışmayı tercih ettiklerini şöyle açıklayacaktı: “Hem iş ahlâkı hem uysallık, ama en önemlisi disiplin açısından Türkler en iyisi.”
1973’te, Köln’de yaşayan göçmen işçi sayısı 98.600 olarak kayıtlara geçmişti. Bu, kent nüfusunun yüzde 12’sinin yabancı olması anlamına geliyordu. Yüzde 37’yle Türkler birinci sıradaydı. İstatistiki verilere göre, o tarihte Köln caddelerinde görebileceğiniz her üç yetişkin Türkiyeli erkekten ikisi Ford fabrikasında çalışıyordu. O dönemde, Türkiyeli göçmen işçiler üzerine çalışan akademisyenlere göre, bu kadar kalabalık bir yabancı nüfusun büyük oranda aynı işletmede birlikte çalışması ortak ruh hali ve birlikte hareket etme kabiliyetleri geliştiren en önemli etkendi.
İşçilerin en önemli sorunu barınmaydı ve kentin en dış mahallelerindeki en kötü binalar dışında ev bulma şansları yoktu. En kötü evlerde genel rayiçlerin üzerinde kira ödemek zorundaydılar. Kiralamalarına ev sahiplerince “müsaade edilen” evler nitelik olarak ortalamanın çok altında, ama kira bedeli olarak ortalamanın epey üzerindeydi. Türkiyeli bir işçi ailesinin bir daire için ödediği ortalama kira metrekare başına 6,4 Mark’ken, Köln’de o sırada metrekare başına kira ortalaması 2,4 Mark’tı.
Bazı işçiler, özellikle ailesini getirmemiş olanlar, fabrikaya ait işçi yurtlarında son derece konforsuz, barakadan hallice odalarda kalıyordu. Elbette ücretlerinden belli bir kesinti yapılması karşılığında, küçük mekânlarda üçer dörder kişi yaşıyorlardı. 1973’te Ford çalışanı Türklerin yarısı bu yurtlardaydı. Kentin Alman nüfusundan tamamen izole bir hayatları vardı. Şirkete ait sayısı otuzu bulan bu yurtlarda kalan işçiler tek kişilik bir odada kalmak isterlerse şirkete 126 Mark kira ödemek zorundaydılar. Kira bedeli çift kişilik odalar için 96, çok yataklılar içinse 76 Mark’tı. İşten çıkarılan bir işçinin en büyük sorunu yeni bir iş bulmaktan önce yeni bir kalacak yer bulma meselesiydi.
Ford fabrikasında Türkiyeli işçi sayısı 1973’te 12.300’e ulaşacaktı. Bu da Ford’daki göçmen işçiler içinde açık ara birinci sırada olmalarının ötesinde, Alman işçilerden de fazla olmaları anlamına geliyordu. Bir Ford yetkilisi neden Türkleri tercih ettiklerini şöyle açıklayacaktı: “İş ahlâkı, uysallık, ama en önemlisi disiplin açısından Türkler en iyisi.”
Tamamı erkek olan bu nüfus için hayatı kolaylaştıran son derece kârlı fikirler geliştirilmişti. Mesela, Alman-Türk ortaklığıyla kurulmuş bir şirket, sadece bir düğmesine basıldığında içine depolanmış hazır yemekleri mikro dalga fırında ısıtarak veren yemek otomatları üretmeye başlamıştı. Elbette hayat sadece barınma ve karın doyurmaktan ibaret değil. Bazı girişimciler de altın aramaya gelenlerin kurduğu bir Vahşi Batı kasabası misali, buraya bir kumarhane ve gece kulübü açmak için başvuruda bulunmuştu bile. O sırada kentin diğer bölgelerinde bazı kafe, bar, restoran ve kulüplerin kapısında tabelalar asılıydı: “Yabancılar giremez!”
Haklarında yazılan akademik araştırmaların bazılarında şartların insani olarak katlanılabilir olmadığı belirtiliyordu. Hatta açıkça “bir gün bir patlama yaşanırsa şaşırmamak gerekir” diyenler de vardı. Onlara göre, bu şartlara dayanmaları tamamen kırsal hayattan gelme insanlar olmalarıyla ilgiliydi. Ama dikkatli olunmalıydı. Kırsalın insanı uzun süreli olarak baskı altında, zor şartlarda yaşamaya karşı dirençli olmasına karşın, çok tipik patlama noktalarına da sahipti.
Ezberlerin bozulması
Akademisyenlerin dikkat çektiği önemli başka ayrıntılar da var. Mesela, o tarihte Türkiye’de bile aynı işletmede 12 binin üzerinde insanın birlikte çalışması nadir görülen bir durumdu. Bu sayıda işçiye sahip işletme sayısı Türkiye’de 10’u bulmuyordu.
O dönemde yapılan çalışmalarda elde edilen bazı bulgularsa en çok şirket yöneticilerinin işine yarayacak cinstendi. İzmir, İstanbul, Çanakkale ve Trakya bölgesinden gelenler kentli, laik ve kendilerine benzemeyen insanlarla sanayi işçiliği yapma konusunda tecrübesi olanlardı. Torna, tesviye gibi belli bir ustalık bilgisi gerektiren işlerdeydiler. Ama azınlıktaydılar.
Çoğunluk iç ve doğu-güneydoğu Anadolu’dan gelen, kırsal kökenli, feodal ilişkilerin hâkim olduğu tarımsal işlerde çalışmış, dindar, muhafazakâr Türkler ve Kürtlerdi. Hemşerilik ilişkileri, etnik ve kültürel aidiyetler, mezhepsel farklar günlük yaşamlarında çok etkiliydi. Sendika gibi kavramlardan ya haberleri yoktu ya da muhafazakâr yapıları ve Türkiye’deki hâkim sol karşıtı politik baskı ortamı sebebiyle sendika sözcüğünün onlar için olumsuz çağrışımları vardı.
Geleneksel pederşahi yapıları sebebiyle, işçi olma bilincine sahip olmadıklarından, arada sevecenliği ihmal etmeyen, ama aynı zamanda otoriter ve buyurgan baba rolünü oynayan bir ustabaşının emri altında çalıştırılmaya yatkınlardı. Türkiyeli işçiler üzerine yapılan sosyo-psikolojik bir araştırma şu bulgunun altını çiziyordu: “Çocuksu bir sevgi talebine sahipler ve karşılarında bir baba görmek istiyorlar.”
Bugün, zamanında yazılmış bu tarz akademik çalışmalar “stereotip” yaratma eğiliminde, fazlasıyla indirgemeci ve liberal bakış ürünleri olarak eleştirilse de, Alman solunun da bakışı ve değerlendirmeleri fazlasıyla dışarıdan, farklı yaklaşılıyor gibi görünse de kendi içinde yine tektipleştirici tutumlardı. Alman solunda da Alman toplumunun geneline yayılmış olan göçmen işçi karşıtı anlayışa duygusal bir tepki mahiyetinde bir göçmen işçi sempatisinin dile getirilmesinden öteye geçilemiyordu.
Alman solunun teorisine göre, Türkler proleterleşme sürecini yaşamamış, alt-proletarya ya da “sınıf dışı” görülebilecek bir konumdaydı. Politik bir mücadelenin öznesi olabilecekleri akla gelmiyordu. Ancak, 1973’ün beklenmedik grevi esnasında yaşananlar ve Baha Targün karakteri her iki kesimin de ezberlerinin bozulmasına yol açacaktı.
“Sendika satilmis”
Ezberi tamamen bozulacak olanların başındaysa sendikacılar geliyordu. Ford işçilerinin bağlı olduğu sanayi alanında en örgütlü ve en güçlü sendika olan IG Metall’de Türkiye kökenli işçiler sayılarına ters orantılı bir şekilde sadece tek bir işyeri temsilcisine sahipti. Bunun gerekçesi olarak Almanca konuşup anlayan işçi bulmanın güçlüğü bahane edilmişti. Ancak dönemi araştıranlar sendika yetkililerinin de en azından durumu hiç dert etmediklerini, temsilci seçimlerinde de Türkiyeli işçiler aleyhine gösterdikleri yaklaşımları net bir şekilde ortaya koyuyorlar. Temsil sorunu sadece Türkler için değil, tüm göçmen işçiler için geçerliydi. IG Metall’de örgütlü yabancı işçilerin işgücü içindeki payları 53,1’di, ama sendika içindeki temsil oranları yüzde 13’ün altındaydı.
Alman solunun teorisine göre, Türkler proleterleşme sürecini yaşamamış, alt-proletarya ya da “sınıf dışı” görülebilecek bir konumdaydı. Politik bir mücadelenin öznesi olabilecekleri akla gelmiyordu. Ancak, ‘73 grevi ve Baha Targün karakteri ezberlerin bozulmasına yol açacaktı.
Sendika yetkililerine göre, Türklerin sendikayla bir ilişkisi yoktu. Alınan sendikal kararların ya da işverenlerle yapılan görüşmelerin ardından imzalamaları gereken bildiri ve belgeleri ne olduğunu bile anlamadan sıradan, gereksiz bir bürokratik işlemi baştan savma kabilinden imzalıyorlardı. Çoğu zaman kendileriyle görüşen kişilerin sendika yetkilisi mi, yoksa işveren temsilcisi mi olduğunu bile tam ayırt edemedikleri oluyordu.
Ford yönetiminin de desteklediği bir kararla, sendika yönetimince her göçmen işçi grubu için kendi anadilinde ayrı bilgilendirme toplantıları yapma yöntemi tercih edilmişti. Bunun göçmen işçiler lehine çok yerinde ve kimliklerine, dillerine saygılı, övünülesi bir yaklaşım olduğu düşünülüyordu.
Ancak, çalışma koşulları ve dil sorunları yüzünden zaten birbirleriyle iletişimleri zayıf olan yabancı işçi gruplarının bir araya gelip ortak sorunları hakkında konuşabilecekleri, ortak hareket etme kararı alabilecekleri tek imkânı da ellerinden alıp her bir grubu kendi içine hapsettiklerini –en az suçlayıcı ifadeyle söylersek– fark edememişlerdi.
1973 Ağustos’unun son günlerinde hiç beklenmedik bir şekilde toplanan binlerce işçinin kendilerine dönüp öfkeyle aynı sloganı tekrarladığını gördüklerinde çok şaşıracaklardı. Atılan sloganın Almanca çevirisi yapıldığında da önce anlamakta zorluk çektiler. Türkiyeli işçiler, bugün Almanca sol jargona geçtiği haliyle söylersek “sendika satilmis” diye bağırıyorlardı.
Peki işler bu noktaya nasıl gelmişti?
“Misafir işçiler olmasa otomotiv çöker!”
1973 yılında, Ford fabrikasının en meşakkatli bölümü olan son montaj hattında çalışanların yüzde 90’ı göçmen işçiydi. Türkiye’den gelenlerin de yüzde 98’i bu bölümdeydi. 1973’te, göçmen işçilerin varlığı tartışma konusu olduğunda, sağ siyasetçiler, işverenler ve onların sözcüsü gazeteler toplumu şu sözlerle yatıştırıyordu: Tüm dünyaya sattığımız bu meşhur otomobillerimizi Türkler sayesinde yapıyoruz. Onlar olmasa otomotiv sektörümüz çöker!
Dil bilmemeleri, eğitimsizlikleri, herhangi bir mesleki vasıflarının olmaması patronlar lehineydi. Bir-iki haftalık bir eğitimle gün boyu yapmaları gereken işi öğrenebiliyorlardı. Zira, görev dağılımında paylarına düşen basitti. Otomobilin tamamı ya da bir kısmı önlerine geliyor, gün boyu aynı dört kabloyu aynı yere monte edip sabitliyorlar ya da her otomobilin aynı tekerleğinin aynı bijonlarını takıp sıkıyorlardı.
Bir tekerleğin yerine takılıp sabitlenmesi için ortalama 0,60 dakika gerekiyordu. Üst limiti 0,83 dakikaydı. Bu sürenin 0,84 dakikaya çıkması bandın akışında alarm zillerinin çalmasını, ustabaşıların derhal müdahale etmesini gerektiriyordu. Montaj hattında çalışan bir işçi 8 saatlik mesai süresinden yemek, tuvalet ihtiyacı gibi molalar çıkarıldıktan sonra kalan 7,6 saat boyunca aynı hareketi en az 550 kez tekrarlıyordu.
1973 yılında bant sisteminin nasıl çalıştığını araştıran bir muhabire fabrikayı gezdiren bir Ford yetkilisi ilginç bir hesap yapıyordu. Bir farın yerine takılması için bir işçinin 56 saniyeye ihtiyacı vardı. Eğer bu süreyi aşmadan bitirebilirse, bir sonraki otomobilin farına geçmek için 7 saniyelik bir boşluk kazanmış oluyordu. Görevi far montajı olan bir işçi sürekli olarak tam zamanında, yani 56 saniyede bu işi yaparsa, dolayısıyla iki montaj arasındaki o 7 saniyelik boşluğu her defasında elde etmiş olursa, ortalama 550 far monte ettiğini göz önüne alırsak, bir günlük mesaisinde toplamda 3850 saniye, yani 64 dakika boşluk kazanıyordu. Bu da şayet planlanan hızda çalışırsa bir günlük mesaide aslında bir saatlik bir süreyi çalışmadan geçirebildiği anlamına geliyordu.
Köln’deki Ford fabrikasının kuruluşunun 80. yılında hazırlanan Ve Bant Akmaya Devam Ediyor adlı belgeselde, 1962’de işe giren ilk Türkiye kökenli işçilerden biri olan Salih Güldiken şöyle diyor: “Bant sisteminde çalışmamış birisi bunun nasıl bir şey olduğunu anlayamaz. Bugün halen gözlerimi kapadığımda gözümün önünden o bandın akıp gittiğini görüyorum.”
En talihsiz olanlar montaj bandında otomobilin alt aksamlarıyla ilgili iş yapanlardı. Çünkü bant başlarının üzerinden geçiyordu. Bu da tüm mesai süresince ayakta ve başları yukarı bakar halde çalışmalarını gerektiriyordu. Bu şekilde sadece bir-iki yıl çalışmış olanlar bile tüm hayatları boyunca sürecek sağlık sorunlarına sahip oluyordu.
2011’de, Köln’deki Ford fabrikasının kuruluşunun 80. yılında hazırlanan Und das Band Läuft Weiter (Ve Bant Akmaya Devam Ediyor) adlı belgesel filmdeki konuşmacılar arasında yer alan, 1962’de işe girmiş ilk Türkiye kökenli işçilerden biri olan Salih Güldiken (çekim yapıldığında 74 yaşında) şöyle diyor: “Akan bant sisteminde çalışmamış birisi bunun nasıl olduğunu anlayamaz. Bugün halen gözlerimi kapadığımda gözümün önünden o bandın akıp gittiğini görüyorum.”
Uzun tatil yolculuğu
Ağustos ayının son haftası, yıllık üç haftalık izin haklarını kullanan Türkiyeli işçilerin tekrar iş başı yaptıkları haftaydı. Fabrika yönetimi ve işçiler arasında resmen hiç konuşulmamış, ama bir şekilde üzerinde uzlaşılmış yazılı olmayan bir anlaşma vardı. Genellikle izne çıkılan üç haftalık süre bazen bir haftaya kadar uzatılır, geç gelen işçilerin bazıları Türkiye’deki bir doktordan alınmış, doğru olmadığı herkesçe malûm bir raporu ibraz eder, kimisi onu bile yapmaz, ama bu gecikme sorun edilmezdi.
Alman işçiler için Türklerin bütün yıl boyunca durmaksızın çalışıp sonra otomobillerine binerek binlerce kilometre yol yapmaları, üstelik götürdükleri hediyeler, yedikleri, içtikleri, ödedikleri benzin ücreti göz önüne alınırsa tüm paralarını yıllık izinlerinde bitirip geri dönmeleri anlaşılmaz bir şeydi. Bazı Alman işçiler arasında “Eşek binicileri otomobil kullanıyor” esprisinin çok yaygın olduğu o dönemi araştıran makalelerde kayıt altına alınmış durumda.
Bir araştırma için yapılan görüşmede, bir işçi sadece Almanya’da değil, Türkiye’de de bugün bile “alay” konusu olan bu kara yoluyla yapılan yolculuğun kendisi için ne ifade ettiğini anlatırken, fabrikada çalıştığı bir yıl boyunca kendisini “hiçbir şeymiş” gibi hissettiğini, ama o uzun yolculuğa çıktığı andan itibaren havasının değiştiğini, yolda ve memleketinde geçirdiği günler boyunca yeniden “birisi” olduğunu, bu sayede bir sonraki çalışma yılına dayanabildiğini söylüyor.
Her gün saatte 72 adet ürettikleri, vites kolundan tavan döşemesine, gaz pedalından sinyal lambasına, her bir parçasının ellerinden geçtiği ve bir Ford çalışanı olmanın ayrıcalığıyla yüzde 16 indirimle satın alabildikleri bir otomobile doluşup maaile çıkılan bir yolculuk. Genellikle sadece erkek olanların hayatlarında bir kez askerlik görevi için yaşadığı yerin dışına çıkabildiği memleketlerine vardıklarında, geçtikleri her ülkeyi, her kilometreyi uzun uzun anlatabilecekleri bir macera. Bütün o zorlu hayatın ardından kısa süreli bir özgürlük hali. Ve bir gün banka hesabında Türkiye’de bir iş kurup rahat bir hayata kavuşacak kadar para biriktirmiş olarak bu yolculuğu son kez, dönmemek üzere yapacak olmanın tatlı hayali…
Ve grev başlıyor
1973 yazında, tatilden geç dönenler geçmiş yıllara nazaran farklı bir uygulamayla karşılaştı. 300’den fazla işçinin henüz dönmemesi ve zamanında işbaşı yapmaması sebebiyle işlerine son verildiği açıklandı. Sendika yetkilileriyle yapılan görüşmeler sonucu fabrikadaki işçiler halen dönmemiş olanların açığını kapatacak hızda çalışma ve bunun için ek ücret talep etmeme önerisi getirdiler ve bu öneri şirket yöneticileri tarafından kabul edildi.
Ancak, iki gün sonra, yönetim karar değiştirerek gelmeyenlerin çıkışlarının verildiğini açıkladı. Kimsenin beklemediği gelişmelerin fitili de o gün ateşlenmiş oldu. İzinden geç döndüğü için işten çıkarılanların tamamı Türkiyeli olsa da fabrika yönetiminin atılanların yerine de işçi alınmayacağını açıklaması diğer göçmenleri ve sayıları göçmenlere göre hayli az olan montaj bandı çalışanı Alman işçileri de öfkelendirmişti. Çünkü bu, atılanların iş yükünün daimi olarak kalanlara yükleneceği anlamına geliyordu. Ve haber duyulduğunda beklenmedik bir şekilde montaj bandında çalışmayan Alman işçiler de karara tepkilerini ortaya koydu.
24 Ağustos akşamı gece vardiyası işe gelmeye başladığında, isyan başlatan o 60 kişi artık 8 bin kişiydi. Ve Alman medyasının “Bu da kim?” sorusunun peşine düşmesine yol açacak bir karakterin, Baha Targün’ün sahneye çıkma sırası gelmişti.
Grevin yaşandığı günlerin hemen akabinde sıcağı sıcağına canlı tanıklıkları toplayarak tüm hikâyeyi kayda geçiren yazılara göre, her şey alfabenin harfleriyle kodlanmış fabrika bölümlerinden Y’de başlamıştı. Montaj hattının Y salonunda çalışan işçiler gergin bir şekilde olan biteni tartışırken her şey bir anda beklenmedik bir protesto gösterisine dönüştü. Binadan çıkan 60 kadar işçi fabrika içinde bir yürüyüş korteji oluşturmuştu. İlk hedefleri işten atma kararlarını protesto etmek için M binasındaki personel bürosuydu. Yol boyunca bu yürüyüşü görenlerin de katılımıyla sayıları kalabalıklaşıyordu.
Her şey çok hızlı gelişmiş, kısa sürede büyük kartonların üzerine aceleyle taleplerin yazıldığı dövizler bile hazırlanmıştı. “İşten çıkarmalar durdurulmalı” yazıyordu birinde. İki Türk işçinin birlikte ellerinde tuttukları bir diğerindeyse “60 Pfennig”. En son yapılan sendika toplantılarında yükselen enflasyon oranları karşısında ücretlerin eridiği konuşulmuş ve sendika yönetimiyle saat başı ücretlere 60 Pfennig zam yapılmasının istenmesi gerektiği konusunda uzlaşılmıştı.
Kortej M binasına vardığında Alman bir işçi “60 Pfennig” yazılı pankartı tutan iki Türkün yanına gelip işaret parmağını sallayarak “Hayır” dedi. Şaşkın bakışlar arasında cebinden kalemini çıkarıp “60 Pfennig”in üzerine bir çarpı çizdi ve “1 Mark mehr für alle!” (Herkese 1 Mark daha) yazdı ve gülümseyerek “böylesi daha iyi” dedi. Böylece grevin sonuna dek vazgeçilmeyecek taleplerden ve atılacak sloganlardan biri ortaya çıkmış oldu.
24 Ağustos 1973 günü, akşam olup da gece vardiyası işe gelmeye başladığında, inanılması güç ama, Y salonundan çıkıp yürüyerek isyan başlatan o 60 kişi artık 8 bin kişiydi. Ve Alman medyasının “Bu da kim?” sorusunun peşine düşmesine yol açacak bir karakterin, Baha Targün’ün sahneye çıkma sırası artık gelmişti.
İkinci bölüm: Kaplan ve Spartaküs’lerin Baha’sı