Düşmanlıklar Zamanı’nın girişinde, “Kanafani’nin acelesi vardı, erken ölmeliydi” diyorsunuz. İsrail’in düzenlediği suikastla ölen Gassan Kanafani neden “erken ölmeliydi”?
Ali Çakmak: Kanafani, Filistin’in en parlak ve mücadeleci isimlerinden biriydi. 1970’lerin başında direnişin içinden geçtiği süreç düşünülünce böyle bir akıbet kimse için şaşırtıcı değil. Kanafani Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) sözcüsü ve İsrail’in ilk hedefleri arasındaydı, ama Beyrut’ta hiç ciddi tedbir almadan bürosuna gidip geliyordu. Ağır diyabet hastası olduğu için uzun yaşamayacağını da düşünüyordu, ama bana kalırsa alacağı hiçbir tedbirin hakkındaki infaz kararını engelleyemeyeceğini biliyordu.
Öldüğünde 36 yaşındaymış; edebiyat için de, siyaset için de çok erken. Kanafani’den on yıl önce doğan ve aynı yaşta ölen Frantz Fanon’u hatırlatıyor.
Bazı farklara rağmen Kanafani’yle Fanon’u birlikte düşünmek yararlı olabilir. İkisi de dekolonizasyon sürecinin parlak isimleriydi ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle Marksizmin bağlantı noktalarında siyaset yaptılar. Dört ay önce, 14 Şubat’ta (2021) vefat eden şair Murid Bergusi, Kanafani’nin Beyrut’taki odasındaki posterleri sayar, ama biz onları Kanafani’nin dünyası olarak anlayalım. Orada Fanon’a da rastlamak şaşırtıcı değil: “Çerçeve içine bağlanmış ketsiz-gemsiz bir at… Gassan’ın dünyasında Neruda şiirlerine, Cabral’ın sözlerine, Lenin’in uzanan eline, Fanon’un görüşlerine ve bir romancının bir rüyayı boyarken kullandığı mahrem renklere yer vardı…” 36 yaş erken, ama ikisi de olgunlaşmaya değil, mücadeleye inanıyordu. Elias Khoury’nin İsrail’in Beyrut’u işgalini anlattığı Küçük Gandhi’nin Yolculuğu romanındaki bir karakter, Teğmen Tannous şöyle diyor: “Otuz üç yaşına girip İsa gibi ölmeme sadece üç ay var.” Demek ki Fanon da, Kanafani de İsa’dan uzun yaşamışlar.
Kanafani’yle Fanon’u birlikte düşünmek yararlı olabilir. İkisi de dekolonizasyon sürecinin parlak isimleriydi. Dört ay önce vefat eden şair Murid Barguti, Kanafani’nin Beyrut’taki odasındaki posterleri sayar, orada Fanon’a da rastlamak şaşırtıcı değil.
Marksist olmasına rağmen Kanafani Türkiye’de daha çok İslâmi kesim tarafından mı sahiplenildi? Filistin Direnişi’nin makûs talihi mi bu? Naci el-Ali’nin Hanzala’sının başına gelen gibi.
Kanafani’nin daha çok İslâmi kesimce sahiplenildiğini söylemek zor. FHKC Marksist bir örgüttü ve direnişin Arap gerici rejimleriyle karşılaşmasını zorunlu görüyordu. Dolayısıyla, böyle bir sahiplenme pek mümkün değil. Edebi pratiğinde de dinsel referansları öne çıkarmaz. Ama Filistin direnişinin içinde dinsel unsurlar henüz Marksist örgütlenme söz konusu değilken de vardı. İngiliz manda yönetimine karşı silahlı mücadeleyi başlatanlardan biri, Şeyh İzzeddin el-Kassam, Suriye kökenli bir imamdı. 1935’te İngilizler tarafından öldürülmeden önce dağa çıkmıştı ve köylüleri silahlı mücadeleye çağırıyordu. Kanafani de direnişin tarihini incelerken onun rolünü es geçmez.
Hanzala’ya gelince, o kamplarda sefalet ve aşağılamayla boğuşan küçük bir çocuk. Bu çizgi karakteri yaratan Naci El-Ali kamplarda büyümüş, yeteneğini fark eden Kanafani’nin desteğiyle çizimlerini yayınlayabilmişti. Hanzala on yaşında küskün bir Filistinli çocuk, ona siyasal bir program atfedemeyiz. Açlık ve aşağılanma kalbini biraz katılaştırmış olabilir, ama kararlılığı da oradan gelir.
Kanafani’nin Nasırcılıkla başlayan siyasal çizgisinin Marksizmle birlikte genişlediğini görüyoruz. Düşmanlar artıyor, emperyalizm ve gerici Arap rejimleri de radarına giriyor.
Bir yazar ve devrimci olarak Kanafani’den söz ettiğimiz için projektörü ona tutuyoruz, ama bu yolu tek başına yürüdüğü söylenemez. 1950-60’ların Arap Birliği fikri Arap dünyasının en popüler düşüncesiydi. Bu fikrin kahramanını bir Mısırlıda, Nasır’da bulması da, trajedi demeyelim ama, bir tuhaflık değil mi? Arap milliyetçileri 1930’larda Arap dünyasının bütün büyük şehirlerinde taraftar ararken Mısırlılara Arap olduklarını bile kabul ettiremiyorlardı. Kimileri Firavunculuğa bağlıydı, bazıları da Afrikalılığı öne çıkarıyordu.
Çizdiğiniz Kanafani portresi kendisini aşmış bir devrimciyi akla getiriyor. Ama dönemine göre trajik bir biçimde aşmış, çağdaşları arasında da yalnızlaşmış birini.
Kanafani’nin kuşağının 1920’lerin, 1930’ların kuşağından daha trajik olduğunu söylemek mümkün mü, emin değilim. Trajedi el değiştirmiş gibi geliyor bana, yeni kuşak yeni bir trajediyi üstlenmişti. Avrupa’da da öğrenci hareketinin yükseldiği, Marksizmle bağlar kurduğu bir dönemden söz ediyoruz. Mücadele ve trajedi eşit pay edilemiyor: 36 yaşında suikastle biten hayatta bir trajedi elbette var, ama kendisini Filistin devletini kurmuş zannederek ölen Arafat da trajik değil miydi?
Kişisel tavır alışları, seçimleri önemsizleştiriyorsunuz gibi.
Kanafani’nin katettiği mesafeyi önemsizleştirmek için söylemiyorum. Politik ve edebi açıdan katettiği mesafe ciddi bir mücadele gerektiriyordu. “Gazze’den Mektup” hikâyesinde bütün hayatı değiştiren bir karar ânını öne çıkarır mesela. Kuveyt’teki iki Filistinli öğrenci ABD’de bir üniversiteye kaydolarak hayatlarını kurtaracaktır. Gazze’den mektup yazan, ABD’deki arkadaşına neden vazgeçtiğini, Filistin’de kalmaya karar verdiğini söylemekle yetinmez, onu da Gazze’ye çağırır: “Hayatın ne olduğunu ve varolmanın neye değdiğini öğrenmek için dön.”
Kanafani’nin asıl güçlü yanı edebiyatçılığı mı, yoksa devrimciliği mi? Kendisini bir yazar mı, yoksa siyasetçi olarak mı görüyor?
Siyasetin edebi faaliyete zarar verdiği yönündeki klişeye hiç prim vermiyor. Siyasetle uğraştığı için roman yazdığını, onu bırakırsa edebiyatının hayatiyetini kaybedeceğini söylüyor. İkisinin iç içeliğini vurguluyor. Roman yazdığı, Filistinli karakterler kurduğu için siyasetle daha fazla ilgilendiğini ve siyasi faaliyeti sayesinde edebi faaliyetini güçlendirdiğini söylüyor. Cesur, mütereddit, hain, fedakâr bir karakter yaratmak için bunların Filistin’deki karşılığını bulmalıydı. Bu da onu Filistin’in siyasal mücadelesine bağlıyordu.
Mutlak zalim karakterler çizmek Faulkner’ı rehber edinen bir romancıya uygun düşmezdi. Miriam’ı “mutlak zalim” çizmek inandırıcı da olmazdı, çünkü o Nazilerden kaçıp Filistin’e gelen yaralı biriydi. Kanafani kendisini ulusal kurtuluşla sınırlamıyordu. Bir toplumsal kurtuluş fikrine sahip olduğu için Miriam’ın da kurban olduğunun farkındaydı.
Çağdaşı Arap edebiyatçılar arasında nasıl bir yere denk düşüyor Kanafani? Gerçi edebiyatını perdahlamaya pek vakti de olmamış ama… Romancı mı, devrim şehidi olarak mı öne çıkıyor?
Orta sınıf bir aileden sürgüne, mülteci kamplarına doğru seyreden bir hayat onunki. Babası avukat. Bir Fransız okulunda eğitim gördüğü için aksanlı Arapçası nedeniyle arkadaşları alay ediyor. 13 yaşında geçirdiği kaza nedeniyle aylarca evde kalınca bu eksiğini gideriyor. 1950’lerde Sartre’ın popülaritesiyle birlikte angaje edebiyat ve varoluşçuluk Arap aydınları da sarmıştı. Kanafani de buradan geçmiş, ama oradan “direniş edebiyatı”na varmıştı. Sartre’ın yanısıra Amerikan ve İngiliz edebiyatına ilgi de artmıştı. Bunda romancı ve eleştirmen Jabra İbrahim Jabra’nın Faulkner, Eliot, Beckett çevirilerinin payı büyük. Kanafani’nin edebi beğenisinin gelişimi ve Faulkner hayranlığında bunun da payı var. Kanafani genellikle köylülerin, kamplarda yaşayanların yazarı olarak görülür. Mahmud Derviş’in Filistin köylülerinin, İbrahim Jabra’nın entelektüellerin, Emile Habibi’nin İsrail’de yaşayan Filistinlilerin şairleri, yazarları olarak görülmesi gibi. Perdah meselesine gelince, Elias Khoury, Kanafani’nin karakterlerini çok fazla işleyemediğini, bir an önce “olay”ın özüne varmak isteyen bir aceleciliği olduğunu söylüyor. Bana da doğru görünüyor bu tespit.
Kanafani ve Edward Said neredeyse aynı yıl doğmuşlar. Said’in uzun sayılabilecek bir yaşamı oldu. Evsizlik, yerinden yurdundan edilme açısından Kanafani ile Said arasında paralellikler var mı?
Said 1935’te doğmuş, bir yaş büyük Kanafani’den. Aralarındaki sınıfsal farkı ihmal etmenin kimseye yararı olmaz. Said de evini kaybetti, ama babası başarılı bir tüccardı ve maddi yoksunluk yaşamadı. Kanafani bir Fransız okulunda okumuştu, ama Said’inkinin hem Kudüs’te hem de Kahire’de, tam bir kolonyal eğitim olduğu açıktır. Bir söyleşide, liseyi bitirdiğinde Filistin’den, Arapların tarihinden habersiz, ama İngiliz ve Fransız tarihinin detaylarına hâkim olduğunu söylüyor.
Batı’ya yönelttiği güçlü eleştirinin temelinde de bu kolonyal eğitim vardı ama.
Buna itiraz edilemez, ama ikisinin farklarını konuşuyoruz. Said’in Marksizmle güçlü bir ilişkisi, örgütlü bağı yok. Tarık Ali’nin bir sorusunu hatırladım: 1917’nin ona neyi hatırlattığını soruyor ve Said’in cevabı tabii ki Ekim Devrimi değil. Balfour Deklarasyonu diyor. Bir ara Havatme’nin Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’ne sempati duyduğunu söylüyor gerçi, ama kısa süren bir ilgi.
1967 yenilgisi ikisi için de dönüm noktası. Said Filistin hareketiyle bağ kurma ihtiyacını bu sıralarda hissedip Amman’da FKÖ’yle ilişkiye geçiyor. Kuzeni Kemal Nasir’in FKÖ’nün önemli isimlerinden biri olması da bunu kolaylaştırmış olabilir –Nasir de 1973’te Beyrut’ta İsrail operasyonuyla öldürülecektir. Ama daha sonra Oslo görüşmelerine itirazını, Filistin devletinin yozlaşmışlığını, Hillary Clinton ve Madeleine Albright’a mücevherler hediye etme saçmalığını yüksek sesle eleştirmekten de kaçınmaz. 1978’de Filistin Sorunu yayınlandığında Halkçı Cephe onu çok sert eleştiriyor. Said’i “tüm burjuva değerlerinin temsilcisi” olmakla eleştiriyorlarmış. Belki o sırada hayatta olsaydı Kanafani de öyle yapardı. Ama onun yaşadığı dönemde moda olan, rakipleri “küçük burjuvazinin temsilcisi” olmakla suçlamaktı. 1960’ların, 70’lerin siyasal tartışmalarına bakıldığında sanki Marksistlerin “nihai” mücadelesi burjuvaziyle değil de, “küçük burjuvaziyle” olacakmış izlenimine kapılır insan. Yine de bir insanın “tüm burjuva değerlerini” temsil etmesi biraz zor. Bu durumda Said’e biraz mültefit davranmış da sayılabilirler.
Hanzala karakterini yaratan Naci El-Ali kamplarda büyümüş, yeteneğini fark eden Kanafani’nin desteğiyle çizimlerini yayınlayabilmişti. Açlık ve aşağılanma Hanzala’nın, on yaşındaki bu küskün Filistinli çocuğun kalbini biraz katılaştırmış olabilir, ama kararlılığı da oradan gelir.
Kanafani’nin “düşmanı” adil tarif ettiğini sık sık vurguluyorsunuz. Hayfa’ya Dönüş’teki Miriam karakteri, Kanafani’nin onu insani yanını gözardı etmeden tasvir edişi de böyle. Bu “gücü” nereden buluyor?
Edebiyat ve siyaset arasındaki gerilimin farkında olmasıyla ilgili galiba. Mutlak zalim karakterler çizmek Faulkner’ı rehber edinen bir romancıya uygun düşmezdi. Miriam’ı “mutlak zalim” çizmek inandırıcı da olmazdı, çünkü o Nazilerden kaçıp Filistin’e gelen yaralı biriydi. Ruhu öldürülmüş kardeşinin acısıyla dolu olduğu için de Filistinlilerin acısını hemen fark ediyordu. Kanafani kendisini ulusal kurtuluşla sınırlamıyordu. Marksist olduğu, bir toplumsal kurtuluş fikrine sahip olduğu için Miriam’ın da kurban olduğunun farkındaydı. Ama Miriam’ın eşi İphrat’ın Filistinli çocuğa yapılan zulmü görmemeyi tercih ettiğini de kaydediyor. İphrat belli ki Filistin’de geçirdiği her gün Siyonist projeyle daha çok örtüşecek.
Aynı dönemde bu “gücü” bulabilen, Kanafani’nin muadili bir İsrailli yazar var mı?
Kanafani’nin başarısı Filistinlinin direnişe mecbur olduğunu göstermek, ama “Yahudi” ve “işgalci” arasındaki nüansı da görmekti. 1948’de “kazanan” İsrail ise artık güvensizlik ve suçluluk duygusuyla hesaplaşmak zorundaydı. 1960’lara doğru, işgalle hesaplaşan diyemesek de, yarattıkları yıkımın farkına varan yazarlar arttı. Kanafani’nin Güneşteki Adamlar’ıyla aynı yıl, 1962’de Ormanlarla Yüzleşmek’i yazan Abraham Yehoshoua bunun bir örneği. Novellanın merkezinde otuz yaşındaki umutsuz, tezini tamamlamak için yalnızlık arayan tarih öğrencisi var. Öğrencinin ismini değil, tezinin konusunu biliriz: Haçlılar. Bu, Filistinlilerin İsrail’i özdeşleştirdikleri işgalciye referanstır. Tarih öğrencisi sessizliği diaspora Yahudilerinin katkılarıyla yapılan milli ormanda bulur ve yangın bekçiliği işine talip olur. Milli orman, yakılmış bir Filistin köyünün üzerindedir. Öğrenciyi sadece resmi delegeler, turistler ve civardaki yürüyüşçülerin ziyareti böler. Yine de sessizliğin içinde bir gerilim işlemeye başlar; köyün eski sakinlerinden yaşlı bir Arap bakıcı ve yanındaki küçük kız. Gerilim sessizlikte yükselir, çünkü yaşlı Arap dilsizdir. Başlangıçta adamın yangın çıkarmasından şüphelenen ve tetikte olan tarih öğrencisinin bir süre sonra içten içe ormanın yanmasını istediğini fark ederiz. İkili arasında kaçınılmaz bağ kurulmaya başlar: Öğrenci yaşlı adama Haçlıları anlatır, yaşlı adam da garip sesler çıkararak kendini ifade etmeye çalışır. Öğrenci, dilsiz adamın burasının onun evi olduğunu, karısının burada öldürüldüğünü anlattığını hisseder. Sonunda yaşlı adam ormanı yaktığında sıkıntılarından kurtulan öğrenci yangın alarmını çalmaz ve 1948’in öncü Siyonistlerini andıran patronu tarafından suçlanır.
Yehoshua ile Kanafani’nin herhangi bir temasları, etkileşimleri olabilir mi?
Kişisel temasları olduğunu sanmıyorum. Siyasal olarak da farklılar, Yehoshua liberal sayılabilir. Ama edebi yaklaşımlarında bir benzerlik var. İkisi de Faulkner hayranı. Kanafani Ses ve Öfke’ye, Yehoshua Döşeğimde Ölürken’e tutkun. “İsrail’in Faulkner’ı” diye de anılır Yehoshua. Kitabı yayınlandığında sapkınlıkla, intiharı savunmakla, düşmanla özdeşleşen mazoşistlikle suçlanır. İsrail edebiyatının kurucu babalarından S. Yizhar’ın suçluluk içindeki karakterleri de şüphe ve ahlâki ıstırabın pençesinde kıvranır. Khirbet Khizeh adlı romanı, 1948’de İsrail güçleri tarafından çatışmasız işgal edilen Khirbet Khizeh köyünün Yahudileştirilmesini, Arap köylülerin “büyükbaş hayvanlar gibi” başka yerlere nakledilmesini anlatır. Anlatıcı da İsrail’in işgal, sürgün ve yakıp yıkmayla Yahudileştirdiği bu “kutsal” köyü alkışlar: “Yaşasın Yahudi Khisa!”
Irak’tan İsrail’e gelen Yahudi yazarların tutumunun farklı olduğunu iddia ediyorsunuz. Onları Avrupa’dan gelenlerden ayıran Arapları tanımaları mı?
Kitapta Shimon Ballas, Sason Somekh ve Sami Michael’den söz ettim. 1941’de Alman yanlısı Raşid Ali darbesinde Irak’ta kısa süren, Farhud diye adlandırılan bir pogrom oluyor, ama öncesinde Yahudi karşıtlığı çok güçlü değil. Dolayısıyla 1948-1951 arasında 120 bin Yahudinin Irak’tan İsrail’e göçünün esas sebebi, Ben Gurion’un İsrail’in Yahudi nüfusunu artırma, Irak’ta da Nuri el-Said’in ağırlıkla komünistleri destekleyen Yahudilerden kurtulma arzusu.
Elia Suleiman “İşgal bizi coğrafyayla başka türlü bir ilişkiye zorladı, gittiğimiz her yere Filistin’i de götürüyor, her yerde Filistin’i yaşayabiliyoruz” diyor bir söyleşide. 19. yüzyılda bütün Avrupa’da kendi ülkesi gibi yaşayabilen “Yahudi”nin özelliğiydi bu.
Ballas ve Michael komünist Yahudi yazarların önde gelenlerindendi. Doğu Yahudileri –Mızrahiler– Iraklı Yahudilerle de sınırlı değildi. Fas, Yemen, Etiyopya’dan da göçler oldu, ama Iraklılar şehirli ve entelektüel oluşlarıyla öne çıkıyor. Doğulu Yahudiler İsrail’deki Aşkenaz ağırlıklı hiyerarşinin katılığını, diğer Yahudilere yapılan ikinci sınıf muameleyi açığa çıkardı. 1960’larda İsrail’de yükselen muhalefetin, 1970’te Fas ve Yemen Yahudilerinin ağırlıkta olduğu İsrail Kara Panterleri’nin güçlenmesinin, Matzpen gibi küçük, ama Avrupa soluyla bağlantılı grupların İsrail’i sömürgeci politikalardan vazgeçmeye çağırmasının temelinde bu ayrımcı siyasetin de etkisi vardı. Kara Panterler, Golda Meir’ı dehşete düşürüyordu: Nasıl olur da Yahudi bir genç, Yahudi bir polise taş atabilirdi? Iraklı Yahudi yazarlar dillerini bildikleri, yaşantıları hakkında fikir sahibi oldukları Filistinlileri de görünür kıldılar. Ballas 1970’te hazırladığı Filistin öyküleri antolojisi ve Arap edebiyatıyla ilgili doktora teziyle onları Yahudi okurlara tanıtıyor.
İsrail Kara Panterleri ya da Matzpen gibi grupların muhalefetiyle Shmulik Maoz ve Ari Folman gibi yönetmenlerin eleştirileri arasında bir bağlantı görüyor musunuz? Udi Aloni’nin dediği gibi, “İsrailli asker-yönetmenler, fetihçi askerlerin travmalarını saf altına çeviren bu ödüllü yönetmenler” adil ve tarafsız olma gücünü hiç buldular mı? Gereksiz bir jest mi bu onlar için?
İki tavır arasında bağlantıdan ziyade karşıtlık var. İsrail Kara Panterleri ve Matzpen, İsrail’i kurban değil, fail olarak görüyordu. Maoz ve Folman ise filmlerinde (Lübnan ve Başir’le Vals) savaşın yol açtığı bireysel acıları sadece travma yaşayan İsrail askerleri bağlamında ele alıyorlar. İkisi de 1982’deki Lübnan işgalini konu ediniyor. Aloni, ikisi de savaşa katılan bu yönetmenlerin işgali anlatırken Filistinlilerin acısıyla ilgilenmemeyi başarabilmelerine öfkeleniyor, onları bir tür “simyacı” gibi görüyor: Filmler Altın Aslan ve Altın Küre ödüllerini alıyor çünkü.
Godard “kurmaca İsrailliler içindir, belgesel ise Filistinliler için” diyor ironik bir üslûpla. Bunu nasıl yorumlamak lâzım? Elia Suleiman’ın filmlerini düşündüğünüzde bu ifade geçerli mi mesela?
İşgalle Filistinliler sadece topraklarını değil, hikâyelerini de kaybetti. Yehoshua’nın Ormanlarla Yüzleşmek novellasını düşünelim yine: Yaşlı Arabın adı yoktur, dilsizdir. Onun ne anlatmak istediğini tarih öğrencisi aracılığıyla öğrenir ya da tahmin ederiz…
“Güneşteki Adamlar” bir çözülme, dağılma romanı. İşgal Filistinliyi mülksüzleştirmiş, aileyi dağıtmıştır. Hayatları dağılan üç Filistinli çölü aşıp Kuveyt’e kaçmak ister. Çölü geçmek gayet somut bir sorun ve öldürücü güneş Filistinlinin çaresizliğinin işaretidir.
Godard herhalde kurmacayı sesi olan, olayları planlayan ya da yönlendirenlerin yapabileceğini söylüyor. Belirli bir düzeyde doğru, ama itirazı da hak ediyor. Bu konumlar tarihseldir; uzun bir süre İsrail ve Yahudiler belgesellerin konusuydu. Nefret ve kötülüğün kurbanı Yahudiler hakkında bir dolu belgesel var. Ayrıca işgal Filistinlilerin sesinin duyulmasını engelleyebilir, çarpıtabilir, ama ortadan kaldıramaz. Trajik, kusurlu ya da parçalanmış bütün hayatlar anlatılmayı hak eder ve bunun bir yolunu bulur. Elia Suleiman’ın fragmanter anlatımında, gündelik hayatın absürd yönlerine bakan filmlerinde, Filistinlilerin hayatı tüm trajikliğine rağmen “kendi hayatları” gibi yaşadıklarını görüyorum. Onun filmlerindeki Filistinlileri şaşırtıcı buluyorum, trajik ya da irrasyonel değil. İrrasyonel olan işgal ve İsrail’in tutumu. “İşgal bizi coğrafyayla başka türlü bir ilişkiye zorladı, gittiğimiz her yere Filistin’i de götürüyor, her yerde Filistin’i yaşayabiliyoruz” diyor bir söyleşide. 19. yüzyılda bütün Avrupa’da kendi ülkesi gibi yaşayabilen “Yahudi”nin özelliğiydi bu. Şimdi ise bir toprağa nasıl ve ne kadar hâkim olursa olsun kendini güvende hissetmiyor.
Kanafani’nin Güneşteki Adamlar’ı da Filistinlinin sessizliği üzerine kurulu. Kuveyt sınırını kaçak geçmeye çalışan üç Filistinlinin su tankında havasızlıktan boğulması anlatılıyor. Şoför Abul Khayzaran’ın fırsatçılığı da öne çıkıyor. “Ölen Filistinlileri çöpe attığı için” eleştiriliyor Kanafani. Neden böyle bir roman yazıyor?
Güneşteki Adamlar bir çözülme, dağılma romanı. İşgal Filistinliyi mülksüzleştirmiş, aileyi dağıtmıştır. Hayatları dağılan üç Filistinli çölü aşıp Kuveyt’e kaçmak ister. Çölü geçmek gayet somut bir sorun ve öldürücü güneş Filistinlinin çaresizliğinin işaretidir. Siyasal önderlik, birlik de dağılmıştır, çünkü farklı kuşaklardan üç Filistinliyi sınırdan geçirecek olan da 1948’de İsrail’e karşı savaşan eski bir direnişçidir. Sınırda işler planlandığı gibi gitmez ve su tankındaki üç kişi havasızlıktan boğulur. Kaçakçı acı duyar, ama kendi hayatında da bir bütünlük kalmadığı için cesetleri çöpün yanına bırakır. Bu final Filistinlinin hayatının değersizliğine, önderlerin ihanetine, Arap devletlerinin kayıtsızlığına isyandır.
Roman dört defa tiyatroya uyarlanmış, ama finali değiştirilmiş. Tankere vuruyor, seslerini çıkarıyorlar ve hayatta kalıyor Filistinliler. Bu son, Kanafani’nin arzusu hilafına değil mi? Şayet isteseydi böyle bir final yazamaz mıydı?
Önce 1972’de El-Makhdun (Aldatılmışlar) adıyla sinemaya uyarlanıyor. Filmin sonunda, sınırda bekleyen tankerin içindekiler bağırıyor, tankere vuruyor, seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Bu, Filistin direnişinin 1963’ten 1972’ye kadar yaşadığı dönüşümü de gösteriyor. Kanafani romanı yazarken Filistinlinin yazgısının ülkeninkiyle iç içe geçtiğini, bireysel kurtuluşun mümkün olmadığını vurguluyordu. 1966’da yazdığı Ma tabakka lakum (Size Kalan) romanının kahramanı 16 yaşındaki Hamit de çölü geçmek zorundadır, ama bu kez çöl onun boğulduğu değil, yeniden doğduğu mekân olur.
Oyun olarak sahnelendiğinde de final değişiyor ama.
Sadece final değil, oyunların akıbeti de değişiyor. 1963-1989 arasında dört kez sahneleniyor. Her yorum direnişin koşullarıyla doğrudan bağlantılı. Oyunların ikisini Riad Masarwi hazırlıyor. 1981’deki oyun aynı adı taşıyor, ama 1983’te Beyrut Adlı İstasyon adını verdiği oyunun ekseninde Lübnan işgali yer alıyor. Diğer iki oyun 1988 ve 1989’da İbranice yazılıyor, ama sonuncusunun sahneye konmasına izin verilmiyor.
Hem film hem de oyun adaptasyonlarındaki değişiklikler bana tam da Kanafani’nin istediği bir şey gibi görünüyor. Filistin direnişinin içinde yazılan roman, onun geçirdiği dönüşümlerle birlikte değişiyor, yeni anlamlar kazanıyor. Nakba’nın 1948’de yaşanan felaketle son bulmadığını, her gün tekrarlandığını gösteriyor.
Kanafani yaşasaydı, bir siyasetçi olarak günümüzdeki Filistin mücadelesinde nasıl bir yol izlerdi sizce?
Romanlarının Filistin mücadelesiyle iç içe geliştiğini düşününce, yaşasaydı direnişin geçirdiği dönüşümlerin edebi pratiğindeki izlerini görebilirdik sanki. Ürdün’den sökülen gerillaların Lübnan’a gidişi ve iç savaş, İsrail’in Lübnan’ı işgali, Oslo süreci ve anlaşma, “Filistin Devleti”nin yozlaşması vs… Siyasal çizgisi muhtemelen değişmezdi, ama belki edebi faaliyeti yoğunlaşırdı.
Peki Hamas’ın yükselişi açısından bakarsak…
Hamas’ın yükselişiyle ilgili düşünceleri sanırım George Habaş’ın yıllar önceki cevabına benzerdi. Habaş yaklaşık olarak şöyle bir cevap vermişti: “Biz tarihsel bir süreçte Filistin direnişini yükselttik, ama zafere ulaştıramadık, şimdi başka bir süreçteyiz ve onlar da şanslarını deneyecekler.” Hamas’ın Filistin direnişini bölmek için 1990’ların başında İsrail tarafından desteklendiği doğru olabilir, ama El-Fetih, FHKC ve diğer örgütler önce Ürdün’den, ardından Beyrut’tan söküldüğünde Filistin’le bağları giderek zayıflamıştı. Hamas içerideki direnişin değişen koşullarda aldığı yeni bir biçim olarak belirdi. 1990’larda bir söyleşide Habaş “Yahudi milliyetçiliğini, İsrail’in kuruluşunu, siyasal mekanizmalarını daha yakından incelemeleri gerektiğini” söylüyordu. Klasik Yahudi stereotipinin dışında karakterler çizen Kanafani de bunu önemserdi sanırım.
İsrail’in Batı’nın kötülüğünün bedelinin Doğu’dan çıkarılması olduğunu söylüyorsunuz kitapta. Gelinen noktada, artık eşitsizliğin tarihsel-toplumsal gerekçelerle meşrulaştırılmasına bile ihtiyaç duyulmuyor sanki.
Bu meşrulaştırmanın kaynağı Yahudi tarihiydi; geleceğe dair beklenti ya da tahmin değil, hatırlama, unutmama ilkesi üzerinde şekillenen bir kavrayıştı. Bu, İsrail kurulana kadar sürgün, pogromlar ve holokost üzerinden şekillendi. Peki, İsrail kurulduktan sonra neyi hatırlayacak Yahudi? Bağışlama filminin yönetmeni Udi Aloni’ye bağlanalım yine. Artık bir “Yahudi”nin hafızası sadece atalarının acılarıyla sınırlanabilir mi? 1948’de Deir Yasin köyündeki (yeni adı Giv’at Shaul) katliamı da hatırlamak zorunda değil mi? Felsefeci Martin Buber köyün savaşı hatırlatan bir anıt olarak bırakılmasını istiyor, ama Ben-Gurion’u ikna edemiyor. Aloni burada eski köy okulunun yali erine bir akıl hastanesi kurulduğunu, toplama kamplarından gelenlere hizmet verildiğini söylüyor. Bir Filistin köyünde katliam yapıp oraya akıl hastanesi inşa etmek geçmişte yaşanan acılardan kurtulmanın yolu olamaz tabii ki. Bir katliamın hasarını başka bir katliamla onaramazsın. 2003’te, Auschwitz kampının üzerinde İsrail savaş uçaklarını uçurmak da geçmişin ağırlığından kurtulmayı sağlayamaz.
Genç bir yönetmenle yapılan söyleşide gördüğüm yeni bir örnek çok çarpıcı. Eytan İpeker’in Hayfa’da, Holokost’tan kurtulan yaşlı kadınların katıldığı bir güzellik yarışmasıyla ilgili belgeseli Miss Holokost Survivor’dan söz ediyorum. Yönetmen yarışmaya katılan kadınlara kamplarla ilgili soru sormamaya özen gösterdiğini söylüyor, ama bir yarışmacının çekimin sonunda “kampta bileğime vurulan numarayı çekmeyecek misiniz” sorusuyla şaşırıyor. Çok sarsıcı bir soru bu. Holokosta, geçmişin acılarına bütün bu örneklerdeki gibi de bakılabilir tabii, ama buradan özgürleştirici, adil bir bakış çıkarılamaz. Kendini sadece Yahudilerin acısı ve hafızasıyla sınırlamanın tek sonucu, Yahudiliği “zorunlu” hale getirmek olur. Belki onu artık “imkânsız” hale getiren de budur.
Express, sayı 176, Haziran 2021