SİSTEMİN YAKAMADIĞI KADINLARIN FİLMLERİ: CADI ÜÇLEMESİ  15+

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Yiğit Atılgan
5 Kasım 2022
Cadı Üçlemesi 15 +'nın Mubi'deki gösterimi devam ediyor
SATIRBAŞLARI

Cadı Üçlemesi’nin arkasında nasıl bir hikâye var, nasıl doğdu bu üçleme?

Ceylan Özgün Özçelik: İlk olarak 18+ adlı bir kurmaca senaryosuna başlamıştım. Çok neşeli ve hareketli kadınların olduğu Karadenizli bir ailem var. Bir kurban bayramında hep bir ağızdan konuşan ailemin kadınlarını izlerken onlar hakkında neyi ne kadar bildiğimi sorguladım. Herkes birbiriyle ilgili bir şeyler seziyor, ama kimse hiçbir şeyi tam olarak bilmiyor. Anneannemin, babaannemin, halalarımın hayatlarına dair bildiklerim çok bölük pörçük. Benimle ilgili de ailede kimsenin bilmediği şeyler var. Çocuk yaşta tacize uğradım ve buna dair hiç konuşamadım. Yüzleşmek ve iyileşmek gibi kavramların havada asılı kalmaması için benim de bu film yapan bir kişi olarak bir şeyleri söylüyor olabilmem gerekiyor. Yoksa kime ne faydam olabilir ki? 18+’nın çıkış noktası buydu. Ailedeki erkekler birden ortadan kaybolsa ve tüm kadınlar anlatmaya başlasa acaba ne konuşuyor oluruz? Ortaya fantastik, karanlık, ama mizahı da olan bir senaryo çıktı. Senaryoyu yazarken yoğun şiddet okumaları yapıyor ve sıkça kâbus görüyordum. Çocukluğuma dair kâbuslardan birinden o kadar etkilendim ki, tek planlı bir kısa filme dönüştürmek istedim. Ergenliğe geçişi temsil eden ve sayı olarak uğursuz kabul edilen 13+’da küçük bir kız çocuğu, cadı doğdu. O kız dünyanın sonunu getirdi, kendi cennet bahçesini inşa etti. Ancak, cadılığın intikama eşit olduğu basit bir denklem kurmuyorum. Bunlar intikam filmleri değil.

Ceylan Özgün Özçelik 33. Ankara Film Festivali’nde ilk kez verilen “Sinemada Yeni Soluk” ödülüne layık görüldü

Kurmaca bir film hayal ederken, önce deneysel bir kısa filme, sonra da 15+’yı belgesel olarak çekme fikrine nasıl geldiniz? 

Mesleği icra etmesem de avukat olduğumdan cezaevlerine girip çıkma şansım var. 18+ için oyuncularımı daha iyi yönlendirebilmek adına cezaevlerinde kadınlarla bir araya gelmek istedim. Bazı kadınlar yaşadıklarının kadın mücadelesi çerçevesinde duyulmasını istemiyor. Feminist avukatların önerileriyle, konuşmaya daha gönüllü olan kadınlarla buluştum. Avukatlarla kadına yönelik şiddete dair de konuşuyordum. Sanık sandalyesine kadın oturduğunda ne oluyor? Kadını öldürmeye götüren nedenler neler? Şehir şehir gezip şiddet gören birçok kadınla tanıştım. Örneğin, 70 yaşında son derece dindar bir kadın en çok rüyalarında mutlu olduğunu söyledi. Düşlerinde, 55 yıldır kendisine sistematik olarak şiddet uygulayan kocasını öldürdüğünü görüyormuş. Dava dosyaları da okuyordum. Fark ettim ki, nedenler çok ortak. Kadınlar mutlaka kurtulmayı deniyor. Polise gidiyor, ama evine geri yollanıyor. Ailenin yanına dönmeye çabalıyor, ama kabul edilmiyor. Sığınma evlerinin sayısı çok az ve çoğu ifşa olmuş durumda. Her şey deneniyor, ama bir yere varılamıyor. Nihayetinde kendisinin veya çocuğunun yaşamının tehdit altında olduğu bir anda kocasını öldürüyor. Bu tip olaylarda çoğunlukla bir bilinç kararması var, can havliyle eline bir bıçak ya da adamın silahını geçirip canını kurtarmaya çalışıyor. Bu tam da yargının dillendirmediği özsavunma durumu. Aslında herkes şiddet görüyor, illâ yoksulluk ya da eğitimsizlik aramaya gerek yok. Konunun sınıfsal olan yanı kadının öldürmekten başka çaresinin kalmaması. Bu süreçte, neden sadece kurmacaya odaklandığımı sorguladım. Gerçeklerden ilham alsam da gerçeği bozup perdede başka bir şeye dönüştürüyorum. Oysa saf gerçeği de yansıtabilmeliydim. Dünya sinemasından deneysel belgesel örnekleri izleyerek kendimi sıkı bir eğitim ve estetik hazırlık sürecinden geçirdim.

Cadılar toplum, devlet, aile ve din tarafından yasaklanmış şeyleri yapan, bu yasakları yok eden kadınlar. Gece dışarı çıkan, dans eden, kahkaha atan, birlikte yürüyen kadınlar. Sistemin yakamadığı cadıların, sadece var olarak bile sisteme isyan edebilen kadınların filmlerini yapıyorum.

Okuduğunuz dosyalarda neler dikkatinizi çekti, buluştuğunuz kadınlar sizi nasıl karşıladı?

Dosyalar çok detaylı, ağlamadan okumak mümkün değil. Birçok şeyi filme koymamayı tercih ettim. Kadınları savunabilecek kişiler karşı taraftan tehdit gördüğü için duruşmalara gelmiyor. Kadınlar yalnız kalıyor, haklarını savunacak, söylediklerini doğrulayacak birileri olmuyor. Ben hiçbir kadına yaşadıkları olaylardan bahsetmedim, dosyalarını okuduğum ve avukatlarıyla konuştuğum için bunları zaten biliyordum. Onlara yaşananları sormayacağımı, başka bir anlatım dili deneyeceğimi söyledim. Arkadaşlarıyla, aileleriyle, hatta çocuklarıyla da onlara dair konuşmayacaktım. Zaten ebeveynleriyle duygusal bağ açısından mesafeliler. İçeride tanıştıkları kadınları ve avukatlarını arkadaşları olarak görüyorlar. Sadece kendileri konuşacağı için çok rahatlardı, bu konuda bana inanıp güvendiler.

Filmde öykülerine odaklandığınız Aylin Işık ve Havva Zor’la ilk karşılaşmanız nasıldı?

Aylin ve Havva’nın çok farklı, çok özel olduklarını hemen anlıyorsunuz. Yetenekleri, zekâları, coşkuları ve çocuklarına duydukları sevgi hayranlık uyandırıcı. Aylin’i ilk kez Bakırköy’de gördüm. Oğlunu daha sık görebilmek için Diyarbakır’a naklini istemişti, ama aniden Silivri’ye götürüldü. Avukatları bile haber alamadı bir süre. Havva’yı ilk kez İskenderun’da karar duruşmasında, mahkeme salonunda görmüştüm. Onunla buluşmamız özellikle sarsıcıydı, çünkü kızının uğradığı tacize dair dosyada geçen bir cümle küçükken doğrudan benim başıma gelmişti. Umuyorum, ikisi de iyi halden bir yıl içerisinde açığa geçecek.

Aylin ve Havva’nın cezaevindeki günleri nasıl geçiyor?

Uzun süre sadece gündelik hayatlarını konuştuk. Bu hafta ne izlediniz? Ne dinlediniz? Rüya gördünüz mü? Pandemi öncesinde biraz daha etkinlik alanı vardı. Mesela Bakırköy’de konser olabiliyordu, çeşitli kurslar veriliyordu. Aylin bağlama kursuna gidiyordu. Şarkı sözü ve şiir yazıyor. İskenderun’da kuaförlük kursu vardı. Havva erkekler için bağlama kursu varken kadınlara olmamasına isyan ediyordu. Salgınla birlikte kurslar kapatıldı. Görüş yasaklarıyla avukatlarla da görüşemez oldular o dönem. Kurgu sürecinde duygularını sadece mektuplaşarak anlamaya çalıştım.

Adalet Bakanlığı’ndan cezaevinde çekim için olumsuz yanıt gelince başta tasarladığınız akış tamamen değişti mi?

Aslında bunu beklediğimiz için önceden çözümler geliştirmiştik. Çözümlerden biri iki oyuncunun mektupları seslendirmesiydi. İzin çıkmaması elbette etkiledi, çünkü kadınların yüzünü görmek önemliydi. Görüntülerin içiçe geçen yapısını Aylin ve Havva’nın zihinlerinde aynı anda dolaşan onca düşünce ve histen yola çıkarak kurdum, bu yapıyı yine kullanacaktım. Örneğin, Samandağ’ın kızıl batan güneşinde Havva’nın yüzünü, Dağkapı’daki çay bahçesinde Aylin’in yüzünü görebilecektik. Gözlerindeki duyguyu görememek bir eksiklik. Normal yazışmalarımız dışında, önceki sohbetlerle şekillenen kırk soruluk bir mektup gönderdim. Doğayla ilişkilerine ya da lunaparklara dair sorular o şekilde çıktı. Seslendirme aşamasındaysa karakter gerçekliği yaratmaya uğraşmadık. Aylin ve Havva ne yazdıysa Hare (Sürel) ve Gülçin (Kültür Şahin) de öyle okudu. Aylin ve Havva’nın sesini duymamalarını özellikle istedim, çünkü benzetme yoluna gitmekten endişe ettim. Aylin ve Havva’nın ses tonlarından ziyade anlatma biçimlerini, el hareketlerini, mimiklerini, durup düşündükleri yerleri, çocuklarından söz ederkenki yüz ifadelerini anlattım oyuncularımıza.

Çekimler nerelerde yapıldı?

Elimizde arşiv görüntüsü yoktu. Evli oldukları adamların aileleri bir daha evlerine girmelerine izin vermemiş. Çocuklarıyla paylaştıkları her şey, fotoğraflar, eşyalar o evlerde kalmış, adeta geçmişleri silinmiş. Sosyal medya hesaplarının şifreleri unutulduğu için oralara da girilemiyordu. Ama zaten arşiv görüntüsü olmasını istemiyordum. Filmde görülen evler çocuklarının şu an yaşadığı, kendi çocukluklarının da geçtiği evler. Diyarbakır, Hatay, İstanbul’da Gazi Mahallesi ve Kent Ormanı’nda çekimler yaptık. Flamingoların olduğu bölüm İzmir’de çekildi. Bana hapisten çıkmış topluca yürüyen kadınları çağrıştırdılar. Ayrıca, günbatımına ve gökyüzüne hasret oldukları için o şekilde bitirmek istedim. Bu bir yandan da bir hafıza belgeseli. Onlar ne anımsıyorsa o kadar gördük. Neresi onlara iyi geliyor? Nerede boşanmaya karar verdi? Adam kafasına silahı nerede dayadı? Sohbetlerimizden dolayı bunları bildiğim için o mekânlarda tek başıma fotoğraflar çekerek anlamaya çalışıyordum. Havva’ya ilk görüşmemizde onun dünyasını anlamaya çalışıp onu yansıtacağımızı söylemiştim. O da “Sen benim dünyamı anlayamazsın” demişti. Tabii ki tamamıyla anlayamam, ama birçok şeyi anlayıp içselleştirdiğimi hissediyorum.

Aylin ve Havva’nın çocuklarını perdede gösterme kararını nasıl verdiniz?

Bu belgeseli çocukları için bir miras olarak gördüklerinden çocukların olması önemliydi. Aylin’in oğlu Dağlar için köye gittik, normal bir günde ne yapıyorsa onu yapmasını istedik. Köpeğiyle oynuyor, ağaca çıkıyor, kuzeniyle oynuyor. Biz de peşinde gezindik. “Point of view” dediğimiz bir yaklaşım kullandık, kamera bir anlamda çocukların annesi. Annesi hakkında film yaptığımızı bilse de, kameranın annesi olduğundan Dağlar’a söz etmedik. Bir noktada, gelip annesini öper gibi kamerayı öptü, çok garip bir andı, filmde de kullandık. Çok şey söyleyebilecek konumda değilim, ama eski evlerine göre daha mutlular. Yaşadıkları koşullar muhteşem değil, ama gözlerinde ışık var. Dağlar da, Havva’nın çocukları Efe ve Zeynep de annelerini inanılmaz seviyorlar, onlar da çocuklarını. Ben hayatımda bu kadar büyük sevgilere, bağlara tanık olmadım.

Havva filmin açılışında “Ben az anlatıyorum, siz çok anlayın” diyor. Bunu duruşma salonunda, hâkime söylüyor. Bunun belgeselin açılış cümlesi olması bana güçlü geldi, çünkü belgeselde yaşadıkları dehşetin ancak bir parçasını anlatıyorlar.

Film için “hafıza belgeseli” dediniz. Aylin’le Havva’nın hafızayla ilişkisi nasıl, yaşadıklarını hatırlamak istiyorlar mı, yoksa unutmaya mı çalışıyorlar?

Hatırlayalım diye film yapıyorum, çünkü hepimiz unutuyoruz. Elbette devletin unutturma mekanizmaları çok güçlü, ama acaba biz de mi unutmak istiyoruz? Olanları beynimiz kaldıramıyor mu? Unutmak mı, hatırlamak mı? Net cevap bulamadığım bir konu. Bu filmleri yapmak bana iyi geliyor mu? Bu filmleri kendimce ferahlama duygusuyla bitiriyorum. 13+ ve 15+ karanlık gibi gözükse de insanların izledikten sonra hissettiği duygunun sağaltıcı olması için çalıştım. Yapmaktan mutlu muyum, devam edecek miyim? Evet, ama bu sayede bir şeylerin üstesinden gelebiliyor muyum? Kesinlikle hayır. Hele kendi hafızanızda da benzer şeyler varken, profesyonel yardım olmadan bu işlere girmek çok yanlış. Buluştuğum avukatlardan şiddete, tecavüze dair korkunç öyküler dinliyordum. Sürekli bunları düşünüyorsunuz, uyuyamıyorsunuz. O noktada kesinlikle destek gerekli. Aylin ve Havva’ya sorularımı da iyi şeyleri hatırlamak üzerine kurdum, bunun onlara iyi geleceğini umdum. Belgeselin onları mutlu ettiğini biliyorum, ama onlarda başka yaralar açmış olmaktan da endişeleniyorum.

Ceylan Özgün Özçelik İnstagram hesabından Aylin’le olan cezaevi hatırasını Aylin’in bir şiiri eşliğinde paylaştı: “Seni gördüm, kendimi gördüm / Yüzün bana benziyordu / Acıların bana / Umutsuzluğun bana benziyordu / Yorgunluğun bana / Seni gördüm, kendimi gördüm / Yaşayışın bana benziyordu / Hayatta kalışın bana”

Cadıyı nasıl tanımlarsınız? Cadı Üçlemesi’nde bu kadınlara atfettiğiniz nasıl bir cadılık?

Cadılar toplum, sistem, devlet, aile ve din tarafından yasaklanmış şeyleri yapan, bu yasakları yok eden kadınlar. Gece dışarı çıkan, dans eden, kahkaha atan, birlikte yürüyen kadınlar benim için cadı. Başta Aylin ve Havva’ya “Cadı Üçlemesi” başlığından söz etmedim. Önce onların cadıyı nasıl gördüğünü anlamaya çalıştım. Cadılarla ilgili soruma mektupta cevap vermemişlerdi, nedenini öğrenmek için tekrar sordum. Cadı deyince ikisinin de aklına anneleri geliyordu. Onlara yüzyıllardır kadınları yakmak için oluşturulan mahkemeleri, günümüze kadar kimlere cadı dendiğini, kadınların hep yok edilmeye çalışıldığını ve aslında onların da birer cadı olduğunu anlatmaya çalıştım. Sanırım bir şekilde becerebildim, çünkü geri dönüşleri güzel oldu. Belgeseldeki cadılığı ve hayattaki karşılığını anlamışlardı ve cadılıkla barışmışlardı. Bunlar intikam filmleri değil derken kastettiğim tam da bu. Aylin ve Havva intikam alan kadınlar değil. Aylin ve Havva yaşam hakkını kullanan kadınlar. “Ben varım, buradayım” diyen kadınlar. Ama sistem onlara diyor ki “Hayır! Sen yaşam hakkını kullanamazsın. Ben seni yakacağım.” Sistemin yakamadığı cadıların, sadece varolarak bile sisteme isyan edebilen kadınların filmlerini yapıyorum. 

Cadılık anlatısında ilginizi en çok çeken örnekler neler? Cadı kitaplığı yapsanız en başa kimleri koyarsınız?

Havva kocasının cesedinin kendiliğinden kaybolacağını düşündüğünü söylüyor. Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Pişman değil, ama inançlı bir kadın. Allah’ın verdiği canı alıyor, bir şey yaşıyorsa Allah’a karşı yaşıyor. Bence bu cadılıkla örtüşüyor, bir büyü yaptığını düşünüyor ve o ceset yok olacak. Ama nihayetinde cesedi kendi gömüyor, çünkü cadılık da somut! Avukatlardan, eğer bir kadın cesedi parçalara ayırıp gömmüşse, orada bir cinsel istismar bulunmasının çok olası olduğunu öğrendim. Toprakla üstünü örtme topluma dair de bir şey söylüyor, farkında olarak ya da olmayarak üstünü kapatıyoruz. Cadı kitaplığı için ilk aklıma gelen isim İngiliz yazar Angela Carter. Masalları, prens ve prenses anlatılarını feminist bir damardan tersyüz ediyor. Sonra, Leonora Carrington var, olağanüstü düşsel öyküler yazıyor ve sürrealist resimler yapıyor. Üçleme için rehber kitabım Janet ve Stewart Farrar’ın A Witches’ Bible’dı (Cadıların Kutsal Kitabı). Sanırım Türkçeye çevrilmedi.

Filmlerinizde imgelerle ördüğünüz düşsel bir atmosfer hâkim. İşitsel tasarım da öne çıkıyor. Estetik diliniz nasıl bir tercihin sonucu?

Bir karabasanın, sürekli kendini tekrar eden bir döngünün içindeyiz. Mekân ve zaman değişiyor, ama aynı korkunç sesleri duyuyoruz. Bir ses, şiddetin sesi, bizi karanlığa çekiyor. Gerçek ile kâbusun bu kadar iç içe geçmiş olmasından duyduğum rahatsızlığı perdeye görsel ve işitsel olarak yansıtmaya çalışıyorum. Aslında, “düşsel” dediğimiz anların hepsi gerçek, karakterler gerçeğin karabasan haline tanık oluyor. 15+’da niyetim izleyeni kadınların zihnine sokmak, o zihinlerin içindeki kaosu, hiç susmayan bir sürü sesi duyurmaktı. Öyküsünü anlattığımız kadını görmeden böyle bir öyküyü nasıl anlatabileceğimizi anlamak için Name (Öztürk) ile birlikte kısa film olarak Ankebût’u yaptık. Name o sıralarda cezaevinden çıkmıştı, yoksa o da 15+’da olacaktı. Duruşmaya gitmeden önce dosyasını okumuştum, çok ağır şeyler yaşamış. Aylin gibi intihara kalkışmıştı. Sekiz yıl sistematik şiddet görmüştü. Ruh sağlığı iyi olmadığından hastaneye yatmış, ama evli olduğu adam oradan bile saçından sürükleyerek çıkarmıştı. İlk istinaf duruşmasına gittim, bakışlarıyla “Ben burayı yıkarım ve yerine kendi dünyamı inşa ederim” diyordu sanki. O gün özgürlüğüne kavuştu zaten. Ankebût’u çekerken cezaevindeyken gördüğü, ama artık görmediği bir kâbusu anlatmasını rica etmiştim. Orada kullandığı bir cümle var: “Bir işgalin içindeyim.” Benim on saatte anlatmaya çalıştığım şeyi üç kelimeyle özetliyor.

Sinemada size ilham veren kadınlar kimler?

Germaine Dulac var. Fransız sinemasından kuir bir sinemacı. İlk sürrealist filmleri yapıyor. 1920’lerin başında, kocasını yok ettiğinin hayalini gören bir kadınla ilgili çok acayip bir filmi var: La Souriante Madame Beudet (Güleryüzlü Madame Beudet). 18+’nın taslak senaryosuyla dünyanın en prestijli festivallerinden birinin rezidansında kısa listeye girmiştim. Jüri ön elemeden geçen on iki yönetmene sorular soruyor, sonra rezidans için altı kişiyi seçiyor. Bana “Ee, ne öneriyorsunuz, kadınlar kocalarını öldürsün mü?” gibi korkunç bir soru sorulmuştu. Jüriyle konuşurken aklıma bu film gelince bahsettim. Onları burjuva damarlarından yakalamaya çalıştım, ama beceremedim. (gülüyor) İlham aldığım birçok deneysel sinemacı var, Janie Geiser, Gunvor Nelson… En son, adını Dokufest’te yeni duyduğum İranlı Maryam Takafory’den çok etkilendim. Nazarbazi ve Irani Bag diye iki harika filmi var. İran’da filmlerde kadınla erkeğin birbirine dokunması yasak olduğu için sinemanın bulduğu çözümlere odaklanıyor. Örneğin, bir kadınla erkek kavga edecek, birbirlerine dokunmaları yasak olduğu için ortadaki bir çantayı çekiştiriyorlar.

15+’da gerçeğin Aylin ve Havva’nın hafızasının, yazının ve sinemacı olarak sizin filtrenizden geçmiş tortusunu görüyoruz. Hakikati yansıtırken neyi gözetiyorsunuz, deneysel belgesele nasıl yaklaşıyorsunuz?

Aslında her şey gerçek. Sorular ve onlara verilen cevapları bir metne dönüştürdüm. Bunu yaparken cümleleri değiştirmiyorum, Aylin ve Havva’nın kurdukları halleriyle perdeye yansıyorlar. Duyduğunuz her şey onların anlatımı, ama örneğin Havva filmin açılışında “Ben az anlatıyorum, siz çok anlayın” diyor. Bunu duruşma salonunda, hâkime söylüyor. Bunun belgeselin açılış cümlesi olması bana güçlü geldi, çünkü belgeselde yaşadıkları dehşetin ancak bir parçasını anlatıyorlar. Belgesele her şeyi dahil etmedim, bazı konular çok hassas. Evet, Aylin ve Havva bunları söyledi, ama dozunu kaçırırsanız seyirciyi ajite edebilirsiniz. Olay gecelerini onlara anlattırıp travmayı tekrar yaşatmak istemediğimden belgeselde savunma esnasında hâkime kurdukları cümleleri kullandım, ama duruşma salonunda kalmasının daha hayırlı olacağını düşündüğüm bazı cümleleri kurguda dışarıda bıraktım.

Film sürecinde “katil kadın” yargısına, imgesine dair neler gözlemlediniz?

Başka bir şey yapamazlar mıydı?” diye sorulması bana tecavüze uğramış bir kadın için “o da elbise giymeseydi” demekle aynı geliyor. Özsavunma diye bir olgu var. Sanık sandalyesine kadın oturduğunda duruşmalara katılmayan kadın toplulukları olduğunu görmek ağzımı açık bıraktı. 15+’ya yapım desteği için Türkiye’de bir kuruma başvurmuştuk. Seçiciler beni arayıp dosyanın çok güzel olduğunu söyledi, ama “Bu film kadınlar kocalarını öldürsün mü diyor?” diye sordu. Peki, biz bu öyküleri nasıl anlatacağız? Ne olursa olsun, “katil kadın” olarak bakılıyor. Ayrıca, bu kadınlar film boyunca özür dilemiyor ya da pişmanlık belirtmiyor. Niye pişman olsunlar ki? Dürüst olayım, kocaları tarafından öldürülen kadınlara dair bir belgesel yapmış olsaydım dünyada daha çok yankı bulacağını düşünüyorum. Cezaevlerindeki kadınların öyküleri anlatıldığında neden karşılığını bulamıyor? Neden kimse bu sesi duymak istemiyor? Mesela çeşitli kadın gruplarının topluca bilet alıp gelmesini beklerdim. Ne kadar kalabalık olsak da bu noktada yalnız hissediyorum.

“Başka bir şey yapamazlar mıydı?” diye sorulması bana tecavüze uğramış bir kadın için “o da elbise giymeseydi” demekle aynı geliyor. Özsavunma diye bir olgu var. Bu kadınlar özür dilemiyor ya da pişmanlık belirtmiyor. Niye pişman olsunlar ki?

Son dönemde duruşmalarda mahkeme salonlarına yansıyan bir değişim gözlemlediniz mi?

15 yıl kadar önce, staj yaptığım döneme göre, çok bariz bir değişim var. Bir boşanma avukatıyla konuştuğumda 15 Temmuz sonrasında birçok hâkimin 25 yaşın altında olmasının kendisini rahatsız ettiğini söylemişti. Bu insanların hayata dair hiçbir deneyimleri yok, ama 25-30 yıllık evliliklerle ilgili karar veriyorlar. Bu durum sadece boşanmalarla ilgili bir sorun değil elbette. Karşı tarafın avukatlarının tavırları ve konuşmaları da korkunç! Az önce bahsettiğim Name’nin tahliyesi istisnai bir durum. Onun bedenindeki şiddet izleri ve ruh sağlığının durumu çok açıktı. Bence kadınlarla ilgili nasıl kararlar alınması gerektiğine dair talimat veriliyor, ama Name’ninki gibi kararlar da araya sıkıştırılıyor. Literatüre takım elbise indirimi diye giren bir olgu var. Adamlar için her türlü hafifletici mekanizma işlerken kadınların özsavunma hakkı yok. Kadınlar da zaten bir adalet mekanizması olduğunu düşünmüyor, adalete inançları yok. Adalet olsaydı zaten içeride olmazlardı. Ama bir yandan da buluştuğum onca kadının hepsi içeride hukuk ve ceza kanunu kitapları okuyordu. Sürekli avukatlarıyla konuşuyorlar. Hepsi hukuka benden daha hâkim. Af beklentisi hiç bitmiyor. Pandemi döneminde ciddi bir af mekanizması işledi, ama kadınlar bunun dışında bırakıldı.

Filmi tamamladığınız günlerde Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi. Bu durum cezaevindeki kadınlar için ne ifade ediyor?

Kadın haklarına, kadın mücadelesine aşina olmayan bir kadın bile içeri girdikten birkaç hafta sonra bunlarla tanışıyor. Bu durum bazen bir örgütlenmeye dönüşüyor, bazen de dönüşmüyor, ama bir bilinçlenme mutlaka oluyor. İstanbul Sözleşmesi’nin ne olduğunu biliyorlar. ABD’de de her beş dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. “Vah vah, işte Türkiye’de bunlar oluyor” diye görülmesini istemem. Ama tabii burada İstanbul Sözleşmesi işlemediği ve cezalandırma sistemiyle ilgili ciddi açıklar olduğu için birçok şeyi daha yoğun yaşıyoruz. Boşuna “Kadın katliamı var” diye feryat figan bağırmıyoruz.

Sizin adalete bakışınız bu üçlemeyi yaparken nasıl bir değişime uğradı?

Eskiden de hayatım harika değildi, ama daha umutlu ve neşeli biriydim. Bu belgesel sürecinde değiştiğimi hissediyorum. Neşenin her şeye rağmen hepimize iyi geleceğini düşünürdüm. Adaletin bir noktada yerini bulacağına inanırdım. Şimdi daha karamsarım. Ne kadar çok adaletsizlik olduğu gerçeği çok daha fazla çarptı yüzüme. Bu kadar adaletsizliğin içinden umut çıkarmak acaba kendini kandırmak mı diye sorguluyorum.

18+ hangi aşamada?

Senaryo hazır. Bazı destekler de bulduk, ama günümüzde biraz bütçeli bir kurmaca film çekmek maddi olarak neredeyse imkânsız. 18+ tek bir evin içinde geçse de fantastik bir film olduğundan ciddi bir sanat ve efekt bütçesi var. Cadı bağını da en net bu filmde göreceğiz. Kadınların komikliğini, mizahın ferahlatıcı yönünü gösterebileceğim uçuk bir film yapmak istiyorum. Bence bu kadınların ortak özellikleri tüm bu trajedinin içinde mizah duygusunu korumaları. Gülmek bize iyi geliyor. Perdede kadınların birbirleriyle güzel şeyleri paylaştığını, dans ettiğini görmek istiyorum. Çünkü gerçek hayatta da bunlar olsun istiyorum.

1+1 Express, sayı 181, Güz 2022

^