TARİHİ GREV VE GERÇEKÜSTÜ BİR KİŞİLİK –II

Serkan Seymen
3 Eylül 2021
SATIRBAŞLARI

Birinci bölüm: Efsane isyan, efsane sözcü

1967’de, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na birkaç gün kala Köln Türkiye Konsolosluğu’nun girişimiyle fabrika binasına ilanlar asıldı. Ford’da çalışan işçiler bayramı birlikte kutlayacaklardı. Etkinlik için sahnede sergilenebilecek herhangi bir marifeti olan işçiler aranıyordu. 1962’de ilk gelenlerden biri olan torna ustası Metin Türköz, “oralarda sıkıldıkça tıngırdatırım” diyerek bağlamasını da getirmişti yanında. Beş yıl boyunca tornacı olarak çalışmış, geceleri de arkadaşlarını eğlendirmek için bağlama çalmıştı. Arkadaşlarının ısrarıyla “marifetli işçi aranıyor” duyurusunun altına ismini yazdı. 

Bayram günü sahne sırası geldiğinde ayakları geri geri gidiyordu, çünkü tek başına bağlama çalarak durumu idare edecek bir virtüöz değildi. Türkü deseniz, genelde arkadaşlarını eğlendirmek için sözlerini o an içinden geldiği gibi uydurduğu şarkılar söylerdi. “Gene aynısını yapıp birkaç dakika sonra da iner kurtulurum bu işten” diye düşündü. Ama o gün sahneden ancak 45 dakika sonra inebildi. Çünkü o çalıp söylerken salondakiler kendilerinden geçmişti. Biraz saz, ardından bir dörtlük, sonra gene saz ve bir dörtlük daha şeklinde yürüyen sahne performansı rap’in henüz icat edilmediği devirde bir nevi free-style rap denemesiydi. 

En Alttakiler kitabıyla büyük tartışmalar yaratacak olan Günter Wallraff Y bölümündeki çalışma düzenini gördüğünde dehşete düşmüş ve fabrikada henüz 6.700 Türk işçinin çalıştığı 1967’de şöyle demişti: “Cehenneme açılan bir avlu.”

Ford’daki bir işçinin söylediği şarkıların herkesin dilinde olduğu Almanya’da plak şirketi sahibi olan yapımcı Yılmaz Asöcal’ın kulağına kadar gidince, Türköz’ün hayatı baştan sona değişti. Onu bulup stüdyoya soktular ve “rahat ol, o gün yaptığın gibi takıl” dediler. Böylece Ford işçilerinin her yerde mırıldandığı ve 45’liği büyük satış rakamları yakalayacak olan Alamanya Destanı plağa kaydedildi. Almanya’ya gelmek için Sirkeci’den binilen trenden başlayıp geldikten sonra olan bitene uzanan her bir bölümün arasında yer alan nakaratlarda şöyle diyordu Türköz: “Alamanya Alamanya, Türk gibi işçi bulamanya” ya da “Alamanya, Alamanya, bizden uysalını bulamanya”.

“Cehenneme açılan avlu” ve “Türkomasyon” 

Türköz’ün Ford işçiliğinden şarkıcılığa geçiş yaptığı 1967’de, fabrikayı ziyaret eden bir gazeteci vardı: Günter Wallraff. Babası eski bir Ford işçisi olan Wallraff, demir-çelik sektöründe bir süre çalışmış, ardından IG Metall’in yayın organında yazmaya başlayarak gazeteciliğe geçiş yapmıştı. 1985’te, bir Türk işçisinin kılığına girerek yaşadıklarını anlattığı En Alttakiler kitabıyla büyük tartışmalar yaratacak olan Wallraff Y bölümündeki çalışma düzenini gördüğünde dehşete düşmüş ve fabrikada henüz 6700 Türk işçinin çalıştığı 1967’de şöyle demişti: “Cehenneme açılan bir avlu.”

Grevin başlama noktası olan bölüme “cehenneme açılan avlu” demesinin sebebi, uğultuyla akan bir bant, o bandın altında ayakta durarak başlarını ve kollarını yukarı kaldırmış bir halde çalışan insanlardı. Çoğu boyun ve omuzlarında büyük sağlık sorunları yaşayacak olsalar da otomotiv sektöründeki en ucuz girdi insan bedeniydi. 

Wallraff Alman otomotiv sektörünün o günlerdeki halini ABD’yle kıyaslıyordu. 1915’ten 1940’ların sonuna dek ABD’nin güney eyaletlerinden sanayileşmiş kuzeye büyük bir siyah göçü yaşanmıştı. Siyahlar için büyük kısmı köle olarak geçirilmiş yılların tarım işçiliği geleneği sona eriyordu, kuzeyde onları büyük hevesle işe almak isteyen otomotiv sektörü vardı. Amerikan otomotiv sektörü, Wallraff’ın ifadesiyle, “negromasyon”a geçerek tarihinin en kârlı günlerini yaşamıştı. Alman otomotiv sektörü de aynı kârlılığı şimdi “Türkomasyon” sayesinde yaşıyordu. 

Aynı dönemde önemli bir otomotiv sektörüne sahip İsveç’le yapılan bir mukayese de durumu çok netleştiriyordu. Almanya gibi göçmen işçi akınına uğramamış İsveç’te sektör zor günler geçiriyordu. Almanya’ya oranla daha iyi ücretler verilmesine karşın kimse böyle bir işi yapmaya ikna edilemediğinden otomotivde ciddi bir işgücü açığı ortaya çıkmış, bantlar durma noktasına gelmişti. İsveçliler karar vermek zorundaydı. Onlar da yabancı işçi göçüne kapıyı aralamalı mıydı? B planını uygulamaya, yani otomotiv sektöründe üretim mantığını insanların çalışmayı tercih edebileceği bir hale getirmeye, ucuz insan bedeni kullanmak yerine yatırım aşaması masraflı olsa da otomasyona geçmeye karar vermişlerdi. 

Ve şimdi “cehenneme açılan avludan” çıkan birileri artık o kadar uysal olmayacaklarını söylüyordu. Üstelik Federal Almanya için hayli zor geçen 1973’ün son çeyreğine girilirken. İktidarda liberal Hür Demokratlar’la koalisyon kuran Willy Brandt önderliğindeki sosyal demokratlar vardı. Hem çalışanlara hem de işverenlere istikrar sözü vererek kurulan koalisyon sene başından bu yana ekonomik dalgalanmalar ve Almanya’nın dört bir yanındaki grev ve iş bırakma eylemleriyle uğraşmak zorunda kalmıştı. 

“Vahşi grev” furyası

1973’te, Federal Almanya’nın tarihinde karşılaşmadığı bir grev dalgası yaşanıyordu. Yıl boyunca greve giden işletme sayısı 335, ülke çapında herhangi bir greve katılmış işçi sayısı 275 bindi. Sadece ağustosta 107 grev yapılmıştı. Bu grevleri dikkat çekici kılan en önemli husus, bunların çoğunlukla dünya sendikacılık literatüründe “vahşi” ya da “kendiliğinden” diye tanımlanan, yani sendikanın ve yürürlükteki toplu sözleşme, anlaşma, pazarlık kurallarının, bürokratik işlemlerin devre dışı bırakıldığı grevler olmasıydı. O yüzden “vahşi grev” terimi aynı zamanda “yasa dışı grev” anlamına geliyordu.  

O malûm 1968 yılının hemen ardından, 1969’da buna benzer bir vahşi grev dalgası yaşandığında ne hükümetler ne Alman toplumunun geneli ne de sendikalar 1973 Ağustos’undaki gibi şaşkınlık ya da endişeye kapılmıştı. 1969’da “vahşi grev”e gidenlerin tamamı Almanya vatandaşı işçilerdi. Tam seçimlerin arifesiydi ve hiçbir siyasetçi ya da bürokrat grevlerin “yasa dışı” olduğunu ima bile etmemişti. Peki, dört yıl sonra ne değişmişti de tek başına Ford grevi bile hükümeti, işverenleri ve basını bu kadar endişelendirmişti? 

Bazı yazarlara göre, en önemli fark bu defa greve katılanların göçmenler olmasıydı. Ve sadece para pazarlığı yapmıyorlardı. Niteliksel taleplerle, “Bir dakika, ben bir insanım ve bana bu şekilde davranamazsınız” diyerek düzeni görünürde basit, ama aslında derinde çok ciddi bir sorgulamaya tabi tutuyorlardı. Liberal yaklaşımla empati kurulabilecek bir kimlik meselesi değildi durum. 

O dönemde İspanya, Portekiz, Yunanistan’da askeri rejimler vardı, Türkiye ise anti-demokratik uygulamalarla hep gündemdeydi. Göçmen işçiler hem politik hem de ekonomik olarak talihsiz insanlar olarak görüldüklerinde bir yakınlık gösteriliyordu kendilerine. Ama onlar şimdi çıkıp “O ayrı mesele, şu an ülkemdeki yönetimi konuşmuyoruz, seninle benim aramda bir sorunu konuşuyoruz. Ben ‘misafir’ de değilim. Sadece işçiyim. O yüzden şimdi sizin yazılı kurallarınızdaki gibi, işçi ve işveren olarak eşit bir tartışma yapalım” demiş oluyordu. 

Ford grevi hakkında en başından itibaren en saldırgan başlıkları atan Bild gazetesi, grev başladığında aslında istemeden aynı şeyi söylemişti: “Artık misafir değiller!Bild’in kastettiği elbette başka yöndeydi, gazete açıkça dile getirmişti: “Misafir misafirliğini bilmiyorsa kapı gösterilmeli”ydi. 

Grev sözcüsünün görüntüleri tüm TV kanallarında yayınlandığında bütün bunlar daha da netleşiyordu. Fabrika bahçesinde, binlerce işçinin sessiz bakışları altında, kendisi gibi bir yükseltinin üzerine çıkmış işveren temsilcisiyle sakin, barışçıl, ama asla alttan almayan, tavizsiz bir edayla konuşuyordu Baha Targün. 

Islık senfonisi

İşveren temsilcisi “Sevgili işçiler” diye başlayan bir konuşma yapmaya niyetlendiğinde, Targün parmağını sallayarak “Hiç uzatmayalım” işareti yapıp “Şimdi bizim almak istediğimiz tek bir cevap var. Tek kelimeyle söyleyin: Evet ya da hayır!” diyordu. O an orada olan binlerce insanın ve kameraların önünde kendisiyle hafiften azarlanır tonda konuşulan işveren temsilcisi sıkıntısı yüzüne yansımış halde cevap veriyordu: “Sevgili Türk ve Alman mesai arkadaşlarımız, sorunuzun cevabı yasalar gereği ancak ‘hayır’ olabilir…” Bütün yüzler ve kamera hızla kendisine dönerken Targün elini havaya kaldırmış bağırıyor: “Arkadaşlar, Streik geht weiter! (Grev devam ediyor!) 

Sonrası, şayet bu bir kurgu film olsaydı, coşkunun en yükseldiği, izleyicinin duygularının yönetmen tarafından en çok uyarıldığı sahnelerden biri olurdu. Kameralar sabit dururken çömelerek bu konuşmayı takip eden bir kalabalığın büyük gürültüyle ayağa kalkışı… Sonra, önce işveren temsilcisine, ardından diğer taraftaki binanın yüksek yönetim katının camları önüne dizilmiş siluetleri seçilen beyaz gömlekli, siyah kravatlı adamlara el kol hareketleri yaparak sinirli sinirli bir o yana bir bu yana yürüyüşleri. Ve bir de megafondan sonra grevin en büyük simgesi olan ıslıklar…

Amerikan otomotiv sektörü, Wallraff’ın ifadesiyle, “negromasyon”a geçerek tarihinin en kârlı günlerini yaşamıştı. Alman otomotiv sektörü de aynı kârlılığı şimdi “Türkomasyon” sayesinde yaşıyordu.

Grevin bazı anlarını fabrika içine girerek izleyen gazeteciler, “kulakları sağır edici” diye niteledikleri, özellikle Türk işçilerin başının altından çıkan –hatta bir gazeteci “ıslık senfonisi” adını takmıştı– bu protesto biçimini epey detaylı anlatmışlar. 

En başta sendika yetkilileri, sonra sendikanın konuşması için çıkardığı, grevin sona erdirilmesi gerektiğini söyleyen bir Türk işçi (sadece ona karşı ıslığın ötesine geçilmiş, elma da fırlatılmıştı) ve neredeyse her konuşmaları bu şekilde cevaplanan işveren temsilcileri dışında, ıslıklardan payını alan bir kişi daha vardı: Türkiye Konsolosluğu’ndan gelen bir yetkili. Bir gazetecinin dediğine göre, Baha Targün’ü işaret edip (elbette Türkiye Cumhuriyeti’ni kastederek) “devlet düşmanı bir komünistin peşine takılmak yerine işlerine dönmeleri tavsiyesinde” bulunan konsolosluk yetkilisinin payına bu “senfoni”nin en güçlü icrası düşmüştü. 

Grev cuma akşamı başladığı için sonraki iki gün hafta sonuydu. Toplumun büyük çoğunluğunun rehavet içinde olacağı bu iki gün boyunca hem hükümet hem şirket yetkilileri hem de sendika, olabildiğince sessiz kalmayı seçmişti. Aslında uzlaşılan plan basitti: “Hele bir pazartesi olsun!” diyorlardı. 

Ancak, medya ilk andan itibaren komplo teorileriyle karşı propagandaya başlamıştı. Mesela, devasa büyüklükteki tesisi çevreleyen tüm telörgüler çepeçevre dolaşılmış ve elli farklı noktada bir insanın geçebileceği delikler tespit edilmişti. Grevin aslında işçilerin –hele de o uysallığıyla tanınan Türklerin– fikri olmadığı, fabrikaya radikal sol örgüt üyesi kışkırtıcıların sızdığı iddiası için güçlü bir kanıttı. Bunun yanısıra, fabrika yöneticileri ve polis yetkililerinin tespitine göre, fabrikanın 3 numaralı kapısının civarındaki sokaklarda park edilmiş çok sayıda Köln plakalı olmayan araç vardı. Bunların diğer bölgelerden gelip fabrikaya sızan kışkırtıcıların terk ettiği araçlar olabileceği ihtimali üzerinde duruluyordu. 

Atılan manşetler o sırada içerideki havayla son derece uyumsuzdu. Gazeteler “Ford’da Türk Terörü”, “Misafir İşçiler Ford’u zaptetti”, “Türkler Ford’u felç etti” şeklindeydi. Oysa fabrikanın içinde greve katılan Alman işçileri, özellikle genç olanları hayrete düşüren bir neşe vardı. 

Makûl taleplere sermayenin bakışı

Grevin başlamasıyla önce bir grev komitesi seçilmişti. Dokuz kişilik komitede altı Türk, iki Alman ve bir Yugoslav vardı. Sözcülük ve başkanlık görevi oy birliğiyle Baha Targün’deydi. Grev komitesinin ilk açıkladığı kararlar üç maddeydi. Ne olursa olsun, muhtemel provokasyonlardan asla tahrik olunmayacak, kendini korumak zorunda kalmadıkça şiddete asla başvurulmayacak, fabrika binalarına ve makinelere hiçbir zarar verilmeyecek ve grev boyunca fabrika dahilinde alkollü içki olmayacaktı. 

Fabrikanın terk edilmeyeceğinin açıklandığı günün akşamı, destek vermek üzere erzak paketleri taşıyan Alman Komünist Partisi gençlik örgütünün getirdiği yiyecekler, sigaralar alınmış, biralar ise “grev süresince içmiyoruz, teşekkürler” diyerek reddedilmişti. 

Grevin seyri özellikle Alman işçiler için biraz tuhaftı. En başta şu farklılık vardı: Ortalama bir Alman işçi grevi evde geçirmeye alışıktı. Üretim durur, eve gidilir ve sendikanın görüşmeleri tamamlayıp anlaşmanın şartlarını açıklaması beklenirdi. Şimdi fabrikada kalınıyordu. Ama daha tuhafı, gazeteler “Türk terörü” dese de Türkler grevin ilan edildiği andan itibaren işi eğlenceye vurmuştu. Fabrika içine giren bir gazetecinin konuştuğu bir Alman çırak büyük bir neşeyle, grev dendiğinde akla gelen şeyle alâkası olmayan zamanlar geçirdiğini söyleyecekti. Çünkü daha önce hiç görmediği enstrümanlarla, hiç dinlemediği tarzda müzikler çalarak, daha önce hiç tanık olmadığı danslar yapan birtakım adamlarla birlikteydi. Üstelik talepleri arasına çırakları ilgilendiren bir madde koymayı da ihmal etmemişlerdi. 

Baha Targün tarafından ilan edilen talep listesi aslında son derece makûldü. Öncelikle, tatilden geç geldiği için işten çıkarılan herkes tekrar işe alınacaktı. Grev ne kadar sürerse sürsün çalışılmış gün sayılacak ve ücret kesintisi olmayacaktı. Greve katıldığı için hiçbir işçi hakkında işlem yapılmayacaktı. Üç haftalık yıllık izin hakkı herkes için altı haftaya çıkarılacaktı. 

Taleplerin ekonomik yönlü olanları sadece son üç maddeydi. Hangi bölümde olursa olsun tüm işçilerin saat ücretine 1 Mark zam yapılacaktı. Ücret politikasında göçmen işçilerin de altında yer alan Alman genç çıraklara ayda 600 Mark maaş verilecekti. Ve fabrikada çalışan istisnasız herkese yılda 13 maaş ödenecekti. 

Ford yöneticileri, hükümet yetkilileri ve sendikacılar taleplerin kabul edilemeyecek düzeyde olmadığını düşünüyordu. Ortaya çıkacak tablo işçiler açısından çok önemli bir fark yaratacak olsa da kârlılık oranı yıldan yıla artış gösteren şirket için rahatlıkla karşılanabilir boyuttaydı. Alman otomotiv sektöründe ortaklıkları olan Amerikalıların şirketteki temsilcileri dahil, kimse taleplerden pek de rahatsız olmamıştı. Kabul edebilirlerdi. Ama etmediler. 

Çünkü bazı siyasiler ve şirketin bazı yöneticileri ile Amerikalı ortaklar, önce grevin kırılması, ardından bastırılması gerektiğini, ancak ondan sonra bu taleplerin hepsinin ya da bir kısmının kabul edilebileceğini söylüyordu. Taleplerin hepsi kabul edilse bile asla bir galibiyet duygusu, zafer havası yaşanmamalıydı. Ve en önemlisi, o taleplerden biri hiçbir zaman geçerli olmamalıydı. Her şey bittikten sonra birileri mutlak surette bu grevde rol oynadığı için herkesin gözü önünde ceza almalıydı. En başta da o malûm kişi! Peki, neden bu kadar ısrarcıydılar?

Federal Almanya’nın tarihinde karşılaşmadığı bir grev dalgası yaşanıyordu. Bu grevleri dikkat çekici kılan en önemli husus, bunların çoğunlukla “vahşi” diye tanımlanan, yani sendikanın ve toplu sözleşme kurallarının devre dışı bırakıldığı grevler olmasıydı. O yüzden “vahşi grev” aynı zamanda “yasa dışı grev” anlamına geliyordu.

“Şükürler olsun, yalnız değiliz”

Meşhur 1973 Petrol Krizi’nin ekim ayında resmen başlamasına daha bir ay vardı, ama krizin ayak sesleri çoktandır duyuluyordu. Adı henüz konulmasa da petrol fiyatlarındaki yükseliş sebebiyle kriz aslında başlamıştı. Enflasyon oranında yüzde 8’lik bir artış yaşanmış, bir önceki toplu sözleşme döneminde krizi bahane eden işverenler pazarlığı yüzde 1 zam oranıyla açarken, IG Metall gibi büyük sendikalar ortalama yüzde 16’da diretiyordu. 

Her kesime istikrar vaat eden sosyal demokrat – hür demokrat koalisyonu arabuluculuk yaparak “ortada buluşun, yüzde 8’de” telkinleri yapmış ve sonunda ülke çapında ortalama yüzde 8,5 düzeyinde ücret artışı öngören toplu sözleşmeler imzalanmıştı. 

Ancak, petrol fiyatlarındaki yükseliş sebebiyle enflasyon oranları yıl ortası bile olmadan yüzde 8’i bulunca zamlar erimişti. Toplu sözleşmelerin altında imzaları bulunan sendikacıların aslında eli kolu biraz bağlıydı. Yasal süre bitmeden tekrar zam isteme, grev çağrısı yapma hakları yoktu. Kendilerinden bağımsız yapılan grevlerin peş peşe geldiği bir dönemde, hele Ford gibi bir işletmede, hem de “misafir işçilerin” ayaklanması herkes için büyük bir felaketin habercisiydi. 

Ford grevinin on gün öncesinde, küçük bir kent olan Neuss’taki gözden uzak Pierburg fabrikasında çalışan göçmen kadın işçiler çarpıcı bir eyleme imza atmıştı. Otomotiv sektörüne karbüratör pompası üreten fabrikanın işçileri Yunan, Türk, İspanyol ve İtalyan kadınlardı. Eylem “eşit işe eşit ücret” talebiyle yapılmıştı. Çünkü kadınlara bant işçisi bir erkeğin aldığından daha az ücret ödeniyordu. 

13 Ağustos 1973’te başlayan Kadın Grevi’nde kadın işçiler “Sen istersen dünya durur” sloganını atıyordu. İlk gün fabrika yönetimi sorunu polisiye yöntemlerle çözmeyi denedi. Ancak önce Neuss’taki, ardından Almanya’daki kadınlardan destek gelince geri adım atmak zorunda kalındı.

Pierburg yönetimi bu uygulamayı şöyle savunmuştu: Fabrikalarında yapılan iş ağır bir bedensel çalışma gerektirmiyordu, zaten o sebeple kadınlara iş veriyorlardı. Yani aslında kadınlar açısından fabrikaları bir şanstı. Eyleme geçen göçmen kadın işçilerin aslında başka bir mânâda gerçekten sahip oldukları bir şans vardı. Çünkü sadece iktidardaki sosyal demokratların seçmeni olan kadınlar değil, Alman kadınların çok büyük bir çoğunluğu “kadınlar erkeklerden neden daha az ücret almak zorunda?” sorusunu her tür politik, etnik ve teknik tartışmanın ötesinde, kadın kimlikleriyle değerlendirip çok mantıklı bir soru olarak görmüşler ve eyleme büyük destek vermişlerdi. O yüzden kısa sürede talepler kabul edilmiş, meselenin çok dallanıp budaklanmasına izin verilmemişti. 

1973’te, 21 yaşındayken bu “kadın grevi”ne katılan Yunan işçi İrina Vavitsa, 2017’de bir Alman kanalında o günleri anlatırken, kendi grevlerinden birkaç gün sonra TV’de ilk haber olarak verilen, elinde megafon fabrikanın kapısına tırmanıp “fabrikanın işgal edildiğini ve o andan itibaren grevin başladığını” ilan eden Baha Targün’ü gördüğünde heyecanla yanındakileri dürtüp şöyle bağırdığını söylüyor: “Şuna bakın! Tanrıya şükürler olsun! Yalnız değiliz!

İşte bu duyguyu yaratan adam haddinden fazla tehlikeli bulunuyordu. 

“Ezilmesi gereken insanlar”

Siyasi kulis bilgilerini aktarmakta mahir gazeteciler Brandt’ın kabinesiyle yaptığı kriz toplantısında çok sinirli olduğunu söylüyordu. İddiaya göre, Şansölye eline aldığı her gazetede, açtığı her TV kanalında aynı adamı görmekten öfkeliydi. Siyasete atılmadan önce TV yöneticiliği kariyeri olan bir bakana, eski dost çevresine gayrıresmi bir hükümet ricası olarak bundan böyle Ford greviyle ilgili daha dikkatli olunması talimatını iletme görevi vermişti. 

Kaplanın sırtında dans… “Her şey aslında bir kaplanın sırtına çıkıp dans etmek gibiydi. Kaplan her an kafasını çevirebilirdi. Ama dans sürerken kimsenin bunları düşünmeye niyeti olmayacaktı. Çünkü o an hissedilen tarifi zor bir özgürlük duygusu vardı.”

Siyasi kulislerde fısıldananlara bakılırsa, sosyal medya çağının çok öncesi o dönemde, özel televizyonların yayınlarından çok şikâyetçiydi Brandt. Eski zamanlar olsaydı, devrim çağrısı yapan bir radikal bildiri basmak için kâğıt bulmak zorunda kalırdı ya da her eve bir propaganda mektubu yollamak istese en azından pul parası ödemesi gerekirdi. Oysa şimdi, televizyonların yardımıyla adamın biri elinde megafonuyla Almanya’da her evin içine girmiş konuşuyordu. 

O dönemi sonradan yorumlayanlara göre, hem genel olarak Ford grevi hem de onun yüzü, sözcüsü konumundaki Baha Targün sıradan, öyle ya da böyle nihayete erecek bir işçi-işveren anlaşmazlığını temsil etmekten öte, hâkim siyasetin ve sınıfların gözünde çok tehlikeli başka bir potansiyel taşıyordu. Hatta, sadece Almanya için değildi bu, tehdit tüm Batı Avrupa kurulu düzeni açısından geçerliydi. Grev haberi duyulur duyulmaz Belçika ve Hollanda’da göçmen işçilerin ağırlıklı olduğu bazı işletmelerden destek mesajlarının gelmesi ciddi bir ipucuydu. 

“Kulis fısıltılarına” kulağı delik olanlar hem hükümet hem de işveren örgütlerinin binalarında şöyle konuşmalar olduğunu aktarıyordu: “1968’de de böyle başlamıştı. Önce toplumda ancak yüzde bir kitlesi olabilecek bazı adamların sesi duyulur. Sonra bir bakmışsın birileri ona kulak vermiş ve ‘evet, ben de onun gibi fakirim’ diyerek bu tipleri destekliyor.” 

Bazı yorumcular “aslında şu da vardı” diyor: “Greve katılanların, özellikle de Türklerin siyasi bilinçlerinin düzeyi hem sol hem de liberal akademisyenler tarafından tartışılsa da, Türklerin başını çektiği bu göçmen işçi grevinde, katılanların kimlikleri bir an için bir tarafa bırakılarak sadece talepleri göz önüne alındığında, şu gerçek çok net görülebilirdi: O günün dünyasında, sadece Batı Avrupa’da, Almanya’da değil, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, hatta Sovyetler’de ya da Polonya’da bile olsalar, o işçiler ve onların sözcüsü, mevcut fabrika düzenine karşı çıktıkları için rejim tarafından ezilmesi gereken insanlar olarak görülürdü.” 

“Başkan” ve “Sakal”

Pazartesi sabahıyla birlikte, ilk önce sendika yönetimi esas kitleleri olan Alman işçiler üzerindeki etkisini gösterdi. Alman işçiler arasındaki greve destek veren ya da sempatiyle yaklaşanların büyük çoğunluğu, sonucu evde beklemeye ikna edildi. Sendikanın etkileyemediği Almanlar ise kendileri için de talep açıklayan göçmenlerle kalmayı tercih eden çıraklar, eğitimlerini tamamladıktan sonra zorunlu staj için fabrikada bulunan öğrenciler ve sayıları fazla olmayan solcu işçilerdi. 

Göçmenleri yalnızlaştırma hamlesinin ilk adımı başarılıydı. Bu noktadan sonra greve katılan diğer göçmenlerden de bahsedilmeyecek, haberlerde tamamen en kalabalık grup olan Türkler ön plana çıkarılacaktı. 

Bazı siyasiler, şirketin yöneticileri ile Amerikalı ortaklar önce grevin kırılması, ardından bastırılması gerektiğini, ancak ondan sonra taleplerin hepsinin ya da bir kısmının kabul edilebileceğini söylüyordu. Taleplerin hepsi kabul edilse bile asla bir galibiyet duygusu, zafer havası yaşanmamalıydı. Ve en önemlisi, birileri mutlak surette ceza almalıydı. En başta da o malûm kişi!

Gazete başlıkları Baha Targün’ü “komünist” ya da “radikal” olarak tanımlamayı sürdürüyordu. Grev esnasında fabrikanın devasa arazisi içinde yapılan bir yürüyüş sırasında Baha Targün’le yapılmış bir TV söyleşisinde, muhabir direkt bir soruyla giriyor söze: “Siz bir radikal misiniz?” Önce gülüyor grev sözcüsü, ardından “Ben öyle demezdim” diyor. Almanya’da siyasetle uğraşmadığını, yaptıklarının siyasetle ilgili olmadığını, zaten yabancı bir işçi olarak siyasi faaliyette bulunmaya izninin de olmadığını ekliyor ardından. 

Muhabir bu kez; “İyi ama, bu işçileri sizin kışkırtıp ayaklandırdığınız söyleniyor. Bu doğru mu?” deyince, Targün şu cevabı veriyor: “Buna çok net bir yanıtım var. Şu an gördüğünüz gibi burada binlerle ifade edilebilecek sayıda işçi yürüyüş yapıyor. Herhangi bir insanın tek başına onlara bunu böyle kolayca yaptırabileceğine gerçekten ihtimal veriyor musunuz? Sizce hakiki sebepleri olmasa böyle bir şeyi yapmaları mümkün mü?” 

Ama bir yandan başka vurgular da ön plana çıkmıştı. Bir gazetenin Targün megafonla işçilere hitap ederken çekilmiş fotoğrafının üstüne attığı manşet “Grev lideri devrim vaazı veriyor” şeklindeydi. Bazı haberlerde kendisine “Müslüman”, hatta “Osmanlı” dendiği de görülüyordu. Bir karikatürde, minareye benzetilmiş fabrika bacasının şerefesinden işçilere konuşurken resmedilmişti. Alman medyası “bütün düğmelere aynı anda basıyordu”. 

Targün aynı anda hem ülkesinde terörist örgütlerle ilişkili olduğu için aranan bir adamdı hem de bütün bu hikâyenin arka planındaki esas aktörler olan radikal sol Alman örgütler tarafından kullanılan önemsiz bir maşaydı. Ya da bazen Batı karşıtı bir Türk milliyetçisiydi. İşçiler kendisine “Başkan” diye hitap ediyordu. Bu neyin göstergesi olabilirdi? 

“Başkan” ve “Sakal”

Elbette, göçmen işçiler konusunda çalışmalar yapan sosyal psikoloji uzmanları bunu uzun uzun değerlendirebilirdi. “Kendisine ‘Başkan’ diye hitap edilmesi birey olmanın kolay olmadığı bir kültürde her zaman lafı dinlenecek bir otorite arayışının tezahürü olarak görülebilir” diye başlayan uzmanlara, nedense “haberlerde grev komitesinin Alman iki üyesinden birine ‘Sakal’ diye hitap ediliyor. Bunun mânâsı ne olabilir?” diye sorulmadı. 

“Sakal”ın adı Dieter Heinert’ti. Çoğunlukla bir adım geride duran, bazen rahat konuşabilmesi için Targün’ün megafonunu tutarken görülen Heinert, gazetecilerin öğrendiğine göre, lise mezunuydu. Hakkında yasa dışı radikal sol ile bağlantısını gösteren bilgi bulunmamakla birlikte, KPD/ML (1968’de kurulan, Maoist çizgisiyle Alman Komünist Partisi’nin de siyasi hasmı olan parti) çevresinden dostlukları olduğu biliniyordu. Hatta, Brejnev’i Bonn ziyaretinde protesto eden Maoist sokak gösterilerinde etkin rol almıştı. 

Ama bunlardan daha ilginç bulunan bir özelliği vardı. Niyeyse Türkçe öğrenmek için çaba göstermişti. “Kırık Türkçesi” elbette Targün’ün Almancasıyla kıyaslanabilecek düzeyde değildi, ama Türk işçilerin gözünde sempati kazanması için ona bir büyük avantaj sağlıyordu. Heinert’in hiç gereği yokken Türkçe öğrenmeye çalışması, normalde bu tarz eylemlere girişmesi beklenmeyen “bizim uysal Türkleri” daha kolay kışkırtabilmek içindi muhtemelen. 

Grevci işçiler ve sol

O sırada fabrika dışında da DKP (Alman Komünist Partisi) ve KPD’nin (Almanya’nın Komünist Partisi) yanı sıra diğer sol parti ve örgütlerin çok farklı bir mücadelesi kendi aralarında sürüyordu. Bildiriler ve sloganlar işçilere birlik olma ve devrim çağrısı yapıyordu. Ama soğukkanlı yaklaşım göstermeyi tercih eden sol entelektüellere göre, Alman solu ne başlamasında ne de sürmesinde en ufak bir dahli olmamasına karşın sanki her şeye hâkimmiş havası içinde grevi ve ona esas itici gücü veren Türkiyeli göçmen işçileri “araçsallaştırıyordu”. 

DKP – Alman Komünist Partisi bildirileri

Aslında bildirilerde, yayınlarda, sloganlarda yaratılan “fabrikada kendilerinin uzantısı, sempatizanı birçok işçi olduğu” havası, basının ve işverenlerin grev aleyhine aradığı malzeme ihtiyacını karşılıyordu. Gerçekte fabrikada iddia ettikleri gibi bir örgütlülükleri yoktu. Bunu kendi aralarındaki siyasi mücadelede öne geçmek, potansiyel sempatizanlarına güçlü görünebilmek için yapıyorlardı. Grevin üzerinden yıllar geçtikten sonra yazılmış bir değerlendirme yazısında yapılan bir yoruma göre, Baha Targün bu durumu henüz grev esnasındayken fark etmişti. 

Ne kadar yerinde bir tespittir bilinmez, ama yıllar boyu sürecek ısrarlı suskunluğunun, gazetecilerden ve akademisyenlerden uzak durmasının, grevin 20. ve 40. yıldönümlerinde yapılan etkinliklere katılması için aldığı davetleri kibarca olmasına bile özen göstermediği bir üslûpla reddetmesinin altında yatan Almanya soluna ve entelektüellerine duyduğu kızgınlıktı. 2007’de, bu grevin de konu edildiği, Almanya çapında sahnelenecek olan Fordlandia adlı oyunun galasına oyunun yönetmeni ve yapımcısı tarafından onur konuğu olarak davet edildiğinde de ret cevabı vermesinin sebebi aynıydı belki de. Kim bilir? 

Greve katılanlar bugün bile ısrarla karşı çıksalar da “Türk Grevi” olarak tanımlanan Ford grevi hakkında soldan gelen yorumların çoğunu boşa çıkaracak sol görüşlü, hatta komünist parti üyesi ya da Marksist kimliğiyle tanınan akademisyenlerce yapılmış bilimsel araştırmalar aslında çoktan yayınlanmıştı. Sadece bu grevde değil, o yıl peş peşe gelen tüm o grev dalgasında devrim çağrısı yapan kimse yoktu. Mesela, Marksist Araştırmalar Kurumu’nun Alman Komünist Partisi (DKP) tarafından finanse edilen araştırması bunu açıkça ortaya koyuyordu. 

Bazı yorumcular “aslında şu da vardı” diyor: “O günün dünyasında, sadece Batı Avrupa’da değil, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, hatta Sovyetler’de ya da Polonya’da bile olsalar, o işçiler ve onların sözcüsü, mevcut fabrika düzenine karşı çıktıkları için rejim tarafından ezilmesi gereken insanlar olarak görülürdü.”

İşçilerin genel siyasi taleplerden ziyade, tamamen kendi hayatlarına dair somut istekleri vardı. Göttingen Üniversitesi’nce yayınlanan bir araştırmaya göre, işçilerin yüzde 75’inden fazlası herhangi bir işçi eylemi ve grevin çabucak “kızıl bayrak” gibi politik simgelerle bir araya getirilmesinden hoşlanmıyorlardı. Bu tepkinin iki muhatabı vardı. Bir tarafta işçi eylemlerine karşı propagandalarını bu şekilde yapan işveren sözcüleri ve basın, diğer tarafta onlara büyük bir hevesle bu malzemeyi verme pahasına hemen ortaya çıkan sol parti ve gruplar. 

Fabrika önünde toplanan anarko-sendikalist bir grubun eylemini fabrika bahçesinden izleyen bir Alman işçi bir gazeteciye “Ne zaman böyle bir hadise olsa bu tipler hemen ortaya çıkar. Hep farklı yüzler vardır, bir gördüğünü bir dahaki sefere göremezsin” demişti. Greve katılan bir İtalyan işçi ise, kendisiyle konuşan gazeteciye büyük hedefleri olmadığı gibi, işin ücret pazarlığı kısmıyla bile ilgilenmediğini söyleyecek, kendisini bu greve katılmaya iten en önemli sebebi şöyle açıklayacaktı: “Kıvranacak hale gelmişken bandın başından ayrılıp işemeye gidebilmek için ustabaşı denen adamdan çocuk gibi on kere izin istemekten bıktım!

Bir başka gazeteci tarafından kayda geçirilmiş bir olayda ise fabrika bahçesindeki pazarlıklarda işveren temsilcisi işçilere dönüp Baha Targün’ü işaret etmiş ve tıpkı Türkiye Konsolosluğu yetkilisi gibi “bu komünisti neden dinliyorsunuz?” diye sormuştu. Birkaç Türk işçi de “komünist”i grev sözcülerine yapılan bir hakaret olarak kabul ederek ayağa fırlayıp işveren temsilcisine “sensin komünist!” diye bağırmışlar ve bu sahne gülüşmeler yaratmıştı. 

1973 grevinin 40. yılında yapılan bir dizi büyük etkinlik kapsamında sergiler açılıp toplantılar düzenlendiğinde, dokuz kişilik grev komitesinde de yer almış olan Hasan Doğan adlı eski Ford işçisi, önce sergilenen fotoğraflardan birinde kendisini bulup dinleyenlere gösteriyor, “İşte bu benim, beyaz süveterli olan. O zaman gencim tabii, şimdiki halime benzemiyorum” diyor, ardından o günler hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor: 

Grev komitesi üyesi Hasan Doğan: “İşte o beyaz süveterli benim, o zaman gencim tabii”

Biz aslında siyasi tartışmalardan uzaktık. İşçilerin çoğunun siyasi kavramlardan haberi yoktu. Greve yol açan isyanı başlatan ilk 60 kişinin içindeydim. Baha’yla aynı yerde çalışıyorduk. Son birkaç aydır aramız çok iyiydi. Aklımda kalan, o binadan çıkışımız ve Baha’nın insanları bize katılmaya çağıran o güçlü sesi. İlk andan itibaren greve katılıp komiteye girmemin sebebi, çoğunluğun aksine bazı şeyleri biliyor olmamdı. Onlar neydi derseniz, Almanya’ya gelmeden önce, Konya’dayken Mehmet Ali Aybar’dan ve onun partisinden işçi sınıfı ve sermaye sınıfının ne olduğunu öğrenmiştim hiç değilse. Ama hepsi bu kadardı. Benim de bundan fazla bildiğim pek bir şey yoktu.

Aynı toplantıda konuşmacı olarak bulunan eski Ford işçisi Peter Bach’ın Hasan Doğan’ın bu sözlerine karşılık söyledikleri de dikkat çekici. Bach montaj bandında isyanın çıktığı bölümde 60 Türkiyeli işçinin arasındaki tek Alman işçi. Greve de en son ânına kadar katılan Alman işçilerden. Aslında Bach, belki bir işçi hayatı sürmesi gerekebilecek olsa da en azından göçmenlerle birlikte montaj bandında çalışması gerekmeyecek birisi. Bu işe biraz da gönüllü olmuş. Çünkü, 1968’den çok etkilenen ve sonrasında bir hippi hayatı sürmek yerine işçi sınıfına dahil olmak gerektiğini düşünen, 90’larda Alman liberal yazarlar tarafından epey alay edilecek olan bir kuşağın üyesi. 

Ford’a girdiğimde teorik bilgisi çok sağlam komünist bir işçiydim” diyor Bach. “Partiliydim ve işçileri örgütlemek, onlara Marksist propaganda yapmak peşindeydim. Ama Türk işçi arkadaşlarım ve Baha Targün’le yaşadığım o kısacık grev haftası, esas benim için tüm hayatımı etkileyecek, etkisini bugün dahi sürdüren gerçek bir Marksizm kursu oldu. Eğitimi alan bendim.” 

Targün’ü doğal lider yapan özellik

27 Ağustos grevin dördüncü günüydü, pazarlıklar sürüyordu. Şirketin yönetim binasında Baha Targün ve grev komitesi işveren temsilcileriyle bir araya geleceklerdi. İşçiler görüşmek için “patron katına” çıkacak olan arkadaşlarının güvenliğinden endişe ettiklerini söyleyince işveren tarafı bir teklifte bulundu. Görüşme esnasında her yarım saatte bir Baha Targün pencereye çıkacak ve aşağıda bekleyenlere “her şey yolunda, iyiyiz” mesajı verecekti. 

Ancak, fabrika üzerinde dolaşan polis helikopterlerinin rahatlıkla binanın tepesine inip grev sözcüsünü ve yanındakileri alıp gidebileceği ihtimali öne sürüldü ve sonunda şu anlaşmaya varıldı: Baha Targün ve yanındaki beş kişi yukarı çıkarken, işveren temsilcileri arasından aynı sayıda birileri aşağıya inecek ve grevin başladığı geceden beri hem yatakhane hem forum alanı hem de her tür “sanatsal performans” için sahne olarak kullanılan grevin başlangıç noktasına, esprili yeni adıyla “Y Hotel”e misafir olacaklardı. 

Fabrika bahçesindeki pazarlıklarda işveren temsilcisi işçilere dönüp Baha Targün’ü işaret etmiş ve tıpkı Türkiye Konsolosluğu yetkilisi gibi “bu komünisti neden dinliyorsunuz?” diye sormuştu. Birkaç Türk işçi de “komünist”i grev sözcülerine yapılan bir hakaret olarak kabul ederek ayağa fırlayıp işveren temsilcisine “sensin komünist!” diye bağırmışlardı.

Önümüzdeki ekimde, Türkiye-Almanya arasında yapılan iş göçü anlaşmasının 60. yıldönümü münasebetiyle, bu altmış yılı Almanya’da yaşayan Türkiye göçmeni müzisyenler tarafından yapılmış bazı sembol şarkılar üzerinden anlatan Deutschland Lieder (Almanya Türküleri) adlı kitabı Almanya’da yayınlanacak olan yazar, müzisyen ve belgesel sinemacı Nedim Hazar, Ford işçisiyken müzisyenliğe geçen Metin Türköz’e ve ‘73 grevinde yaşananlara da yer vermiş kitabında. 

Hazar da Baha Targün’ün yıllar boyunca bu konuda suskun kalmasının altında, belki tek sebep olmasa da, Alman solcularına daha grev esnasında yaşadıklarından ötürü duyduğu tepkinin önemli bir payı olduğunu düşünüyor. Bir yönetmen olarak baktığında, Baha Targün’ün gözüne nasıl göründüğünü sorunca anlattıkları şöyle: 

“Öncelikle, lafın gelişi değil, gerçekten çok yere değen, çok ilginç bir hikâyesi olan bir karakter. Almanya’da, neredeyse tamamı hikâyenin grevden sonraki kısmına hiç değinmese de, hakkında yazılmış çok büyük sayıda yazı ve hatta sadece bu grevi konu alan kitaplar var. Türkiye’de, Baha Targün’ün bugüne dek belgeselinden öte, sinema filmini yapmayı akıl eden birilerinin çıkmış olması gerekirdi. 

“Ramazanda değiliz, nümayişteyiz”

Baha Targün’ü bir karakter olarak bu hikâyenin içinde düşündüğümde, aklıma ilk gelen şu: Hem Alman medyası hem de Alman solcuları onun tipik bir göçmen işçiden farklı olarak o ‘okumuş işçi’ olma halini ve akıcı Almanca konuşmasını çok önemsiyor. Evet, bu önemli. Ama özellikle solcular, onu grevin doğal lideri yapan esas özelliğini kaçırıyor. Adam sadece Almanların dilini konuşmayı bilmiyor. Onun kadar, hatta bazı durumlarda ondan daha mühim rol oynayan bir özelliği var. Dil kavramını lisan anlamında kullanmadan söylersem, şaşırtıcı bir şekilde o an orada olan Türk işçilerin dilini de çok iyi anlıyor ve konuşabiliyor. Hatta o an o ortamda bulunan ve hem fabrika içinde hem de dışında bu meseleye taraf olan tüm kesimlerin, her milletten işçinin, işverenin, sendikacının, Alman solcularının, Alman gazetecilerin, istisnasız herkesin dilini bilen ve herkesle anladığı dilde iletişim kurabilen tek insan. Onu derinlikli bir film karakterine dönüştüren en önemli özelliği bu. Almancaya hâkimiyetine takılmak o günün koşullarında anlaşılır olsa da, sadece orada kalmak yüzeysel yapıyor işi. 

Bir de şu var: Daha grev başladığı anda o kadar fotoğrafı ve görüntüsü yayınlanan biri olduğunda, o greve katılan herkesten farklı bir kaderi olacağı da en baştan belli oluyor. Der Spiegel’in grevin bitmesinin ertesi günü, sanki duygusal bir yakınlık da kuruluyormuş gibi görünen ‘yüzü herkesçe bu kadar tanınan biri olarak şimdi nereye gidecek?’ cümlesi masum bir cümle değil, onun hakkında sistem tarafından çoktan karar verildiğinin ilanı.”

Tarifi zor bir özgürlük duygusu

Baha Targün’ün grevin bir işgal gibi yaşanacağının belli olmasının ardından yaptığı ilk işlerden biri, namaz kılan işçiler için temiz bir alan yaratmaktı. Bununla yetinilmemiş, Köln’de görevli, Türkiye’den işçilere hizmet vermesi için gönderilmiş bir din görevlisi ikna edilmiş, bir akşam fazla göze batmamasına çalışarak fabrikaya sokulmuş ve dindar işçiler bir akşam namazını gerçek bir imamın arkasında kılmışlardı. 

Çeşitli görev dağılımları için gruplar oluştururken, grev sözcüsü Targün farklı kişilikleri bir araya getirerek, ortak bir iş yaparken yakınlaşmalarını hedeflemişti hep. Ancak ilginç bir şekilde bunun tam tersini yaptığı bir durum vardı: Fabrika çevresindeki giriş-çıkış kapılarında, güvenlik için dönüşümlü nöbet tutulacağı zaman, nöbet gruplarının olabilecek en homojen yapıda oluşturulmasına dikkat etmişti. Her grubu oluştururken o gruptakilerin aynı şehirden, aynı kasabadan, hatta aynı köyden gelenler olmasına özen göstermişti. 

Pazarlıklar esnasında bir grup işveren temsilcisinin işçilere zorunlu misafir olduğu o ânı sonraki yıllarda anlatılan tanıklıklardan gözümüzün önüne getirmeye çalışırsak, yeni adıyla Y Hotel’de şöyle sahneler yaşanmıştı: İşveren temsilcileri bir köşede oturup zamanın geçmesini beklerken işçiler müziğe başlamış, işveren temsilcilerinin şaşkın bakışları altında Anadolu oyun havaları eşliğinde oynamakla meşguller. 

Yine yıllar sonra yayınlanmış bir yazıda, greve katılmış bazı insanlarla yapılan görüşmelerden yola çıkarak yapıldığı belirtilen şu tanımlama vardı: 

(Grevin tamamı kastedilerek) “Her şey aslında bir kaplanın sırtına çıkıp dans etmek gibiydi. Kaplan her an kafasını çevirebilirdi. Ya da zaten bir an geldiğinde o sırttan düşmek de kaçınılmazdı. Ama dans sürerken kimsenin bunları düşünmeye niyeti olmayacaktı. Çünkü o an hissedilen tarifi zor bir özgürlük duygusu vardı. Kendilerine dair hissettikleri inanılmaz hızlı bir değişim. Kendi gücünün farkına varma. Çıkıp sırtında dans ettiğin kaplana dönüp şunu demenin yarattığı özgüven: ‘Ben o bant aktığı için burada değilim, ben burada olduğum için o bant akıyor. Bak şimdi durdu, gördün mü? Ben de güçlüyüm’…”

“İşçilerin çoğunun siyasi kavramlardan haberi yoktu. İlk andan itibaren greve katılıp komiteye girmemin sebebi çoğunluğun aksine bazı şeyleri biliyor olmamdı. Onlar neydi derseniz, Konya’dayken Mehmet Ali Aybar’dan ve partisinden işçi sınıfı ve sermaye sınıfının ne olduğunu öğrenmiştim. Ama hepsi bu kadardı. Bundan fazla bildiğim pek bir şey yoktu.”

Final sahneleniyor

Grevin altıncı gününe girilen sabah, artık finale gelindiği belli oldu. Sayısının bini bulduğu belirtilen bir kalabalık fabrika önünde toplanmış, gösteri yapıyordu. Hatta niyetleri içeri girmekti. O güne dek zaman zaman fabrika önünde toplanan sol göstericilerden farklıydılar. Ellerindeki pankartta “Biz çalışmak istiyoruz” yazıyordu. Sonradan anlaşılacağı üzere, bu kalabalık fabrikada çalışan bazı ustabaşılar ve bazı Alman işçilerle birlikte şirketin güvenlik görevlileri ve fabrikayla alâkası olmayan bindirilmiş kıtalardan oluşuyordu. 

Aralarında bolca da “meister” (ustabaşı) önlüğü giymiş sivil polis vardı. Yarattıkları hava şuydu: Fabrikalarına girmek, çalışmak isteyen Alman işçilerdi onlar. Ama birtakım göçmenler onların fabrikasını ellerinden almış, çalışamaz olmuşlardı. 

Hava gerilmeye başlarken polis sahne alacağı ânın gelmesini tetikte bekliyordu. Bir gazetecinin anlatımına göre, Baha Targün bu kalabalığa yaklaşarak “sakin, ama güçlü bir ajitasyon” yapmıştı. Özetle şöyle diyordu: 

Kimse kimsenin fabrikasını almadı. Onlar da sizin gibi bu fabrikada çalışan işçiler sadece. Aralarında her milletten insan var. Ayrıca kimi Müslüman, kimi Hıristiyan, kiminin hiçbir dini inancı yok. Dendiği gibi hepsi komünist de değil. Hepsinin siyasi görüşü farklı. Evet, aralarında komünistler de vardır, sosyal demokratlar da, sağcılar ya da sizin gibi milliyetçiler de, hatta bana göre faşist olanlar bile var aralarında. Ama hepsinin ortak noktası işçi olmaları. O yüzden birlikteler. Sizin de olmanız gereken yer orası. Bu yaptığınız yanlış, olmanız gereken işçi kardeşlerinizin yanı.”

Ford grevinde enternasyonal şalala halayı

Konuşma elbette etkili olmadı. Görgü tanıkları bir sonraki sahnede kalabalığın Targün’e saldırdığını, grev sözcüsünün iki insan boyu yükseklikte havaya atıldığını ve metrelerce öteye uçtuğunu naklediyor. O sırada orada olan grev komitesi üyesi Hasan Doğan o sahneyi şöyle anlatıyor yıllar sonra: “Her şey bir anda oldu. Hepimize saldırdılar. Ama Baha’yı öldüresiye dövdüler.” 

Grevin hemen başında alınan şiddete asla karışmama kararı o an geçersizdi artık. Sözcüleri büyük bir kalabalığın saldırısı altındayken o kararın hükmü yoktu. Sonrası, polisin başlamasını dört gözle beklediği büyük kavga. 

Ertesi günkü gazeteler grevin olaylı bir şekilde sonlandığını yazıyordu. “Türk terörü” bir kez daha başlıklardaydı. “Türkler şişelerle sopalarla saldırdı”, “Türkler büyük nümayiş yarattı”… 40’ın üzerinde yaralı vardı, polis tam zamanında müdahale ederek ölüm yaşanmasını engellemişti. Bir başlıkta “komünist elebaşı fabrikadan kovuldu” deniyordu. Ama bugün bile utançla anılan “en başarılı” manşet yine Bild’e aitti: “Alman işçiler fabrikaları için savaştı. Savaşarak fabrikalarını aldılar.” 

Kavgayı fırsat bilen polis fabrikaya girmiş, 30’un üzerinde grevde etkin olduğu saptanan işçi tutuklanmıştı. Artık grev bitmişti. 

Baha Targün kimdi?

Grevinin sona ermesinin hemen ardından yayınlanan sayısında, Der Spiegel olan biteni değerlendirirken altı gündür manşetlerden inmeyen Baha Targün hakkında ilk kez en kapsamlı bilgileri de veriyordu. 

1 Mayıs 1943, İstanbul doğumluydu. Liseyi İstanbul’un tarihi semti Eyüp’te okumuştu. 1969’da Almanya’ya geldiğinde amacı üniversite eğitimiydi. Bir sene öğrencilik hayatı olmuştu. Okulda bazı sol gruplara mensup Alman öğrencilerle arkadaşlık kurmuştu. 

Okuldaki ikinci yılında öğrencilikten sıkıldığına karar vererek çalışmaya başlamıştı. Önce bir tercümanlık bürosunda iş bulmuş, sonra birkaç farklı iş yapmıştı. Ford’a girmeden önceki son işyerlerinden biri Dresdner Bank’ta müşteri kabul masasıydı. Muhtemelen Türkçe konuşan müşterilere hizmet veriyordu. 

Ford’a giriş tarihiyle ilgili bilgiler ise çelişkiliydi. Kimilerine göre iki-üç ay, kimileri göre de iki-üç hafta önce başlamıştı. Bu süreyi grevden sadece dört gün öncesine dek indirenler de vardı. Ford yetkililerinden işe giriş tarihiyle ilgili net bir açıklama gelmediği için bu konu hep muğlak kaldı. Ford’da yıllardır çalışmadığı kesindi, ama bu süre ne kadar kısaltılırsa, zaten işçi olmak için değil, siyasi faaliyet yürütmek için fabrikaya girdiği iddiası o kadar güçleniyordu. 

Bütün gazeteler ilginç bilgiler aktarma peşindeydi. Mesela, fabrikada geçirilen günlerde yeterli yiyecek olmadığı için günlerce sadece çikolata yiyerek ayakta durabilmişti. Grev sonrası topallıyordu. Çıkan kavgada aldığı darbelerden miydi? Yoksa günlerdir sürekli ayakta olduğu için tabanları mı şişmişti? Aslında okulu bırakıp işe girdiği ilk fabrikada Türklerin çalışma koşullarını görünce mi bir şeyler yapmaya karar vermişti? İlk önce, kendi yurttaşlarına yardımcı olabilmek için tercümanlık yapmaya karar vermişken tekrar nasıl fabrika işçiliğine dönmüştü? Şimdi herkesin cevabını merak ettiği bu sorular araştırılıyordu. 

“Ford’a girdiğimde teorik bilgisi çok sağlam komünist bir işçiydim” diyor Bach. “Partiliydim ve işçileri örgütlemek, onlara Marksist propaganda yapmak peşindeydim. Ama Türk işçi arkadaşlarım ve Baha Targün’le yaşadığım o grev haftası benim için tüm hayatımı etkileyecek, etkisini bugün dahi sürdüren gerçek bir Marksizm kursu oldu. Eğitimi alan bendim.”

Der Spiegel’in tespitine göre, Baha Targün’ün aslında oturma ve çalışma izninin süresi dolmuş ve yenilemek için başvurduğunda olumsuz yanıt almıştı. Ford’a girmeden önce kısa bir süre, derginin ifadesiyle, “Anadolu’ya tatile” gitmiş ve geri gelmişti. Tekrar gelip üstüne bir de fabrikaya girmiş olmasında hem yabancılar polisinin hem de Ford’un işe alımları yapan personel dairesinin ihmalkârlıkları vardı. Normal şartlarda Targün’ün 5 Eylül 1973 günü ülkeyi terk etmesi gerekiyordu. Bu şartlara sahip birisi işe nasıl alınmıştı? 

1973 Ford grevi hakkında Almanya’da yazılmış sayısız makale, araştırma, gazete yazısı ve kitapta Baha Targün’ün kimliği bu bilgilerden öteye geçmiş değil. Ama daha ilginci, hem bu Almanca kaynaklar hem de Türkiye’de yazılmış tek tük yazıda Targün’ün grev sonrası ne yaptığı hakkında hiçbir bilgi olmaması. Genellikle “Grevden kısa bir süre sonra sınır dışı edildi, şimdi nerede olduğu, ne yaptığı bilinmiyor” ile yetiniliyor. 

Tehditler, önlemler

Grevin sona erdirilmesinin ardından izinlerin altı haftaya çıkarılması, ücretlerde iyileştirmeye gidilmesi gibi kazanımlar olsa da, fabrika yönetimi tarafından baştan planlandığı gibi, bu hikâyenin bazı kaybedenleri oldu. Aynı dönemlerde farklı aralıklarla konuyu gündeme getiren yazı ve haberlere göre, çok sayıda işçi işten çıkarıldı. İsminin verilmemesi şartıyla konuşmayı kabul eden bir işçiyle yapılan söyleşide, grev sonrası yaşananlara dair epey fikir verebilecek bilgiler var. 

Söz konusu işçi personel ofisi (şimdiki adıyla “insan kaynakları”) tarafından çağrılmış ve önüne imzalaması istenen bir evrak konmuştu. Yazılanları tam olarak anlamadığını söyleyip tercüme edilmesini istediğinde ofise bir tercüman çağrıldı. Gelen, tercüman personel sorumlularının aynı zamanda Türkçe de bildiğini söylediği, fabrikada çalışan bir Yunan tercümandı. Yunan tercüman mahcup bir ifadeyle, resmi dildeki bu belgeyi lâyıkıyla çevirebilmesinin mümkün olmadığını söyledi ve ancak şu kadarını anlatabildi: Ya bu belgeyi imzalayıp işten ayrılacak ve Almanya’da herhangi bir yerde kendisine yeni bir iş arayacak ya da en kısa zamanda sınır dışı edilecekti. İşin özü şuydu: Belgeyi imzalayarak yaşa dışı bir faaliyette bulunduğunu ve bu sebeple sahip olduğu her türlü hakkından feragat ederek ayrıldığını kabul etmesi isteniyordu. 

İşçinin ayak sürüdüğünü gören yetkililerden biri, çekmecesinden iki-üç fotoğraf çıkarıp masanın üstüne yan yana koymuştu. Grev günlerinde çekilmişlerdi. Önce, fotoğraf karelerinde görülen bir adamı, Baha Targün’ü parmağıyla işaret etti, ardından Targün’ün arkasındaki kalabalığın içinde ona kendisini gösterdi. O belgeyi imzalamazsa sadece sınır dışı edilmeyecekti, bu fotoğraf “birtakım radikal sol unsurlarla ilişkili olarak Federal Almanya aleyhine siyasi faaliyette bulunduğu” bilgi notuyla Türkiye Konsolosluğu’na iletilecekti. “Dolayısıyla, ülkene gittiğinde de başın belaya girecek” demişti yetkili. 

Bild: “30 yaralı –Alman işçiler fabrikalarını savaşarak aldı.”

Bu tehditlerle kendisine imza attırılan işçiye, her ne kadar greve katılan en büyük grup, hatta grevin en büyük itici gücü olsalar da, Türk işçilerin içinde hiç azımsanmayacak sayıda greve katılmayanlar olduğu hatırlatılıp onların neden katılmadığı sorulmuş.  

“Onların çoğu burada uzun zamandır bulunanlar, en eskiler. ‘Çilenin’ esas kısmını çektiklerine, artık sona yaklaştığına inananlar. Giderayak başına iş almak istemeyenler” diyor. Onların hatalı davrandıklarını düşünüyor, en başta birlikte çalıştıkları arkadaşlarına karşı. “Bir miktar para biriktirmeyi başardıkları için biraz daha dayanırlarsa, Türkiye’ye dönüp artık işçi değil, patron olacakları hayaline inanıyorlar. Oysa o parayla İstanbul’da bir taksi alacaklar ve en fazla kendi taksilerinin patronu olup İstanbul’daki binlerce şoför gibi saatlerce direksiyon sallayacaklar. Hayalleri de ancak bu kadar.” 

Almanya hükümeti grevden sonuçlar çıkardığını, bazı önemli değişiklikere gidileceğini hemen o hafta gösterdi. Herhangi bir yabancı işçi işe alınırken bürokratik işlemler esnasında şirketlerin ödediği harç, işçi başına, 300 Mark’tan 1500 Mark’a yükseltildi. Kasım ayı geldiğinde, TV’lerin ilk sırada sunduğu önemli gelişme artık bir dönemim kapandığı anlamına geliyordu. Almanya, o güne kadar imzaladığı işgücü anlaşmalarını askıya almış, yabancı işçi alımını durdurmuştu. 

Bu karardan etkilenmeyecek olanlar artık Almanya’da çalışma eğilimi çok düşmüş olan İtalyanlardı sadece. Günümüzde AB’ye dönüşecek olan AET anlaşmaları gereği, İtalyan işçiler zaten serbest dolaşım ve çalışma hakkına sahipti. Ama İspanya, Portekiz, Yunanistan, Türkiye, Yugoslavya, Fas ve Tunus’tan kimse Almanya’ya çalışmaya gelemeyecekti. 

“Şimdi nereye gidecek, ne yapacak?”

Nedim Hazar’ın işaret ettiği gibi, Baha Targün için Der Spiegel’in grev sonrası çıkan sayısında açıkça “Şimdi nereye gidecek?” diye sorulmuştu. Derginin ifadesiyle, “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki evine dönebilir miydi?” Grevin ardından işten kovulan işçilerin ona göre gene de şanslı olduğu söyleniyordu. Alman olanlar zaten bir sorun yaşamayacaktı, göçmen olanlar ise Köln’ü terk edip başka bir şehirde yeni bir iş bulup hayata devam edebilirdi. Gerçi Yabancılar Yasası çok çetrefildi. Oturma izinlerinin her yıl yenilenmesi gerekiyordu. Beş yılın sonunda süresiz izin alınabiliyordu, ama bu konuda kurallar tamamen keyfe göre işliyordu. 

Der Spiegel’e göre, Targün dışındaki işçiler çalışma ve oturma izinleri yenilenmese bile en kötü ihtimal sahte belge düzenlerlerdi. Hatta, Der Spiegel bu alanda sabıkası olan, en iyi sahte belge düzenleyicisinin ismini verip uzmanların bile gerçek olmadığını anlayamadığı bir belgeyi 300 ile 1500 Mark arası değişen fiyatlarda ona yaptırabileceklerini söylüyordu. Ama Targün’ün hiç şansı yoktu. Çünkü Almanya üzerinde onun yüzünü tanımayan tek bir kişi bile bulamazdı. 

Germanistik profesörü Gerhard Bauer’in Baha Targün’e mektubu “Sevgili Baha, senin gibi bir devrimciye terörist Alman yargısı tarafından verilen bu ceza…” diye başlıyordu. Hapishane yönetimi mektubu alıcısı yerine başka birine teslim etti: Takıntılı bir anti-komünist olarak tanınan yargıç Somoskeoy’e.

Polis grev sonrası gözaltında olanları serbest bırakırken ilginç bir şekilde grev sözcüsünü Köln’deki Türkiye Konsolosluğu’na teslim etmişti. Fakat kısa bir süre sonra, Targün’ün konsolosluktan ayrıldığı ve kayıplara karıştığı öğrenilmişti. Der Spiegel şimdi saklanıyor” diyordu. Gerçekten de soru mühimdi: Avrupa’nın ortasında kurulu düzeni böylesine sinirlendiren bu adam ne yapacaktı?

Sonraki bir yıl, Baha Targün Almanya’da kalmayı başararak Ford’a karşı mücadelesine devam etti. Ford’dan atılan işçilerin hak mücadelesi için oluşturan Ford İşçileri Dayanışması’nın sözcüsüydü artık. Grevin ardından ilk olarak Ford’a bir karşı dava açtı, dava çok kısa sürede görülüp sonuçlandırıldı. Elbette şirket kazanmıştı. O yıl boyunca esas sorun oturma ve çalışma izninin uzatılmasıydı. Başvuruları sürekli reddediliyordu. Önce büyük bir grevin sözcülüğünü yapan, ardından da halen işten kovulan işçilerle birlikte kamusal alanda konuşma ve gösteri yapmayı sürdüren birine elbette anlayış gösterilmedi. 

Der Spiegel’in dediği gibi, Yabancılar Yasası’nın özellikle bu konudaki maddesi zaten keyfe göre işliyordu. Her ret cevabıyla birlikte ülkeyi terk etmesi için yeni bir son tarih veriliyordu. Bazı sol gruplar kendisine destek oldu, oturma izninin verilmesi için kampanyalar yapıldı, ama sonuç alınamadı. Böyle geçen bir yılın ardından, üstelik de Ford grevinin tam da birinci yıldönümünde, hikâyenin seyri hiç beklenmedik bir yöne saptı. 

Çok “tuhaf” bir suçlama

Nedim Hazar Almanya Türküleri’ni hazırlarken Baha Targün’ün grevden sonra tam olarak ne zaman Almanya’dan sınır dışı edildiğinin tamamen belirsiz olduğunu fark edip bu konuda bir araştırma yaptığında çok şaşırmış. Şaşırmasının iki sebebi var: Hikâyenin ikinci kısmının da en az birincisi kadar anlatılmaya değer olması ve öğrenmek için basit bir arşiv taramasının yetmesi.  

İkinci kısmı sonraya bırakıp hikâyenin devamını dinleyelim. Hazar eski gazete arşivlerinde şunu görüyor: “1974’te, hem de grevin birinci yıldönümünde, ünlü müzik prodüktörü Yılmaz Asöcal’ın polise şikâyette bulunmasıyla başlıyor her şey.” O günlerde çıkan haberlere göre, “ithalat-ihracat ve müzik yapımcılığı yapan Yılmaz A. adlı tanınmış Türk işadamı, ailesine zarar vermekle kendisini tehdit eden bir kişinin yüklü miktarda para istediğini, hatta darp ettiğini ve bir miktar parasını gasp edip kaçtığını” anlatıyor polise. Söz konusu kişinin Baha Targün olduğunu söylüyor. 

Polisin ilk soruşturma ve inceleme sonrası yazdığı rapora göre, aslında hikâyede bazı soru işaretleri, delillerde yetersizlik ve görgü tanığı olarak sunulan kişilerin ifadelerinde çelişkiler görülüyordu. Ancak, savcılıktan çıkan karar tutuklu yargılamaydı. 

Dava süreci Baha Targün’ün, bir yıl öncesiyle kıyaslanamayacak düzeyde de olsa, bir kez daha gazetelerde yer almasına yol açmıştı. Mahkemeyi takip eden gazeteciler suçlamayı çok “tuhaf” bulduklarını açık açık yazıyordu. Hatta bir Köln gazetesinin muhabiri, haberinin girişinde “Adamın biri bir gün polise giderek bir hikâye anlatır” şeklinde, olayı zamansız, mekânsız ve anonim olarak naklettikten sonra, “kulağa gerçeküstü gibi gelen bu olay gerçekten yaşandı” diyerek izlediği davayı anlatmıştı. 

Olayı gazeteler için ilginç kılan bir diğer husus, davaya bakan kişinin kıdemli yargıç Victor Henry de Somoskeoy olmasıydı. Somoskeoy sol muhaliflerin davalarında verdiği kararlarla sık sık gündeme gelen, takıntılı bir anti-komünist olarak tanınan, hatta bazen verdiği kararlar ve yaptığı açıklamalar sebebiyle, siyasi yönü olmayan popüler gazetelerde bile Nazi dönemini çağrıştırmakla eleştirilen bir isimdi. 

Dava tamamlandığında, yargıcın kendisi de iddianamede dikkat çekici pürüzler, delillerde eksiklikler, tanıkların ifadelerinde çelişkiler olduğunu açıkça söylemişti. Ancak, “Ama yine de davacının sosyal durumu, saygın bir işadamı olması, yalan söylemesi için bir gerekçe bulunmaması, diğer tarafta davalının geçmişi göz önüne alındığında, toplumun geleceği açısından…” diyerek devam etmiş, altı yıl hapis cezasına hükmetmişti. 

Grev biter bitmez “Bundan sonra nereye gidebilir ki? Onun artık gidebilecek bir yeri var mı?” diye soran Der Spiegel haklı çıkmıştı. 

“Senin gibi bir devrimciye, terörist Alman yargısı…”

Baha Targün, sonraki üç yıl boyunca, bazı sokak gösterilerinde arada bir “Baha Targün’e özgürlük” sloganı atılması dışında, gündeme gelmedi. Ancak 1977’de, yine işin içine Yargıç Somoskeoy’un adının girdiği ilginç bir vaka sebebiyle, Der Spiegel dahil tüm yayınlarda hatırlanmak zorunda kalındı. 

Olayların başlangıcı, Berlin Üniversitesi’nin Germanistik profesörü Gerhard Bauer’in Baha Targün’e bir mektup yazmaya karar vermesiydi. Bauer’in mektubu hapishaneye ulaştığında hapishane yönetimi mektubu alıcısına vermeden önce açıp okumuştu. Altı sayfalık mektup “Sevgili Baha, senin gibi bir devrimciye terörist Alman yargısı tarafından verilen bu ceza…” diye başlıyordu. Hapishane yönetimi mektubu alıcısı yerine başka birine teslim etti: Yargıç Somoskeoy’e.  

Kıdemli yargıç mektubu okuduğunda büyük bir öfkeye kapıldı ve Profesör Bauer hakkında soruşturma başlatılmasını, Alman yargısına yaptığı bu hakaret nedeniyle, 2500 Mark para cezası istemiyle dava açılmasını talep etti. 

Konunun basına yansıması üzerine tartışma alevlendi. Bütün Alman basını ilk iki gün haberi verirken dava konusu mektubun Baha Targün’e yazılmış olduğunu belirtirken, bir yandan da “1973’te grev lideri olmuştu, sonra gasp, darp, ağır yaralamaya teşebbüs gibi suçlardan altı yıl ceza aldı, işte o adam” minvalinde hatırlatma cümleleri ekliyordu. Tartışmanın uzadığı sonraki günlerde konu tamamen hukuki boyuta, profesörün ifade özgürlüğüne müdahale olup olmadığına evrildi. Sonrasında “terör” ve terörist” kelimelerinin ne mânâya geldiğine, hakaret sayılıp sayılmayacağına geçildi. 

Eski Ford grevcisi ve ilerlemiş yaşına karşın iflah olmaz aktivist Peter Bach’ın hayali şu: Köln’deki Henry Ford Caddesi’nin tabelasının sökülüp yerine Baha Targün Caddesi tabelasının çakılması.

Kimi gazeteciler Almanya tarihinde buna benzer bir olay olup olmadığına bakmaya karar verdiler. Vardı. 1937’de, Naziler tarafından hapse atılan oğluna, Nazi yönetimine ağır hakaretler içeren bir mektup yollayan bir kadın ceza almıştı. Yargıç Somoskeoy adı bu sebeple yine Nazilikle yan yana geldi. Tartışmanın en son geldiği nokta, “bir mektupta yer alan bir cümle suç unsuru olarak değerlendirilse bile, mektup alıcısı tarafından okunmadıysa, suç oluşmuş sayılır mı, sayılmaz mı?” şeklinde bir hukuk tartışmasıydı. 

Baha Targün, Bauer’in mektubunu hiçbir zaman teslim almadı. Acaba hapishane koşullarında günlük gazeteleri takip etmesine, televizyon seyretmesine izin veriliyor muydu? Olan biteni, kendi iradesi dışında da olsa yine büyük bir tartışma yarattığının farkında mıydı acaba? Ama bu olay isminin yine herkesçe telaffuz edildiği son vakaydı. İki yıl sonra, 1979 sonunda, zaten bitmesine çok az kala, cezasını yeteri kadar çektiğine hükmedilerek tahliyesine ve sınır dışı edilmesine karar verildi. Bu karar ertesinde, Targün bir kez daha Almanya’da kalmak için başvuruda bulundu. Toplumun geneline yayılmayan destek kampanyasının işe yarama ihtimali yoktu, yine ret cevabı aldı ve sınır dışı edildi. 

Köln’de Baha Targün Caddesi

Baha Targün’ün 2020 Temmuz’unda hayatını kaybetmesinin haberi Almanya’ya biraz gecikmeli olarak kasım ayında ulaştı. 20 Kasım’dan itibaren bazı gazete ve dergilerde ve de sosyal medyada “1973 grevinin yüzü öldü” yorumuyla verildi. Ford grevinde birlikte olduğu Peter Bach gibi bazı isimler Köln’de anısına bir toplantı çağrısında bulundu, ama pandemi tedbirleri nedeniyle bu toplantıya izin verilmedi. Ölüm haberinin ardından, sadece Almanya’da değil, Hollanda, Belçika ve İngiltere’de de hakkında paylaşımlar yapıldı. 

29 Eylül 2020’de, Junge Welt gazetesi yazarı Glenn Jäge yazısının sonunda bir konser etkinliğinde eski Ford grevcisi ve ilerlemiş yaşına karşın iflah olmaz aktivist Peter Bach’la karşılaştığını söylüyor. O sırada sahnedeki sanatçı, Almanya’daki Türkiye göçmenleri arasından çıkan ve 1977’de Almanca sözlerle şarkı yazmaya başlayarak bir ilki başaran işçi çocuğu müzisyen Ata Canani. 

Zamanında kimsenin kulak kabartmadığı Almanca sözlü şarkıları yıllar sonra bugünlerde epey popüler olan ve geç de olsa keşfedilmenin keyfini çıkaran Canani’ye, 1977’de Köln’de, henüz 17 yaşındayken ilk Almanca şarkısını yazma ilhamı veren cümle, IG Metall’in yayın organı Metal Gazete’de karşısına çıkmıştı. Sendika 1973 grevinden çıkardığı derslerle yabancı işçi politikasında değişikliğe gitmiş ve gazetesinin o günkü nüshasında başlığa Max Frisch’in klasikleşen cümlesini yerleştirmişti: “Biz işgücü çağırdık, ama gelenler insandı.

Peter Bach işte o konser sırasında ayaküstü yapılan sohbette, Glenn Jäge’ye bir hayali olduğunu ve bu hayalin gerçekleşmesi için bir kampanya başlatacağını söyleyip destek istiyor. Hayali şu: Köln’deki Henry Ford Caddesi’nin tabelasının sökülüp yerine Baha Targün Caddesi tabelasının çakılması. 

Birinci bölüm: Efsane isyan, efsane sözcü

^