Yayo Herrero ile ekofeminizmin çerçevesini çizmeye ilk bölümde içinde yaşadığımız maddi dünyayı tanıyarak, gezegenin sınırlarını ve ne tür tehditler altında olduğunu, iklim değişikliğinin boyutlarını görerek başlamıştık. İkinci bölümde ise kalkınmacı ekonomik modelin ve büyüme mitinin bizi nasıl doğadan kopardığına, emek-değer ilişkisine yakından bakmıştık. Ekofeminist antropolog Yayo Herrero, tefrikamızın son bölümünde, ekolojik krizden çıkışın yollarını, zenginliği ve üretimi nasıl paylaşabileceğimizi, adil ve eşit bir hayatı nasıl kurabileceğimizi araştırıyor.
Ekolojik krizden çıkış yollarını düşünürken dikkat etmemiz gereken çok temel bir nokta var. Üretim kavramının ekonomik anlamda var olabilmesi için önkoşul yaşamın yeniden üretimi, doğanın yenilenmesi ve insan hayatının korunması. Bunlar ekonomik altyapının altyapısı. Hayatın gündelik yeniden üretimini ve doğanın yenilenmesini dikkate almaksızın herhangi bir ekonomik üretimin gerçekleşmesi mümkün değil. İçinde yaşadığımız gezegenin fiziksel bir sınırı olduğunu kabul etmemek, bunun gerektirdiği sorumluluğu almamak olgulara karşı çıkmak anlamına gelir. Oysa olgulara karşı çıkmaktan daha aptalca bir şey olabilir mi? Yaşadığımız gezegenin fiziksel sınırından dolayı aşmamamız gereken bir “ekolojik çatı” bulunuyor. Aynı zamanda, onurlu bir yaşam sürmek için altına inmememiz gereken bir “ihtiyaçlar zemini” mevcut. Ekolojik çatı ve ihtiyaçlar zemini arasındaki alan insanlar için güvenli bir yaşam inşa edebileceğimiz tek yer. Bundan çıkan basit sonuç şu: Eğer birtakım insanların ihtiyaçlar zemini maddi-olgusal karşılığından çok daha fazlasını tüketecek şekilde genişlerse, ekolojik çatı tüm insanlık için küçülmeye başlar. Böylece kaçınılmaz olarak birçok insan onurlu bir hayata erişme ihtimalinden mahrum kalır. Bu açıdan bakıldığında toplumsal ekoloji ve feminizm daha klasik, özgürlükçü mücadelelerle yakından ilişkileniyor. Ekofeminizmi tam da yukarıdaki sebeple sınıf mücadelesinin yeni bir okuması olarak görebiliriz. Çünkü bazı insanlar, diğerlerine hayat alanı tanımama pahasına kendilerine düşenden çok daha fazlasını tüketiyor.
Birtakım insanların ihtiyaçlar zemini maddi-olgusal karşılığından çok daha fazlasını tüketecek şekilde genişlerse, ekolojik çatı tüm insanlık için küçülmeye başlar. Böylece kaçınılmaz olarak birçok insan onurlu bir hayata erişme ihtimalinden mahrum kalır. Ekofeminizmi tam da bu sebeple sınıf mücadelesinin yeni bir okuması olarak görebiliriz.
Adil yol ya da faşist yol
Perspektifimizi böyle kurduğumuzda, ekonominin maddi alanının küçülmesinin kaçınılmazlığıyla yüzleşiyoruz. Bu durum çevrecilerin insanların canını sıkmak için tercih ettiği bir seçenek değil, gezegenin fiziksel sınırlarının bizi getirdiği nokta. İnsanlık istese de, istemese de daha az enerji ve ürünle yaşayacak. Ekonominin maddi alanının küçülmesiyle baş etmenin sadece iki yolu var: Birincisi, önerilerle ayrıntılandırmaya çalışacağım adil yol. İkincisi ise faşist yol. Çünkü faşizm, diğerlerinin yaşamları pahasına kendi yaşam alanını genişletme yetkisi olduğunu savunur. O zaman ekolojik ayak izimizi artırdığımızda ve birçok insanın onurlu yaşama hakkını elinden aldığımızda aslında faşist bir sistem kurarız. Bazılarımız faşizmi bilinçli olarak uyguluyor, bazılarımız ise bilinçsizce bu sistemin bir parçası haline geliyor ve onun devamına katkıda bulunuyor. Maddi yaşam tarzımızı kaynakları gasp ederek ve başka insanların bedenlerini yağmalayarak sürdürdüğümüzün farkında değiliz.
Öte yandan, savunacağım birinci yol, yani adil yol derin bir çatışma alanı yaratıyor, çünkü makûl miktardan çok daha fazla tüketen birçok insanın sahip olduklarından iyi niyetle vazgeçme ihtimali çok düşük. Karşı karşıya olduğumuz bu derin çatışma alanından çıkış önerilerini siyasi, ekonomik ve kültürel hegemonya tartışmaları üzerinden ifade etmeye çalışacağım.
Ekonomik hegemonya
Ekonomik hegemonyaya karşı yeni bir planlama gerekiyor. Elimizde kalan asgari kaynaklarla insanların asgari ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak zorundayız. İşletme ve idare politikalarında anahtar kelimemiz “daha az”. İhtiyaçları karşılamak ve iyi bir yaşam geliştirmek için nasıl örgütlenmeliyiz? Daha az su, daha az enerji tüketerek, daha az atık üreterek ve her türden daha az malzeme kullanarak. İşin iyi tarafı, bunu yapabilmek için elimizde fazlasıyla bilgi var. Örneğin, enerji veya ulaşım modellerinin değiştirilmesine, yeni modellere nasıl geçiş yapılabileceğine dair projeler üniversitelerin çekmecelerinde kilitli duruyor. Bu modeller hiç uygulamaya konmadı. Sendikaların önerileri de önemli. İspanya’da İşçi Komisyonları Sendikal Konfederasyonu’nun (CCOO), Çevre ve Sağlık Sendikal Çalışma Enstitüsü’nün (ISTAS) uzun zamandır tarım, inşaat-konut, ulaşım ve hizmetler gibi sektörlerin iyileştirilmesine yönelik birçok önerisi bulunuyor. Dolayısıyla, model önerileri bulunmadığı iddiası doğru değil. Burada sormamız gereken sorular var: Herkes için karşılanması gereken temel ihtiyaçlar neler? Buna uyarlı olarak neler üretilmeli? Toplumsal açıdan gerekli faaliyetler neler? Tespit etmek elzem: Tüm emek faaliyetleri aslında toplumsal açıdan gerekli değil. Bunca işsizliğin olduğu bir dönemde bunu söylemek kulağa çok sert gelebilir, ama her ne kadar bazı insanlara cazip gözükse de toplumsal açıdan zararlı birçok iş alanı mevcut. Meseleye enerji ve hammadde krizi çerçevesinde baktığımızda bu zarar verici sektörlerden sürdürülebilir sektörlere geçiş yapmamız lâzım.
Bu planlama modeli öz-örgütlenmeye dayanan, yerele odaklanan, sosyal ve dayanışmacı ekonomi çevresindeki hiçbir girişime ters düşmüyor. Bu konuda bir yanılgı söz konusu. Merkezi kurumsal planlamanın yerelde öz-örgütlenme kapasitesiyle çeliştiği fikrine dayanıyor bu yanılgı. Oysa, iktisatçı Boaventura de Sousa Santos gibi isimler, “devletin toplumsal bir hareket olarak” nasıl yeniden şekillendirilebileceğini, toplumsal hareketlerin birbirine nasıl eklemlenebileceğini gösteriyor, bu sözde ikilemi aşmanın yollarına işaret ediyor.
Mülk/mülkiyet kavramını yapısöküme uğratmazsak, önümüzdeki sorunlarla adalet bağlamında yüzleşemeyiz. Mülkiyet, içinde bulunduğumuz ekonomik sistemin kutsalı.
Üretim modelindeki değişimin yanısıra yeni bir görev dağılımına da ihtiyaç var. Bundan kasıt ücretli ve ücretsiz emeğin yeniden bölüşümü. Yaşama dair gündelik emekten, bakım emeğinden sadece kadınlar değil, tüm toplum sorumlu olmalı. Bakım emeği elzem olduğuna göre, hem hane içinde hem de dışında, kamu hizmetlerinin kadınlar ve erkekler tarafından nasıl ortak üstlenileceğine yeniden bakmamız gerek.
Öte yandan, üretim modelinde ve emeğin paylaşımında yapılacak değişiklik, sendikal hareketin önüne büyük bir zorluk çıkarıyor. Çünkü sendikal hareketin –ki uzun yıllar sendikacılık yaptım– gezegenin çöküşü konusunda pek bir fikri yok. Dolayısıyla, sendikal harekette de köklü bir değişime gitmek zorundayız.
Tüm bunlara ilaveten, zenginliğin paylaşımını radikal biçimde değiştirmek zorundayız. Bu noktada özgürlükçü ideolojilerin birçok önerisi var: vergi düzenlemesi, gelire üst sınır, koşulsuz evrensel temel gelir ve toplumsal açıdan güvence altın alınmış iş önerileri bunlardan sadece bazıları. Burada yaşadığımız evlerin mülkiyetinden ya da kullanıma dayalı mülkiyetten değil, payına düşenin çok daha fazlasını biriktirenlerin devasa servetinden bahsediyorum. Dolayısıyla, mülk/mülkiyet kavramını yapısöküme uğratmazsak, önümüzdeki sorunlarla adalet bağlamında yüzleşemeyiz. Mülkiyet, içinde bulunduğumuz ekonomik sistemin kutsalı. Dini bir dokunulmazlığa sahip. Çok az kişi bu konuda konuşma cesaretini gösteriyor. Mülkiyetin yanısıra, finansal spekülasyonun sınırlanmasını, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) gibi anlaşmaların durdurulmasını, spekülatif yatırımların önüne geçilmesini ciddiyetle tartışmalıyız.
Politik ve kültürel hegemonya
Dürüst, adaleti merkez alan, çevreci, patriyarka karşıtı, antikapitalist insanların siyasi kurum ve kuruluşlarda yer alması çok önemli. Ancak eğer sokakta birbirine kenetlenmiş ve bilinçli bir toplum yoksa, kurumlar üzerinden yapılabilecekler sınırlı. Bu yüzden, öz-örgütlenme ve sokak hareketleri merkezi bir rol oynuyor. Bir şeylerin değişmesi için kurumların başına iyi ve dürüst insanların gelmesinin yeterli olduğunu düşünmek saflık olur. Çünkü mevcut hegemonik kültüre karşı bazı konuları gündeme getirdiklerinde büyük engellerle karşılaşıyorlar. Sokağı asla unutmamalıyız. Çünkü çok daha zor günler bizi bekliyor.
Kültürel hegemonya da en az ekonomik ve politik hegemonya kadar önemli. Çünkü bir sistem insanların düşünme biçimlerine hükmetmediği sürece hegemonik hale gelemez. Kapitalizmin en büyük zaferi, toplumun çoğunluğunun çerçevesini onun çizdiği “iyi yaşam”, “zenginlik”, “ilerleme” veya “özgürlük” gibi kavramları içselleştirmesi. Kültürel hegemonya bastırılmış, fakirleştirilmiş, sömürülmüş ve yağmalanmış toplumsal sınıfların onları ezen sistemin devamına bizzat katkıda bulunmasını sağlıyor.
Tam da bu noktada, “kanaatkârlık” dediğimiz o güzel kavramı yeniden sahiplenmemiz gerekiyor. Bu şekilde ifade etmekten çekiniyorsak “yeterlilik ilkesi” diye de ifade edebiliriz. Bir erdem mânâsında Aristo’nun kanaatkârlık tanımından bahsediyorum: Sadece yeteri kadarını kullanma erdemi. Buna başka bir erdemi, feminizmin çok gündeme getirdiği “ihtimam etiğini” (care ethics) eklemek gerekiyor. Bu, özcü bir ihtimam anlamına gelmiyor. Sorumluluk duyma, ilgilenme, endişe duyma kapasitemize işaret ediyor. İhtimam etiği demokratik toplumları inşa etmek için olmazsa olmaz, temel unsurlardan biri.
Zenginliğin paylaşımını radikal biçimde değiştirmeliyiz. Özgürlükçü ideolojilerin vergi düzenlemesi, gelire üst sınır, koşulsuz evrensel temel gelir ve toplumsal açıdan güvence altına alınmış iş gibi birçok önerisi var.
Elimizde karşı-kültür hegemonyasına dair çok sağlam örnekler var. Feminizmin “kişisel olan politiktir” şiarı, içlerinde çok güçlü kadınların da yer aldığı birçok toplumsal hareketi etkiledi. İpotekten Etkilenenler Platformu (PAH) milyonların katıldığı eylemleriyle İspanya’daki ipotek yasasının değiştirilmesine dair önerilerini Avrupa ve İspanya parlamentolarına kadar ulaştırdı. Adı sanı belli milyonlarca kişinin evsiz kalmasına neden olanları faş etti. Öte yandan, hareket sokağı asla unutmadı. Evinden atılmak üzere olan bir insanın kapısına gidip “biz burada oldukça seni kimse evinden çıkaramaz” demeyi de bildi. İşte hem kişisel hem politik olan tam da budur. Politikayı insanların gündelik hayatlarından kurumların mantığına taşımaktır.
Karşı-hegemonyayı oluşturmamızın, gezegenin koşullarını en kısa zamanda değiştirmemizin, günlük yaşamda üretken emeği merkeze almamızın, serbest pazarı yok etmemizin ve ufkumuza yaşamaya değer, iyi bir hayatı koymamızın vakti geldi de geçiyor.
Son sözü feminist ekonomist Cristina Carrasco ve çevre tarihçisi Enric Telló’nun ortak kaleme aldıkları Tarih Anlatıyor kitabıyla bağlayalım. Yazarlar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin (İHEB) birinci maddesini yeniden yorumluyor. Kızmazlarsa, eksik kaldığını düşündüğüm birkaç noktayı ekleyerek aktaracağım.
İHEB 1. maddesi şöyle diyor: “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.”
Maddeyi ekofeminist bir perspektiften tekrar kaleme alalım: “Bütün insanlar yardıma muhtaç ve savunmasız olarak bir anneden doğarlar ve ancak, türümüzün onsuz yaşayamayacağı bir medeniyet mesuliyetiyle, önceki kuşaktan erkek ve kadınların denk bir şekilde sağlayacakları bakım, gösterecekleri ilgi, şefkat ve verecekleri eğitim sonucunda hak ve sorumluluklar bakımından özgür ve eşit hale gelirler. Bunu idrak ettiklerinde birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalarını sağlayan akıl ve vicdana sahip olurlar; böylece beraberce yaşadığımız, diğer canlılarla paylaştığımız ve korumaya mecbur olduğumuz gezegenin fiziki sınırlarının bilincine varırlar. Artık akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.”
Çeviri: Pelin Doğan (Col·lectivaT Kültürel Çeviri, Araştırma ve Dil Teknolojileri Kooperatifi)