Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradesh eyaletinde 2025 yılında ölümcül bir sıcak hava dalgası yaşanır. Yüksek sıcaklık ve nemin bileşimi, günlerce sürecek bir sauna etkisi yaratır. Öyle ki, insanların ve birçok canlının bedeninin böyle bir sıcaklığa uzun süre dayanması mümkün değildir. Klimaların aşırı kullanımı elektrik şebekesini çökertir. Aşırı sıcaklığa uzun elektriksizlik ve su kesintileri eklenir. Isıya dayanamayıp ölen yaşlı ve çocukların cesetleri sokakları doldurur. Hindistan’daki bu sıcaklık dalgasında yirmi milyona yakın insan ölür. Birinci Dünya Savaşı’ndan bile büyük bir felâket bir hafta içinde gerçekleşir.
Kim Stanley Robinson’ın The Ministry for the Future adlı romanı, gelecekteki bu ölümcül felâketle açılır. Benzer felâketlerin yakın gelecekte yaşanması, en yetkili ağızların da itiraf ettiği üzere, aslında hiç de gerçek dışı bir olasılık değil. Dünya Sağlık Örgütü 2030-2050 arasında iklim değişikliğine bağlı aşırı sıcak dalgalarından ölecek insanların sayısının milyonları bulacağını öngörüyor.
Bugün esas olarak küçük çocukları ya da yaşça büyük olanları etkileyen aşırı sıcaklık stresi, yakın gelecekte emekçilerin önemli bir bölümünü olumsuz etkilemeye başlayacak. Özellikle yaz aylarında havalandırmasız mekânlarda ya da açık alanlarda çalışmak zorunda olanlar ciddi risklerle karşı karşıya kalacak.[1] Covid-19 pandemisinde yaşananlar, milyonlarca emekçinin gelecekte, kapitalist imhacılığın mantığına uygun olarak, çalışarak sıcak hava dalgasında ölmek ya da çalışmayıp açlık ve işsizlikle karşılaşmak ikilemiyle baş başa bırakılacaklarının açık bir işareti.
Dahası da var: Princeton Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirilen bir çalışma, küresel ısınmanın 1.5 santigratta sınırlandırılmasının mümkün olmaması halinde, tropikal kuşakta yer alan ve dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ına ev sahipliği yapan çok geniş bir coğrafi alanın insan yaşamı için uygun olmaktan çıkabileceği uyarısında bulunuyor.
Bir “aşırılıklar yazı”nın daha ortasındayız. Kuzeybatı Kanada’da yüzlerce kişi aşırı sıcaklıktan yaşamını yitirdi. Pakistan’ın Yakubabad kenti 52 dereceyle dünyanın en sıcak noktalarından biri oldu. Akdeniz bölgesi büyük orman yangınlarını tetikleyen sıcak hava dalgasıyla karşı karşıya. Bütün kuzey yarımküre yangınlarla boğuşuyor.
Muhtemel bir geleceğe dair mahşeri kurgular değil bunlar. O geleceği, etki ve sonuçları eşitsiz dağılsa da şimdiden yaşıyoruz. Bir “aşırılıklar yazı”nın daha ortasındayız. Kısa zaman önce, “ısı kubbesi” adı verilen fenomen nedeniyle 50 dereceyi gören kuzeybatı Kanada’da yüzlerce kişi aşırı sıcaklıktan yaşamını yitirdi. Finlandiya, Baltık ülkeleri ve Sibirya’da rekor sıcaklıklar söz konusu. Pakistan’ın Yakubabad kenti 52 dereceyle dünyanın en sıcak noktalarından biri oldu. Ülkede sıcak hava dalgası nedeniyle okullarda ısı stresine girip bilincini yitiren çocuklar görüldü.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz bölgesi büyük orman yangınlarını da tetikleyen yeni bir sıcak hava dalgasıyla karşı karşıya. Yanan sadece Akdeniz havzası değil, Kuzeybatı Kanada’dan Sibirya’ya neredeyse bütün kuzey yarımküre alevlerle boğuşuyor.
Dünyanın alev aldığı gün
Val Guest’in yönettiği Britanya yapımı Dünyanın Alev Aldığı Gün (The Day the Earth Caught Fire, 1961) iklim değişikliği konusunu işleyen en eski filmlerden biri. Filmde süper güçlerin giriştiği nükleer denemeler Dünya’nın kutup ekseninde değişime neden olunca gezegenin iklim dengesi hızlı bir biçimde altüst olur. Sıcak hava dalgalarını seller ve yangınlar, sonra da süper fırtınalar izler. Hükümet başta durumu geçiştirmeye çalışsa da neticede nükleer rekabetin kışkırttığı bir iklim kriziyle karşı karşıya olunduğunu itiraf etmek durumunda kalır.
Filmde bir ara dünyada gerçekleşmekte olan “olağanüstü” doğa olaylarının görüntüleri eşliğinde Britanya başbakanının iklim krizi üzerine yaptığı muhayyel radyo konuşması aktarılır. Şöyle konuşur başbakan: “Bazı mevsimlerin yoğunluk ve şiddeti değişecek. Ancak karşılaşacağımız iklim sorunlarına dair bilim insanlarının çözümler geliştireceğine dair sonsuz güvenim var. Şimdi sizden geleceği sakin ve yapıcı bir biçimde karşılamanızı istiyorum. Unutmayın ki, hava koşullarına ilişkin zorluklar hiç değilse Britanya’da zaten alışkın olduğumuz bir şey.”
Bu hayali konuşma, günümüzdeki iklim krizinin sadece siyaset esnafının değil, çoğu insanın da zihniyet dünyasındaki karşılığını andırıyor. Karşı karşıya olduğumuz küresel iklim değişikliğinin kimi zorlukları beraberinde getireceğini tahmin ediyor, ancak bu değişikliklerin idare edilebilir olduğunu düşünüyoruz. Bugünkünden biraz daha sıcak, belki biraz daha kurak ve muhtemelen de “olağanüstü” doğa olaylarının biraz daha sık yaşandığı bir dünyanın bizi beklediğini sanıyoruz.
Evrimsel biçimde gelişen iklim krizinin gelecekte meteorolojik olaylarda bazı niceliksel değişiklikleri gündeme getireceğini, bunun da dünyanın genel gidişatı üzerinde pek de bir etkisi olmayacağını sanıyoruz muhtemelen. Hem zaten, Britanya’nın o hayali başbakanının da dediği gibi, “hava koşullarına dair zorluklar alışık olduğumuz şeyler” değil mi?
İklim krizini “bütün” insanları aşağı yukarı benzer şekillerde etkileyecek siyaset üstü bir bilimsel mesele olarak görüyor, iklim değişikliğini ve onun neden olacağı ekolojik çöküşü siyasal beklenti ve kestirimlerimizi belirlemesi mümkün olmayan, uzmanlara bırakılması gereken teknik bir sorun addediyoruz. Oysa iklim krizi 21. yüzyılın bütün siyasal ve sosyal meselelerini dönüştürüp yeniden biçimlendirecek, siyasal güç ilişkilerinde, toplumsal sınıflar arası güçler dengesinde, uluslararası sistemin mimarisinde, devletlerin kurumsal yapılanışında devasa dönüşümleri kışkırtacak bir süreç.
İklim krizini siyaset üstü bir bilimsel mesele addediyoruz. Oysa iklim krizi 21. yüzyılın bütün siyasal ve sosyal meselelerini dönüştürüp yeniden biçimlendirecek, siyasal güç ilişkilerinde, toplumsal sınıflar arası güçler dengesinde, devletlerin yapılanışında devasa dönüşümleri kışkırtacak bir süreç.
Mikrokozmos: Chico
2018’de, ABD’nin California eyaletindeki büyük yangınlar sırasında Paradise kasabası adeta kül olur. 85 kişinin hayatını kaybettiği felâketin hemen ardından Paradise sakinleri komşu Chico kasabasına sığınır. Yaklaşık yüz bin nüfuslu Chico kasabası halkı, yirmi bin kadar yangınzedeyi büyük bir coşku ve yardımseverlikle karşılar. İklim felâketi karşısında, “tabanda” karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma örnekleri yaşanır. Kısa zamanda evlerini kaybetmiş insanlar için geçici sığınaklar oluşturulur, sıcak yemek dağıtılır, yangınla travmatize olmuş çocuklar için spor ve eğlence aktiviteleri düzenlenir. Chico’daki karşılıklı yardımlaşma deneyimi ulusal basında dahi övgüyle karşılanır.
Ancak, yangından sonra, felâketin yarattığı sorunların çözümü konusunda yapısal adımlar, ülkedeki toplumsal altyapılar kırk yıllık neoliberalizmin tahribatı altında kaldığından bir türlü atılamaz. Yangın mağdurlarının önemli bölümü yeni ev bulamaz, zaten ciddi bir evsizler sorunuyla karşı karşıya olan, eyalet ya da federal düzeyde finanse edilen kamusal bir konut politikasına sahip olmayan Chico kasabasında evsiz sayısı iyice artar. Hali vakti yerinde Paradise sakinleri kendilerine yeni bir gelecek kurma imkânı bulurken daha yoksul yangınzadeler belini bir türlü doğrultamaz.
Yangın sonrası dayanışma yerini yavaş yavaş kasabalılarla önemli bölümü yangın mağduru olan eski-yeni evsizler arasında gerilimlere bırakır. Parklarda, meydanlarda gerilim ve kavgalar yaşanmaya başlar, evsizlere, gecekondu misali barakalarda kalanlara dönük polis baskınları gerçekleştirilir. Günümüzde Chico, yangın sonrası sergilediği dayanışmayla değil, evsizlere dönük sert politikalarıyla tanınan ve eleştirilen bir kasaba.
Chico’da hem 2018’de hem 2020’de bulunan ve dolayısıyla da hem yangın sonrasında sergilenen dayanışmaya hem de iki yıl sonra evsizlere dönük reaksiyona şahit olan Naomi Klein, toplumsal-siyasal iklimdeki bu radikal dönüşümü şöyle özetliyor: “Chico’nun evsizlere karşı savaşı, iklim değişikliği kaynaklı afetlerin yoksul kurbanlarına, servetleri onları en azından kısa vadede küresel ısınmanın en korkunç etkilerine karşı koruma sağlayanlar tarafından insan çöpleri gibi davranıldığı eko-otoriter bir geleceğe dair korkunç bir bakış sağlıyor”.
Chico kasabasını iklim krizinin olası siyasal sonuçlarına dair bir mikrokozmos saymak mümkün. İklim değişiminin tetiklediği felâketler arasında birbirine rakip geleceklerin birbiriyle çatıştığı bir mikrokozmos. Bir taraftan iklim krizinin sonuçlarıyla dayanışma, karşılıklı yardımlaşma ve eşitlik temelinde mücadelenin açtığı siyasal olanaklar, diğer taraftansa en altta kalanın canının çıkmasını meşru sayan ekolojik faşizm ya da iklim otoriterizmi varyantları.
Dünya Meteoroloji Örgütü, 2019’da yaklaşık 22 milyon insanın olağanüstü iklim olayları neticesinde yer değiştirmek durumunda kaldığı tahminini yapıyor.[2] Ani ve olağanüstü iklim olayları ve çölleşme, önümüzdeki yıllarda uluslararası göç hareketlerinin muhtemelen en belirleyici nedenleri arasında olacak.
Yapılan çalışmalar 2050 yılı civarında bugünkü rakamların on katı bir artışla 200 milyon insanın iklim değişimi nedeniyle göç etmek durumunda kalacağını öngörüyor. Dahası “iklim sığınmacılarının” sayısının, yüzyılın sonu itibarıyla, iki milyar kişiye, yani dünya nüfusunun beşte birine kadar ulaşacağını belirtiyor.
Yani Chico adlı kasabada cereyan eden o rakip geleceklerin kapışması, tüm dünyaya yayılacak, zaten yayılıyor. Suriye’deki iç savaşın nedenlerinden birinin ülkede iklim değişimine bağlı uzun sürmüş kuraklık olduğu biliniyor. Yani Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan mülteciler savaş kadar, dolaylı olarak da olsa iklim krizi nedeniyle de yer değiştirmiş. Bu bakımdan, Türkiye’de yaygınlaşan ırkçı mülteci karşıtlığının Chico’dakinden çok daha büyük ve muhtemel sonuçları itibariyle ürkütücü bir olumsuz sınav olduğu ortada.
Chico kasabasını iklim krizinin olası sonuçlarına dair bir mikrokozmos saymak mümkün. Bir taraftan iklim krizinin sonuçlarıyla dayanışma, yardımlaşma ve eşitlik temelinde mücadelenin açtığı siyasal olanaklar, diğer taraftan en altta kalanın canının çıkmasını meşru sayan ekolojik faşizm ya da iklim otoriterizmi varyantları.
Ekofaşizm ve neo-Malthusçuluk
Çoğu zaman sanılanın aksine ekolojik kriz ve iklim değişikliği “doğal olarak” sol ya da “ilerici” bir tema değil. İklim değişikliği konusunda sola doğru olduğu gibi sağa doğru bir siyasallaşma da pekâlâ mümkün.
2019 Mart’ında Yeni Zelanda’da Christchurch şehrinde iki ayrı camide 51 kişi bir silahlı eylemci tarafından katledildi. Katil kendisini “ekofaşist” olarak tanımlıyor ve eyleminin gerekçesi olarak da Avrupalı olmayanların yüksek doğum oranlarına atıfla aşırı nüfus artışının iklim değişikliğine neden olduğu varsayımını ortaya atıyordu. Ona göre gerçekleştirdiği katliam ekolojik krize bir yanıttı.
Benzer bir biçimde, Ağustos 2019’da ABD’nin Teksas eyaletinin El Paso şehrinde, silahlı bir kişi 22 kişiyi öldürür. “Teksas’ta gerçekleşen Hispanik istilasına” karşı olduğunu belirten eylemci de kendisini “ekofaşist” olarak tanımlıyordu. Gerçekleştirdiği katliamın gerekçesi olarak o da beyaz olmayanların sorumlu olduğunu iddia ettiği “aşırı nüfus artışının” doğayı tehdit edişi olarak gösteriyordu.
“Ekofaşist” argümanlar sadece faşist “yalnız kurtların” terörizmine has bir mesele değil. Günümüzde aşırı-radikal sağın ekoloji politikası daha çok “iklim inkârcılığı” ya da “iklim kuşkuculuğu” şeklinde tezahür etse de iklim krizini ciddiye alan bir eğilim de gelişiyor. Özellikle doğanın “aşırı nüfus” nedeniyle tahrip olduğuna, ekolojik krizin kökeninde insan nüfusunun artışı olduğuna ilişkin neo-Malthusçu kanaat, kolaylıkla ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla biraraya gelebiliyor.
“Aşırı nüfus artışına” dair argümanlar uç noktasına götürüldüğünde ırkçı sosyal Darwinist temalarla bütünleşerek halihazırda daha kırılgan olan nüfus topluluklarının hedef haline getirilmesi sonucunu yaratabiliyor. Böylece iklim değişikliğini göçmen politikası ve ulusal güvenlik prizması aracılığıyla kavramsallaştıran bir yaklaşım gelişebiliyor. Ekolojik kriz böylece ulusun ekolojik ve sosyal dengesini bozan göç ve “ötekilerin” kontrolsüz nüfus artışı tehdidi olarak görülüyor.
Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, son yıllarda doğal çevreyi tahrip edenlerin göçmenler olduğunu öne sürüyor mesela. Bu görüş Marine Le Pen ya da Avustralya eski başbakanı Tony Abbot gibi figürler tarafından da seslendirilebiliyor. İklim krizinin yaratacağı somut olumsuzluklar arttıkça bu eğilimin aşırı-radikal sağın siyasal söyleminde giderek daha baskın hale gelmesi mümkün.[3]
Ekolojik apartheid
Aşırı-radikal sağ daha şimdiden sınırları, dikenli telleri ve duvarları iklim krizine bir yanıt olarak açıkça pazarlayabiliyor. Mesela Fransa’da Le Pen’in liderliğindeki Rassemblement National partisinin önde gelen isimlerinden Jordan Bardella, “sınırlar doğanın en büyük müttefikidir, gezegeni onlar aracılığıyla kurtaracağız” diyebiliyor.[4] Almanya’da aşırı sağcı AfD’nin Thuringia eyaleti başkanı Björn Höcke, “Afrika ülkelerinin ekolojik olarak sürüdürülebilir bir demografi siyasetine sahip olmaları için Avrupa sınırlarına ihtiyaç var” diye konuşabiliyor.[5]
Naomi Klein tam da bu karanlık ihtimale işare ediyor: “Şu an iklim değişikliğini inkâr edenlerin ileride hızlı bir biçimde Christchurch katilinin taraftarı olduğu uğursuz dünya görüşüne yönelmesi oldukça mümkündür. Bu, gerçekten de altüst oluşlarla dolu bir gelecekle karşı karşıya olduğumuz ve bunun da zengin, çoğunluğu beyaz ülkelerin sınırlarını kale misali berkitip kimliklerini beyaz Hıristiyanlar olarak pekiştirerek tüm ‘istilacılara’ karşı savaş açmaları için bir iyi bir neden olduğunun kabulü anlamına gelecek.”[6]
Gelecekte, doğal dengeler alt üst olurken mevcut “yaşam tarzımızı”, yani hâkim tahakküm ve sömürü ilişkilerini muhafaza etmek için hemen her şeyi göze alabilecek, bir tür ekolojik apartheid istikametini seçecek bir eko-otoriterizmle karşılaşmamız pekâlâ mümkün.
Yılların iklim aktivisti Jonathan Neale’in yazdığı üzere, kontrolden çıkmış iklim değişikliğinin “sokaklarda tanklarla ya da faşistlerin iktidara el koymasıyla” gelmesi olasılığını küçümsemememiz gerekir: “Ekolojik bir serbest düşüş dünyasında eşitsizliği muhafaza etmek görülmemiş ölçüde gaddarlığı gerektirecek. Yeni egemenlerimiz yeni ırkçılıkların ateşini harlayacak. Bize duvarın öte tarafında yaşayan aç ve evsiz sürülerin neden dışarıda bırakılmaları gerektiğini açıklayacaklar. Üzülerek de olsa neden onları vurmamız ya da boğulmaya terketmemiz gerektiğini anlatacaklar. Duvarın ya da kanalın öte yanındaki mülteci kampları için neden maalesef yiyecek kalmadığını açıklayacaklar. Duvarın öte yanında olan, ama duvarın beri yanındaki bizlere benzeyen insanların neden düşmanımız olduğunu açıklayacaklar. Neden savaşa gitmemiz gerektiğini izah edecekler. Bu sesleri duymak kolay, çünkü daha şimdiden her yandalar.”[7]
Ekofaşist argümanlar faşist “yalnız kurtların” terörizmine has değil. Radikal sağın ekoloji politikası daha çok “iklim inkârcılığı” şeklinde tezahür etse de iklim krizini ciddiye alan bir eğilim de gelişiyor. Ekolojik krizin kökeninde nüfus artışı olduğuna ilişkin neo-Malthusçu kanaat, kolaylıkla ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla biraraya gelebiliyor.
İklim barbarlığı
Bu sesleri biz de duyuyoruz. Türkiye’nin birçok bölgesinde yaşanan büyük yangınlar sırasında ortaya atılan ve yangınların sorumluluğunu Kürtlere (bazen de mültecilere) fatura eden komplo senaryoları, başta Manavgat olmak üzere, yangından etkilenen bir dizi yerleşim yerinde ahalinin bazen elde silah ormanları ateşe verdiği iddia edilen Kürt ya da göçmen avına çıkması, ekofaşist bir geleceğin aslında ne kadar yakın olduğunun bir işareti.
Out of the Woods kolektifinin vurguladığı gibi, “ekofaşizm ekolojik krizi aşırı şiddet eylemleri, nekropolitika, ırksal temizlik vs. için kullanan reaksiyoner sağdır”. Ekolojik yıkım ve felâketlerin, belli bir ulusu yerinden etmeye, onun demografik yapısını bozmaya, onu siyasal ya da ekonomik olarak zayıflatmaya dönük bir ırksal-ulusal komplo ya da saldırı olduğu düşüncesi, “ekofaşizmin” tanımlayıcı özelliklerinden.
Faşizm yakın gelecekte sayı, yoğunluk ve etkisi daha da artacak ekolojik felâketlerin sorumluluk ve faturasını göçmenlere, ulusal azınlıklara, toplumun daha kırılgan kesimlerine kesme eğiliminde olacak. Tıpkı son yangınlarda olduğu gibi, iklim krizini ve onun yarattığı sonuçları bir ulusal-ırksal beka meselesi (asimetrik saldırı, sessiz işgal vs.) olarak tanımlamaya çalışacak.
Dolayısıyla, yangınlar sırasında tedavüle sokulan ve çok alıcı bulan nefret söylemi de, kimi yangın bölgelerinde meydana gelen ırkçı seferberlik de sadece Türkiye’nin çürümüş siyasal iklimine has garabetler olarak değerlendirilemez. İklim krizinin tetikleyeceği ardışık felâketler çağında ekofaşist bir çizginin kökleşerek giderek yaygınlaşması pekâlâ ihtimal dahilinde.
Yangınlar sırasında ortaya çıkan bu manzara, iklim krizinin felâketli sonuçları ve ekolojik yıkım karşısında verilecek her mücadelenin neden kaçınılmaz olarak antifaşist ve ırkçılık karşıtı olması gerektiğini acı bir biçimde hatırlatıyor. Günümüzde antifaşist mücadeleyi ekolojik mücadelelerden, iklim adaleti mücadelesinden bağımsız düşünmek mümkün değil. Yeni yüzyılın antifaşizmini iklim krizinin gölgesinde yeniden tanımlamak durumundayız.
Unutmayalım: “İklim değişikliği açık ırk savaşının ve eko-öjenik sınıf savaşının bir silahı haline gelebilir… Kapitalizmi krize sürükleyen ve ancak savaş zamanında söz konusu olabilecek bir toplumsal seferberliği gerektiren ekolojik felâketin boyutları, tam da aşırı sağcı bir iklim Leviathan’ının doğumuna yol açabilir.”
Naomi Klein, bir “iklim barbarlığının şafağında” olduğumuzu yazarken tam da bu olasılığa işaret ediyor: İklim felâketine “adapte” olmak adına insanlığın önemli bir bölümünün canavarca gözden çıkarılması.[8]
Yangınların sorumluluğunu Kürtlere (bazen de mültecilere) fatura eden komplo senaryoları, başta Manavgat olmak üzere, bir dizi yerleşim yerinde ahalinin bazen elde silah ormanları ateşe verdiği iddia edilen Kürt ya da göçmen avına çıkması, ekofaşist bir geleceğin ne kadar yakın olduğunun bir işareti.
Kriz ve faşizm
Faşizm ve iklim krizi arasındaki rabıtaya dair önemli bir çalışmayı yakın zamanda müştereken yayımlayan Andreas Malm ve Zetkin Kolektifi, faşizmin gerçek bir tarihsel kuvvet olarak ortaya çıkmasının ancak kriz koşullarında mümkün olduğunun altını çiziyor. Faşizm ancak geleneksel metotların, eski tip çözümlerin, mevcut kurumsal yapı ve mecraların yetersiz kaldığı kapsamlı bir kriz ortamında sahneye çıkıyor.
Geçtiğimiz yüzyılın ortasında faşizmi mümkün kılan, Avrupa kıtasında burjuva siyasal mimarisini tarumar eden krizler silsilesiydi –savaş, devrim ve iktisadi buhran. “Yani faşizm sıradan zamanlar için değildi. Ayaklarının altındaki toprağın kaydığını hissetmeseler kitleler faşizmi çekici bulmayacaktı. Hâkim sınıfların hâkimiyeti güvende olsa, faşizmin hizmetlerine başvurmayacaklardı.”[9]
Malm ve Zetkin Kolektifi iklim krizinin kontrolden çıkmasının benzer bir siyasal atmosferi tetikleme ihtimaline işaret ediyor. “Birbirini takip eden iklim şoklarının toplumların maddi temellerini 20. yüzyılın ilk iki on yılındakinden çok daha derin bir biçimde tahrip ettiğini hayal edin: Beş, hatta on derece daha sıcak ısı dalgaları, aylarca devam eden yaban yangınları, gıda tedariği sistemlerinin kopma noktasına varması, denizleri ülkenin iç kesimlerine doğru kilometreler boyunca iten fırtınalar.”[10]
İklim krizinin tetiklediği zincirleme felâketlerin belirlediği böylesi koşullarda devletler kurumsal bütünlüklerini muhafaza etmekte, sermaye birikiminin koşullarını yeniden üretmekte muhtemelen zorlanacak. Yönetici sınıflar bu fırtınalı koşullarda mevcut düzeni devam ettirebilmek adına denenmemiş, şiddetli “çözümler” arayışına girecek, toplumsal yıkımla karşı karşıya olan belli sınıfsal gruplar da bu kestirme “çözümleri” destekleyecek. Ekofaşizmin ya da Malm ve Zetkin Kolektifi’nin tabiriyle “fosil faşizmin” böyle koşullarda reel bir tarihsel güç olma ihtimalini küçümsememeli.
Antonio Gramsci 1921’de, “faşizm nedir” sorusuna karşılık “Üretim ve mübadele alanındaki sorunları makineli tüfekler ve tabanca atışlarıyla çözme girişimidir” cevabını veriyordu.[11] Günümüzde faşizm, muhtemelen iklim krizi ve ekolojik çöküşün açığa çıkardığı sorunları “makineli tüfekler ve tabanca atışlarıyla çözme girişimi” olacak.
Kali’nin Çocukları
İklim krizinin tek olası siyasal sonucu elbette ekofaşizm ya da ekolojik apartheid’ın karanlığı değil. En iyisi Uttar Pradesh’e ve 2025 yılına geri dönelim. Sıcak hava dalgasının neden olduğu felâketin ardından öfkeli halk, Kali’nin Çocukları adlı bir harekette birleşerek fosil yakıt endüstrisine karşı mücadeleye girişir. Enerji santralleri ele geçirilir, boru hatları sabote edilir. İklim krizinin derinleşmesiyle Kali’nin Çocukları uluslararası bir harekete dönüşür. Kömür madenleri, petrol kuyuları saldırıya uğrar. Petrol ve madencilik şirketlerinin yöneticilerine yönelik suikastlar gerçekleştirilir.
Yani iklim krizinin derinleşmesi, illa çaresizliğe ve “en altta kalanın canı çıksın”cı bir ekofaşist karanlığa değil de siyasal güç dengelerinde ezilenler lehine hızlı bir değişime, büyük kitle mücadelelerine de pekâlâ yol açabilir. Almanya ve Çin’de yaşanan ölümcül sel felâketleri (Occupy hareketinin terminolojisiyle dünya nüfusunun o meşum yüzde 1’i dışında) kimsenin iklim krizinin sonuçlarından azade olmadığını ortaya koyuyor. Sıcaklık dalgaları, seller ve yangınlar, birbirini izleyen felâketler siyasal ve sosyal güç dengelerinde bugün gerçekçi görünmeyen çarpıcı değişimleri, ekolojik çöküş karşısında bugün tahayyül dahi edemeyeceğimiz kolektif bilinç sıçramalarını gündeme getirebilir.
İklim felâketine karşı adalet talebiyle dünya halklarının ayağa kalkması bugün siyaseten pek gerçekçi gelmeyebilir. Ancak, Stockholm Çevre Enstitüsü’nden bilim insanı Sivan Kartha’nın belirttiği üzere, “Şu anda siyaseten gerçekçi olan, bizi birkaç Hurricane Kasırgası, sonra birkaç Sandy süper fırtınası ve ardından birkaç Bophas tayfunu vurduktan sonra siyaseten gerçekçi olacakla çok az ilgili olacaktır.”
Felâket kapitalizminin aktörleri, felâketin önlenmesi için gerekli kamusal önlemlerin maliyetini üstlenmektense felâketin açığa çıkaracağı olanakların peşinden gitmeyi tercih eder. Türkiye’de “felâket dostu” sermayenin has temsilcisi olan mevcut iktidar, felâketi durdurmaktansa ona adapte olmayı, onu fırsata çevirmeyi seçiyor.
Küresel kapitalizmin iklim krizini aşma/sınırlandırma konusundaki müteselsil başarısızlığının yarattığı “hayal kırıklığı” ve ekolojik krizi giderme kapasitesinin giderek daha fazla sorgulanır olması, ekoloji hareketinin değişik kesimlerinde bir strateji tartışmasına ve radikalleşmeye daha şimdiden neden oluyor. Mütevazı reformların, küçük çaplı değişimlerin, aşamalı ve zamana yayılmış azaltımların yeryüzü iklim sistemini sabitleyemeyeceği, ekolojik krizi önleyemeyeceği görüşü ekoloji hareketinin çeşitli bileşenlerinde ağırlık kazanıyor ve hareketin tümünü radikalleştiriyor.
Ekofaşist bir muhtemel geleceği durdurmak bu mücadelelerin gelişmesiyle mümkün olacak. Mikhail Bakunin, 1869’da kaleme aldığı bir yazısında, “kıyametin proletarya yeterince örgütlenemeden meydana gelmesi tehlikesi yok mudur?” diye soruyordu. Büyük devrimci bu satırları elbette iklim krizi üzerine değil, o dönem devrimci hareketinde hararetle tartışılan “genel grev” başlığı üzerine kaleme alıyordu. Ancak, Bakunin’in bu sorusunu bağlamından çıkarıp bugüne pekâlâ taşıyabiliriz.
İklim krizinin bizi eşiğinde geçirdiği bu mahşeri dünyada “proletaryanın”, ezilenlerin kendi yaşamlarına sahip çıkmak için yürüttükleri mücadelelerin gelişkinliği, örgütlülüğü tayin edici faktör olacak.
Felâket kapitalizmi
Ekofaşizme kimlerin davetiye çıkardığını biliyoruz. Daha yanan evlerin külleri bile sönmeden gözümüzün içine sokulan o TOKİ evlerinin anlamını biliyoruz. Ormanlar yanarken meclisten geçirilen ve ormanları turizme açan yasanın ne demek olduğunu da biliyoruz. Sermaye birikim süreçlerinin neticesi olan iklim değişikliğinin yol açtığı sonuçlar, tam da sermaye birikim süreçlerini derinleştirmek için bir fırsat olarak kullanılıyor. Felâket kapitalizminin rutin işleyişi içinde kârlı bir felâket, daha da kârlı bir başka felâketin koşullarını yaratıyor.
Yani söz konusu olan ne beceriksizlik ne de basiretsizlik. Felâket kapitalizminin aktörleri, felâketin önlenmesi için gerekli olacak kamusal önlemlerin maliyetini üstlenmektense felâketin açığa çıkaracağı iktisadi olanakların peşinden gitmeyi tercih ediyor. Türkiye’de “felâket dostu” sermayenin has temsilcisi olan mevcut siyasal iktidar, felâketi durdurmaktansa ona adapte olmayı, onu fırsata çevirmeyi seçiyor. Bu tercihini gizlemenin, onun üzerini örtmenin en iyi yolu, iklim krizinin tetiklediği felâketleri milli beka sorununa dönüştürmek, felâketi en alttakileri hedef almanın bir manivelası haline getirmek. Ekofaşist karanlık, dünyayı ekolojik çöküşe sürükleyen felâket kapitalizmin ayna yansıması, onun mütemmim cüzzü. Bu nedenle antifaşizm artık sadece insanlık için değil, bu gezegendeki tüm yaşam için varlık ya da yokluk meselesi.
[1]Ian Angus, Facing the Anthropocene Fossil Capitalism and the Crisis of the Earth System, Monthly Review Press, New York, 2016, s. 100-1.
[2] Aktaran Andreas Malm, Corona, Climate, Chronic Emergency War Communism in the Twenty-First Century, Verso, Londra, 2020, s. 18.
[3] Irkçı sağ ve iklim değişikliği politikası için bkz. Hilary A. Moore, Burning Earth, Changing Europe: How the Racist Right Exploits the Climate Crisis and What We Can Do About It, Rosa-Luxemburg-Stiftung, 2020.
[4] Moore, age, s. 58.
[5] Moore, age, s. 44
[6] Naomi Klein, On Fire The (Burning) Case for a Green New Deal, Simon & Schuster, New York, 2019, s. 45.
[7] Jonathan Neale, Fight the Fire: Green New Deals and Global Climate Jobs, Resistance Books, Londra, 2020, s. 291.
[8] Klein, age, s. 47.
[9] Andreas Malm – Zetkin Collective, White Skin Black Fuel On the Danger of Fossil Fascism, Verso, Londra, 2021, s. 187-8.
[10] Malm – Zetkin Collective, age, s. 194.
[11] Antonio Gramsci, Selections from Political Writings 1921-1926, der. Quintin Hoare, Lawrence and Wishart, Londra, 1978, s. 23.