İstanbul, Constantinople, İstanbul
Jane Birkin: İstanbul’un benim için her zaman çok özel bir yeri oldu. Babamın İstanbul’a hayran olduğunu biliyordum. Serge’in ailesinin, annesinin babasının Avrupa’ya doğru İstanbul’dan yola çıktığını biliyordum. Küçükken, haritaya baktığımda, Constantinople’un önemini anlardım. Serge’in anne-babası Fransa’ya sahte Türk pasaportlarıyla gitmiş. Babam da buraya hayran kalmış, İstanbul’a iki kere gelmiş, çünkü annem bu şehirde birkaç film çevirmiş. Ben de ilk defa kızım Lou’yla geldim. Lou bir filmde rol alacaktı, çekimlere başlamasına beş gün vardı. Atlası açtım, “haritanın üzerine bir iğne at, iğnenin düştüğü yere seni götüreceğim” dedim. Ve iğne İzlanda’yla İstanbul arasına düştü. İzlanda’yı tercih etseydi hayal kırıklığına uğrayacaktım, ama “İstanbul’u tercih ediyorum” dedi ve İstanbul’a geldik. Turist olarak şehri ziyaret ettik. Her zaman olduğu gibi, bir çocukla birlikte bir yere ilk defa gitmek çok neşeli bir şey.
İkinci gelişimse, Thierry Fortineau ve bana, benim yazdığım Pardon tu dormai adlı oyunu İzmir’de sahnelenme teklifi gelmesi vesilesiyle oldu. Benim için çok hoş bir sürprizdi. Atatürk Kültür Merkezi’nde tamamen dolu bir salon karşısında piyesi sunduk, seyircinin çoğunluğu erkekti, çok şaşırmıştım, çünkü oyun histerik bir kadının hikâyesi, ilginçti. Dönüşte, Thierry Fortineau ve torunum Roman’ı daha önce Lou’yla gittiğimiz yerlere götürmek üzere İstanbul’a getirdim. İlk gelişimde tanıştığım, olağanüstü bir adam olan taksi şoförü Aziz’i buldum. Akşamları kafeler, meyhaneler, Roll’un bürosu, pasajlardaki afiş ve eski kitap satan dükkânlar… Beni çok şaşırtan, Serge’le birlikte afişlerimizi saklayan plakçıydı (D-Tone). İstanbul’da tanındığımızı, bilindiğimizi hiç sanmıyordum. Sonra da işte şimdi geldim. Normalde, konser için bir günüm oluyor; küçük bir hile yaptım ve konser öncesinde bir gün daha kopardım. Bu sefer torunum Ben’i kaptım getirdim.
lrak savaşıyla, Arapların tehlikeli barbarlar oldukları yayılmaya çalışılıyor. “Arabesque” bu açıdan, tamamen tesadüfen, çok iyi bir zamana denk geldi.
Konser öncesindeki gün, eskiden yaptığımız güzergâhın küçük bir kısmını yaptık. Ayrıca, müzisyenlere de bu şehri göstermek istiyordum; onlar hakikaten kıymetli mücevherler benim için. Ve buraya gelip de, benim daha önce gördüğüm harika şeyleri onların görememesinden korkuyordum. Onları Topkapı’ya götürdüm; daha önce oraları bize gezdirirken rehberlik yapan Ali’nin anlattığı eğlenceli anekdotları aklımda kaldığı kadarıyla anlattım; Yerebatan Sarnıcı’na götürdüm.
Mısır Çarşısı’nın girişindeki muhteşem lokantaya tekrar gitmek de çok hoşuma gitti. Ne zaman güzel bir şey görsem, onlarla paylaşmak istiyorum, özelikle de bu dünya turnesinde. Büyük ölçüde onlar sayesinde, özellikle de Frankofon olmayan ülkelerde, kabul gördüğümüzü düşünüyorum. Dolayısıyla, onlara çok müteşekkirim… İstanbul’un sadece bir kere gelinen bir yer olmadığını düşünüyorum ve biraz ukalâca olabilir ama, bu kadar çok sevdiğim bir yerde onlara rehberlik etmek istedim…
Bir insanlık potpurisiyiz
İstanbul konserinin böyle geçeceğini tahmin etmiyordum. Yunanistan’da da konser verdik, orada da tanındığımızı görmek, salonun dolması beni çok şaşırtmıştı, ama orada bin kişi vardı. İstanbul’daysa beş bin kişi. Ve bu Fransızca sözleri dinleyen insanların sessizliğinin kalitesi, gönül zenginliği… Bu konserlerin bütününe dair benim en çok ilgimi çeken ve hoşuma giden şey, insanların ötekilerin kültürüne karşı duydukları ilgi ve merak, dilini anlamadıkları bir şeyi gidip izleme cömertliğini göstermeleri. Djamel’i (Benyelles, keman, düzenlemeler), Fred’i (Maggi, piyano), beni, Aziz’i (Boularoug, perküsyon) ve Amel’i (Riahi el Mansouri, ud) sahnede görmeye gelmeleri… Bizim sahnedeki varlığımız epey sıra dışı ve sonuçta çok iyi bir insanlık potpurisi… Bu akşam burada da insanların belki de sözlerini anlamadıkları bir şeyden nasıl etkilendiklerini, hüzünlendiklerini gördüm. Taşıdıkları şiir ve Serge’in müziğine kattıkları sayesinde, Serge’in şiirini bambaşka bir çehreye büründürdüler. Bütün bunları Djamel’e borçlu olduğuma inanıyorum.
Merhametin sesi
Aslında bu turne olmayacaktı. Tıpkı çok kısa ömürlü bir kelebek gibi, sadece Avignon festivali için bir araya gelmiştik. Ama bu bir aradalık bana öylesine büyülü geldi ki, kişiliğimin inatçı yanı ağır bastı ve sürdürdüm. Çok saygı duyduğum ve şimdi Lyon Festivali’nin direktörü olan Christian Scarlati bana “bir projen var mı?” diye sormuştu. Ben de “tabii ki” dedim, “Djam & Fam adında bir grupla çalışıyorum”. Besançon’a bizi görmeye geldi ve çok beğendi. Derken, ben bu projeyle Cezayir’e gitmek istediğimi söyledim. Olivier Gluzman her şeyi ayarladı. Bu arada Cezayir’e gitmeye niyetlenen pek kimse olmadığını anladım… (gülüyor) Cezayir’de beş cezaevinde konser verdik şu âna kadar. Yaşlılar evinde de konser vermemi istediler. İdam cezasına karşı konser verdik.
Bir arkadaşıma yardımcı olmak için Odéon’a gitmiştim, salonun programlarını düzenleyen adamla tanışmış oldum, yanımda torunum Roman vardı. “Dört günlük bir projen yok mu, Odéon’da dört günlük bir boşluğumuz var” dedi. Ben de “tabii ki var, gel Besançon’a dinle, eğer hoşuna giderse” dedim. Geldi ve “Odéon için mükemmel” dedi.
Tek piyanistle Ruanda’ya gitmiştim. Sokakta “Couleur Café”yi söylemek çok eğlenceliydi. Kalkıp gitmezseniz, insanlara onları sevdiğinizi nasıl söyleyeceksiniz?
Güzel tesadüfler zincirleme gidiyordu ki… Besançon’da prova yaparken abimden (Andrew Birkin, yönetmen) telefon geldi. Ne dediğini tam anlayamadım o anda, sesi öyleydi ki, umarım bir daha hayatımda bu kadar korkunç bir ses duymam, bir daha bu denli üzücü bir şeye tanık olmam… Hemen İngiltere’ye gitmek için yola çıktım, çünkü oğlu Anno bir kamyon kazasına kurban gitmişti, bütün müzisyenleriyle birlikte… Karısı bana “hemen Cezayir’e git ve Anno’yu da yanında götür” dedi. Çünkü Anno hep benimle birlikte gelmek istemişti gittiğim yerlere, Saraybosna’ya, Kosova’ya… Ben de bir başka biçimde Anno’yu götürmüş oldum. Cezayirli bir şair vardı, Anno’nun şiiri “Trop près de la riviere”in başlangıç bölümünü Arapçaya tercüme etmişti. Ve Cezayirli kadınlar, ben Anno’dan bahsederken kollarını böyle ileri doğru uzattılar, öyle bir ses çıkardılar ki, merhametin sesi!.. Cezayir’den döndüğümde, bunu Bee’ye, eltime anlattım. Çok etkilendi: “Ama nasıl böyle bir şeyi düşünebildiler? Onlar kendi çocuklarını katliamlarda kaybederken benim oğlumu nasıl düşündüler?” O zaman, mütevazı, sade insanların mütevazı, sade insanları anladıklarını düşündüm.
Üzüntülerden, felâketlerden ve melankoliden geçmiş insanlar, felâketlerden ve melankoliden geçen insanları anlıyor. İnsanlar, mutlulukta olduğu gibi, üzüntüde de birbirleriyle dayanışıyor. Ve yeğenim Anno adına da mutluyum, onu İstanbul’a kadar getirmiş olmakla gurur duyuyorum. Konserde okuduğum şiir belki birilerinin merakını celbedecektir, birileri abimin Galler’de yaptığı internet sitesi kicksjoydarkness’ı bulacaktır, Anno’nun şiirleri yayılacaktır, biliyorum. Belki de birileri İstanbul’dan Anno’ya ulaşacaktır. Tabii ki insanlar ölüyor, ama bir şekilde onların sözlerini biraz daha uzağa götürebiliyorsun.
Ruanda’da “Couleur Café”
Serge’in müziğini de uzağa taşıyorum, 90 dakikanın ötesine… Onun müziğine haksızlık etmediğimi düşünüyorum. Serge’in müziğini dinlemek, satın almak isteyen insanlar için bütün albümleri hâlâ duruyor. Abime de anlattım, “insan sesinden daha değerli hiçbir şey yok” dedi, insanlar tabii ki plakları tercih edebilir, onları satın alabilir, “Melody Nelson”ı bu akşamki versiyona tercih edebilirsin, ya da benim eski bir albümümdeki bir başka versiyonu… Ama doğrudan, canlı insan sesi çok önemli.
Çok uzaktaki çok küçük topluluklarda dahi bir etki yaratabiliyorsunuz. Tek bir piyanistle Kigali’ye (Ruanda) gitmiştim. Orada, sokakta “Couleur Café”yi söylemek çok eğlenceliydi. Ve eğer yerinizden kalkıp gitmezseniz, insanlara onları sevdiğinizi nasıl söyleyeceksiniz? Bilet paramı cebimden verdim. Sınır Tanımayan Doktorlar’la gittim, onlar nerede yatıyorsa biz de orada yattık. Ruanda büyük bir dehşet; canavarca bir soykırım yaşayan insanlar, bana ölülerini, bütün iskeletleri gösterdiler. Babamın küllerini bu kemiklere serperken buldum kendimi. “Ne yapıyorum ben, babamı dünyanın en dehşet verici yerlerinden birine bırakıyorum” diye geçirdim içimden. Sonra şöyle düşündüm: Babam bilge bir insandı, eminim bu insanlara söyleyecek sözler bulacaktır. Ve zaten bu insanlara, babamın küllerinden başka neyle ispatlayabilirdim ki, benim için sıradan olmadıklarını.
Bir halkı nasıl savunacağız?
Bazen insanın yapacak çok fazla şeyi olmuyor, fazla geç kalıyor, her zaman, hep çok çok geç kalınıyor. Ama eğer arzunuz, niyetiniz ve şarkılarınız varsa –bazen şarkı söyleyerek daha kolay– biraz yol alabiliyorsunuz, insanların biraz gülmeye, eğlenmeye de ihtiyacı var. Saraybosna’da, yeraltında bir mahzende şarkı söyleyen, dans eden insanları görmek çok eğlenceli ve düşündürücüydü… Başka ne yapılabilir ki?
Hoşuma giden, sahnede kelimelere ihtiyaç olmaması: Aziz, Djamel, Amel, Fred ve ben… Avrupalıların onlar için ayağa kalkması beni çok heyecanlandırdı.
Aynı şekilde Çeçen çocuklar için de bir şeyler yapmak istiyorum. Dünyadan neredeyse dışlanan bu ülkenin gururlu insanlarını herkese göstermek istiyorum. Putin İngiltere kraliçesiyle birlikte çay içiyor; Fransa’da, İngiltere’de herkes onu bağrına basıp ağırlıyor. Büyük bir saflıkla, Putin’e eğer Çeçenistan’da yaptıklarına son verirse daha çok sevileceğini gösterebilirsek belki bir işe yarar diye düşünmüştüm. Ama bana “sen ne diyorsun, o zaten herkes tarafından seviliyor, kabul ediliyor” dediler. Doğru. Peki bu halkı nasıl savunacağız? Bu çocukları dans ederken seyredenlerin “bak sen, demek ki bunların dağlarda yaşayan vahşiler oldukları propagandası yalanmış” diye düşüneceklerine inanıyorum. Bu çocukları dans ederken, şarkı söylerken gördüğünde artık eskisi gibi düşünemezsin.
Bu çocuklar bir dans grubu. Milène adında harika bir kız sayesinde onları tanıdım. Onları ilk defa, Paris’in dışında bir lisede gördüm. Oraya merhamet duygusuyla gitmiştim, coşkuyla çıktım. “Mutlaka mutlaka onlar için bir tiyatro salonu bulmam gerek” diyordum. Telefon defterimi karıştırdım. Gecenin bir saati Ariane Mnouchkine’i aradım, Cartoucherie’yi verip veremeyeceğini sormak için. Telefonu Christopher açtı, Ariane Mnouchkine’in Japonya’dan dönmediğini söyledi. 25 çocukla birlikte bir lisede olduğumu, onların ancak karınlarını doyurabildiğimi, eğer dans edebilecekleri bir yer bulamazsam, ertesi gün Belçika ve Hollanda üzerinden ülkelerine, Çeçenistan’a dönmek zorunda olduklarını anlattım. Üç saat sonra Ariane Mnouchkin aradı ve “Cartoucherie’nin kapılarını açıyorum” dedi, “ama salonu doldurmak sana kalıyor”.
Radyolarda, televizyonlarda ne kadar tanıdığım varsa hepsinin başının etini yedim. Her fırsatta bu Çeçen çocuklardan söz ettim, her radyoda… 24 saatte salonu doldurduk. Bütün medya olaya yer verdi. Tabii ki Michel Piccoli, Patrice Chéreau, Olivier ve Jean Rolin kardeşler gibi her zaman güvendiğim insanlar oradaydı… André Glucksmann’a da ilk defa orada rastladım. Çeçenistan konusunda çok çaba harcayan bir insan. Ben durumun bilincine varmazdan çok uzun zaman öncesinden beri elinden geleni yapmaya çalışıyor.
Çocuklar ve öğretmenleri o dolu salonu gördüklerinde, öyle sanıyorum ki, yalnız olmadıklarının farkına vardılar. Çeçen milli marşını söylediklerinde herkes ayağa kalktı. Onlarla Londra’ya da gittim. Çünkü İngiliz basını “eğer onlarla beraber gelirsen yarım sayfa ayırırız, aksi takdirde Çeçen çocukların hiçbir ilginçliği yok” dedi. Tabii ki ben de gittim. O çocukları bir kere seyreden insanların artık Çeçenistan hakkında aynı şekilde düşünmeyeceklerine eminim.
Bugünün Gandi’si: Aung San Suu Kyi
O kadar çok yerde büyük kötülükler yaşanıyor ki… Birmanyalı insan hakları savunucusu Aung San Suu Kyi’nin başına gelenler de bunlardan biri. Şimdi nerede olduğunu bilemiyoruz. Belki de tıpkı Albay Mesud gibi öldürülecek. Hatırlıyorsunuz, Afganistan’daki Albay Mesud’un ölümüne hepimiz tanık olduk ve ülkelerimiz hiçbir şey yapmadı.
Hayatımdaki en güzel anlar, akşamleyin Seine kıyısında oturup Serge’in şarkılarını içimden geçirdiğim anlar. Orada kendimi bir Türk halısının üstünde hissediyorum.
Aung San Suu Kyi Nobel Barış Ödülü sahibi; elinde tüfek, füze, silah olmayan, mutlak pasifizmden yana bir kadın. Onunla tanışma şansına erişmiştim. Gördüğüm en pasifist, en budist ve aynı zamanda en eğlenceli insandı. Çok güçlü mizah duygusu, işin tuhaf yanı, oldukça İngiliz bir mizahı var, ve bu yüzden de, kocasının Britanyalı olması nedeniyle çok eleştiriliyor. Bu yazıyı okuyan herkes Aung San Suu Kyi için bir şey yapabilir, Amnesty International’a ya da Ligue internationale des droits de l’homme’a yazabilirler. Bu onun kaderini değiştirebilir. Umarım çok geç değildir, ölmüş olmasından korkuyorum. Şu anda Tayland’da bulunan bir arkadaşım, telefonda başından yaralı olduğunu söyledi. Arabasını devirmişler. Beraberindeki bütün öğrencilerle birlikte tutuklanmış. Düşmanları onu öldürünce ne kaybedecekler ki? Bir ay, iki ay insanlar bu konuyu konuşacak, bir anıt dikecekler, tişörtler yapacaklar falan filan… Peki ama ya sonra? Birmanya’daki [Myanmar] generallerin düşmesi için kim mücadele edecek? Kimse yok. Japonlar ilk defa angaje olma ihtiyacı hissedip çok iyi bir şey yaptılar; Birmanya’ya ambargo koydular. Bu, Birmanya rejimine zarar verebilir. Avrupa’nınsa umurunda değil. İnsanlar esas olarak paranın geldiği yerin sözünü dinliyorl. Ama her bir imzanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yapayalnız, güçlü ve mizah dolu bir kadın –çok ender bir durum. O derece pasifist olmak çok zor. Sık sık duyuyoruz, insanlar “günümüzün Gandi’si nerede?” diye soruyor. İşte Aung San Suu Kyi bugünün Gandi’si. Eğer onun ölmesini istemiyorsak, bir şey yapın. Adınızı listeye koyun. Belki de dikkate alırlar.[i]
Bosnalılar “primat”, Araplar “barbar”
Başkalarının onurundan, özsaygısından çok şey öğrendim. Aklıma Saraybosnalı küçük bir çocuk geldi. Küçük bir transistörlü radyosu varmış, radyodan duymuş, sanıyorum bir Alman programıymış, Boşnakların primat oldukları söylenmiş… Bana bunu anlattı, inanamadım, sonra tamamen harabe halindeki evine koştu, elinde bir sanat kitabıyla geldi. Kitabını eliyle temizledi ve bana gösterdi. Çok mağrurdu. Ağlamıyordu. “İşte bak, benim şehrim bu” dedi, bütün onuruyla… Onlar bir kültürleri, hatta dört, hatta beş kültürleri olan bir halktı. Sonradan edindiğim ülke Fransa’da da, kendi ülkem İngiltere’de de haberlerde olmadık, saçma sapan şeyler anlatılıyordu, çünkü aslında, maalesef Fransa hükümeti Sırpların tarafındaydı. İngilizler de aynı ve insanlar olup bitenlere gözlerini kapatıyordu. Şimdi de Irak savaşıyla, Arapların tehlikeli barbarlar oldukları yayılmaya çalışılıyor. Arabesque bu açıdan, tamamen tesadüfen, çok iyi bir zamana denk geldi. Benim açımdan İngiltere prömiyeri çok önemliydi. İnsanların görüşlerini etkileyip etkileyemeyeceğimizi merak ediyordum. Abim, hayatta olan oğluyla beraber savaşa karşı yürüyüşlere katılmıştı. “Müzisyenlerine söyle, İngiliz pasaportumu yakmaya hazırlanıyorum” diye bir not gönderdi bana.
Benim hoşuma giden, sahneye çıktığımızda, kelimelere ihtiyaç olmaması: Aziz, Djamel, Amel, Fred ve ben… Avrupalıların, İngilizlerin onlar için ayağa kalkması beni çok heyecanlandırdı. Olağanüstüydü… Ayakta alkışladılar… Onlarla birlikte Cezayir’de mi, yoksa kendi ülkem İngiltere’de mi daha fazla gurur duydum, bilemiyorum. Konserlere devam edeceğiz. Martta Avustralya’ya gidiyoruz. Romanya’ya, biraz da romantizmle Saraybosna’ya gitmek istiyorum, Filistin ve İsrail’de, Kudüs ve Tel Aviv’de konser vermeyi çok istiyorum. Müzisyenlerime sordum, hemen kabul ettiler; Djamel “inşallah” dedi.
Bak, bir otoyolda gidiyorsun, Milano’dasın, saat sabaha karşı bir, bir arkadaşının doğum gününü kutlamak üzeresin ve bir kamyon geliyor, sizi deviriyor, hepiniz yirmi yaşındasınız, sen direksiyonda bile değilsin ve hepiniz ölüyorsunuz. Ben de Djamel’le aynı kanıdayım: İnşallah. Eğer bu küçük güzergâhı yapabilirsek, çok gurur duyacağım.[ii]
Seine, Ben, Serge
Sonuçta, hayatta eğlenceli çok şey yok. Ah hayır, çocuklar var. Şu sıralar hayatımdaki en güzel anlar, akşamleyin Seine kıyısında oturup Serge’in şarkılarını içimden geçirdiğim anlar. Bir saat boyunca orada kendimi bir Türk halısının üstünde hissediyorum.
Bazen şarkı söylerken insanların yüzüne baktığımda, hüznü görüyorum. “La chanson de Prévert” hüzünlü bir şarkı mesela, Fransa’nın orta bölgelerinde, yüzlerindeki kederi görüyorsun, insanlar işsiz, konsere gelecek imkânları yok, ama yine de fedakârlık yaparak merakla geliyorlar ve birden karşılarında Djamel’i görüyorlar, dinliyorlar, yüzleri ışıyor. Hayatlarında daha önce Arap müziği dinlememişler. Yoksul, dışlanmış yerlerde insanlar çok daha fazla etkileniyor. Manchester’da insanlar biletlerini internet üzerinden almışlar, beni tanımıyorlar bile, bir gece önce televizyonda görmüşler, merak ederek gelmeye karar vermişler. Çocukluğumdan hatırladığım, cesur, mert insan suratları. Merak sınır tanımıyor ve muhteşem bir şey bu.
Bu akşam İstanbul’da da insanların heyecanı, dikkati çok etkileyiciydi. Ben’in burada olması, bunları işitmesi çok hoşuma gitti. “Serge dede yaşasaydı şimdi kaç yaşında olacaktı?” diye sorar hep, “Serge dede kaç yaşında öldü?” Sürekli dilinde bir Serge dede vardır… Serge, Charlotte’un çocuklarının hiçbirini görmedi maalesef. Bu akşam Ben buraya, büyük büyük anne-babasının hayatlarını kurtaran topraklara gelmiş oldu. Onun için iyi bir hatıra olacak. Müzisyenlerin de bu hatırayı kıymetini bilerek saklayacaklarını sanıyorum.
Qui est moi
Bu albümün prodüksiyonunu kendim yaptım. Çünkü plak şirketim için pek önem taşımadığımı anladım. Odéon’daki gösteriden sonra sözleşmemi yenilemek için gelirler diye bekliyordum. Ama gelmediler. Otuz yıl Universal’le çalıştıktan sonra boştaydım. Gabrielle Crawford sayesinde albümün kayıtlarını, filmi, her şeyi kendimiz yaptık. Sonra, EMI’ın şefi ve Serge’in çok iyi dostu olan Levi’yi aradım. “Ben sizi ilgilendiriyor muyum?” diye sordum. Tıpkı bir Türk halısı gibi, değerimin ne olduğunu bilmiyorum. Vaktiyle, fena olmayan, iyi bir Türk halısı olduğumu biliyorum. Ama halılar zamanla yırtılıyor, üstlerinde delikler açılıyor, gerçi ben yıpranmış halıları seviyorum, ama fiyatımı bilmiyorum. “Ben bu albümün prodüktörü olarak kalmak istiyorum, çünkü zaten bitmiş durumda, ama siz dağıtımını yapmak ister misiniz” diye sordum. Kabul ettiler.
Üç albümlük sözleşme imzaladım. Birincisi Arabesque . İkincisi, bütün dünyadan düetler olacak (Rendez-vous, 2004). Bir Lübnan şarkısı, bir Yunan şarkısı, belki de kim bilir, neden olmasın, buradan bir şarkı… İngiltere daha banal, ama olacak, Fransa tabii ki olacak, 12 farklı ülkeden şarkıcıyla 12 şarkı yapmak istiyoruz.
Bugüne kadar, Serge’in benim için yazmadığı 12 şarkıyı yaptım, Version Jane adıyla. Ayrıca, başkalarının benim için yazdıkları 12 şarkıyı yorumladım, kapakta kelebek gibi olduğum albüm (À la légère, 1999)… Piyesim Oh! Pardon tu dormais’den sonra, insanın kendisine benzeyen sözcükler yazmasının ilginç olduğunu düşünüyorum. Piyeste “ki, ben oyum” diye bir ifade kullanmıştım, metni okuyan bir arkadaşım “qui est moi denmez, bu Fransızca değil” dedi. Ben de o zaman içimden kendi albümümün adını böyle koyarım diye geçirdim: Qui est moi. (gülüyor)
Roll, sayı 78, Ağustos 2003
[i] Askeri diktatörlüğe karşı 1990’da seçimleri kazanan Aung San Suu Kyi [Ang San Su Çi], başbakanlık yetkisi yerine 15 yıl ev hapsinde tutuldu. 1991’de Nobel Barış Ödülü’nü aldı. 2003’te partisi NLD’den en az yetmiş kişinin öldürüldüğü Depayin katliamından sağ kurtuldu. 2015 seçimlerinde, başbakanlığa eş bir konum olarak uydurulan eyalet danışmalığını kazandı. Yönetimi altında Myanmar, Rohingya soykırımıyla, basın üzerinde baskı kurmakla eleştirildi. 2020 genel seçimlerini de kazanan Aung San Suu Kyi, 1 Şubat 2021’de düzenlenen darbeyle devrildi ve çeşitli suçlamalarla 33 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
[ii] 2003’te Beytüllahim, Ramallah ve Gazze konserlerinin ardından Tel Aviv’e geçen Jane Birkin ve Arabesque ekibi için Haarets gazetesinde Benny Mer şöyle yazıyordu: “Fransa’da yaşamayı ve bir Yahudiyle evlenmeyi seçen İngiliz kız, şimdi Arap müzisyenlerle takılıyor ve çekici tebessümüyle milliyetçileri çileden çıkarıyor.”