31 Mart yerel seçimlerine sayılı günler kaldı. Ve ekonomi günden güne daralıyor. Daralan ekonomi sonuçlara yansır mı, “merkez muhalefet”in liberal perspektifi destek bulabilir mi? Seçim sath-ı mailine ekonomi üzerinden kuşbakışı…
Türkiye derin bir ekonomik krizin tam ortasında. 2018-2019 krizinin ilk aşaması Ağustos 2018’deki döviz kriziyle başladı. Döviz krizinin etkileri hızla ekonomiye yayıldı; enflasyon, faizler ve işsizlik artarken sanayi üretimi daraldı ve ekonomik büyüme durma noktasına geldi. Krizin ikinci aşaması, Erdoğan hükümetinin krizin yarattığı sonuçlarla mücadele etmesiyle ve krizin sorumluluğunu başkalarına yüklemeye çalışmasıyla sürüyor.
Üçüncü aşama ise 31 Mart 2019’da yapılacak yerel seçimlerden sonra başlayacak. Bu yazıda, yaklaşan yerel seçimler bağlamında 2018-2019 ekonomik krizinin arka planını, krizin aşamalarını ve güncel durumu ele alacağım.
Arka plan
Türkiye ekonomisi, 1998-2008 arasında Uluslararası Para Fonu (IMF) programları ile yönetildi. IMF programı sürerken 2001’de Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizi yaşandı. 2002’de yapılan genel seçimlerde, 2001 krizi sırasında iktidarda olan koalisyon hükümetinin bileşeni olan partilerin hiçbiri yüzde 10 seçim barajını geçemeyince, seçimlerden sadece birkaç ay önce kurulan AKP tek başına iktidar oldu.
AKP, sert neoliberal kemer sıkma tedbirlerini içeren IMF programını olduğu gibi devraldı ve uyguladı. 2000’lerin ilk yarısı, ABD’de uygulanan genişletici para politikaları sonucunda dünya ekonomisinde canlı bir büyümenin yaşandığı bir dönemdi. Artan risk iştahı, uluslararası fonları yükselen piyasa ekonomilerine yönlendirdi. AKP hükümetleri, bu sermaye akımlarından cömertçe yararlandı.
Bu ortamda AKP, bir yandan emek piyasasının esnekleştirilmesi, özelleştirmeler ve merkez bankası bağımsızlığı gibi neoliberal reformları hayata geçirirken, diğer yandan da bu piyasa reformlarının yaratabileceği olumsuzlukları törpülemek için sosyal ve finansal içerilme mekanizmalarını uygulamaya koydu.[1]
Ocak-Ekim 2018 arasında, enflasyon yüzde 10,3’ten 25,2’ye, tüketici kredisi faizi 18,5’ten 38,2’ye fırladı. Sanayi üretimi 2018 boyunca sürekli geriledi, aralık ayında daralma yüzde 9,8’e ulaştı. İşsizlik sert bir artışla yüzde 12,3 seviyesine geldi.
Dünya ekonomisinde 2008-2009 arasındaki resesyondan sonra ABD, AB ve Japonya merkez bankalarının koordineli olarak uyguladıkları genişletici para politikası (quantitative easing) sonucunda sermaye akımları yeniden Türkiye gibi ülkelere yöneldi. Türkiye ekonomisi 2010’da krizden hızla çıktı ve 2013’e kadar canlı bir ekonomik büyüme dönemi yaşandı.
2013 yılı Türkiye için bir dönüm noktası oldu. Bunun nedeni sadece Gezi Parkı protestoları ile AKP iktidarının otoriter yüzünün daha net görülmesi ya da AKP ile Gülen Hareketi arasındaki kavganın şiddetlenmesi değildi. Aynı zamanda, Mayıs 2013’te ABD merkez bankası Fed’in piyasalara faiz artıracağı sinyali vermesi, bir anda sermaye hareketlerinin yönünü değiştirmişti. Bu andan sonra, AKP’nin 2002’den itibaren uyguladığı ve yabancı sermaye girişlerine bağlı ekonomik model tıkandı.
Birikim modeli krizi
AKP’nin uyguladığı ekonomik model, 2001 krizi sonrasındaki IMF programının devamıdır. Bu model, enflasyonu düşürmek için faizlerin yüksek tutulmasına dayanıyordu. Ancak yüksek faizin bazı yan etkileri vardı. Sermaye girişleri nedeniyle TL aşırı değerlendi, bu da ithalatı teşvik etti. İthalatın ucuzlaması, tarım ve sanayi sektöründeki üretim yapısını zayıflattı, dışa bağımlılığı artırdı.
2008-2009 krizi sırasında AKP ekonomik büyümeyi canlandırabilmek için finansal olmayan firmaların dövizle ve yurtdışından borçlanmasına izin verdi. Bu serbestleştirme sonrasında firmalar döviz borçlarını hızla artırdılar. Sonuçta bu modelle üretimin ithalata bağımlılığı, ekonomik büyümenin de sermaye hareketlerine duyarlılığı arttı.
Türkiye’de 2013 sonrasında oluşan yapısal kriz konjonktüründe 2014, 2016 ve 2018’de üç kere ekonomik darboğaz yaşandı. İlk darboğaz sermaye hareketlerinin kısa süreli canlanması, ikincisi de devlet destekli kredi genişlemesi sayesinde atlatılabildi. Ancak, 2018 başında ekonomi hızla kötüleşmeye başlayınca, normalde 2019’da yapılması planlanan parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri erkene alındı. 24 Haziran 2018’de yapılan seçimlerde AKP genel başkanı Erdoğan cumhurbaşkanı seçildi, AKP’nin MHP ile yaptığı ittifak da parlamento çoğunluğunu kazandı.
‘80 sonrası seçimlere bakıldığında, iktidar partilerinin oy oranı ile ekonominin büyüme oranı arasında bir bağlantı olduğu görülebilir. AKP döneminde de daralma yaşandığında iktidara desteğin azaldığı bir vakıa. Örneğin, 2009’da ekonomi yüzde 4,3 daraldığında yerel seçimlerde AKP’ye destek yüzde 38,4’e gerilemişti.
Döviz krizi
24 Haziran seçimleri sonrasında siyasi rejim değişti, parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildi. Yeni sistemin ayırt edici özelliği, güçler ayrılığının ortadan kaldırılması ve gücün yürütme organı ve cumhurbaşkanlığı etrafında merkezileştirilmesiydi.
Rejim değişiminin yarattığı siyasi belirsizliğe, ağustos ayında Türkiye ile ABD arasında yaşanan gerilim eklendi. ABD başkanı Donald Trump’ın, Türkiye’de tutuklu bulunan ABD vatandaşı rahip Andrew Brunson’ın serbest bırakılması konusunda yaptığı baskı, kısa süre sonra ABD’nin Türkiye’ye karşı ekonomik yaptırımlar uygulayacağı tehdidi ile tırmandı. Bu süreçte TL hızla değer kaybetti; 2018’in ocak ile ağustos ayı arasındaki değer kaybı yüzde 40 düzeyindeydi.[2]
Krizin sonuçları ile mücadele
Ağustos ayındaki döviz krizinden birkaç ay sonra, ekonomik tablo hızla kötüleşti. Ocak-Ekim 2018 arasında, enflasyon yüzde 10,3’ten 25,2’ye, tüketici kredisi faizi 18,5’ten 38,2’ye fırladı. Sanayi üretimi 2018 boyunca temmuz ayı hariç sürekli geriledi, aralıkta daralma yüzde 9,8’e ulaştı. İşsizlik ise sert bir artışla yüzde 12,3 seviyesine geldi.[3]
Erdoğan yönetiminin yaşanan bu ekonomik çöküşe tepkisi zamanla değişti. İktidar, ağustos boyunca, yaşanan sorunların Türkiye ekonomisinden kaynaklanmadığını, uluslararası ilişkilerdeki gerilimler nedeniyle ortaya çıktığını ve Türkiye ekonomisine bir saldırı olduğunu savundu.[4]
Döviz krizinin etkisi ekonomiye yayılmaya başladığında, ekonomi yönetiminin söylemi değişti. İlk başlarda dış kaynaklı olarak gösterilen ekonomik zorluklar, daha sonraları, “mal stoklayarak fiyatların artmasına neden olan” Türkiye’deki depoculara ve toptancılara bağlandı. Özellikle bazı gıda ürünlerinin fiyatlarının önlenemeyen şekilde yükselmesi sonucunda devlet soğan depolarını basarak soğanlara el koydu.[5]
Bunun amacı, yaşanan ekonomik zorlukların sorumluluğunun ekonomi yönetiminde olmadığı, yabancı güçler ya da Türkiye’deki fırsatçılar nedeniyle zorlukların yaşandığı mesajını vermekti. Bu süreçte ağırlaşan çalışma koşullarına itiraz eden ve direnişe geçen işçilere sert bir şekilde müdahale edildi, grevler yasaklandı.[6]
2002’den beri Türkiye’yi yöneten AKP, ilk kez 7 Haziran 2015’teki parlamento seçimlerinde tek başına iktidar olamamıştı. 2015’ten bu yana, özellikle de 2017’deki referandumdan beri AKP, MHP ile ittifak yaparak iktidarda kalabiliyor. 31 Mart 2019’daki yerel seçimlerde de bu ittifak sürüyor. Enflasyonun ve işsizliğin hızla arttığı bir resesyon ortamında gidilecek seçimlerde AKP açısından kritik olan, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirleri elinde tutabilmek.
Siyasi otoriterizme karşı özgürlük mücadelesini, piyasa otoriterizmine karşı eşitlik mücadelesini birleştirebilecek bir siyasi hat, bu süreçten çıkışı sağlayabilecek yegâne seçenek.
1980 sonrasındaki seçimlere bakıldığında, iktidar partilerinin oy oranı ile ekonominin büyüme oranı arasında bir bağlantı olduğu görülebilir. Her ne kadar 2002 öncesinde bu bağlantı daha güçlü olsa da, AKP döneminde de ekonomik daralma yaşandığında iktidara desteğin azaldığı bir vakıa. Örneğin, 2009’da ekonomi yüzde 4,3 daraldığında aynı yıl yapılan yerel seçimlerde AKP’ye olan destek yüzde 38,4’e gerilemişti.[7] Önümüzdeki yerel seçimlere benzer bir ekonomik kriz konjonktürüyle giriliyor, ancak bu sefer AKP, ittifak yaptığı MHP ile beraber hareket ediyor. O nedenle sonuçları kestirebilmek oldukça zor.
Muhalefetin perspektifi
2018-2019 ekonomik krizinin üçüncü aşamasının 31 Mart’taki yerel seçimler sonrasında başlaması bekleniyor. Bu yeni aşamada, seçimler nedeniyle ertelenen kemer sıkma tedbirlerinin uygulanması gündeme gelebilir. Bu anlamıyla 2019’un geri kalanında da ekonomik büyümenin canlanması oldukça zor.
Böyle bir ortamda, muhalefete hâkim olan liberal perspektifin önemli bir açmazı bulunuyor. Ana muhalefet partisinde hâkim olan bu yaklaşıma göre, Türkiye’nin parlamenter sisteme dönmesi ve uluslararası yatırımcılara güven veren yeni bir yönetimin oluşturulmasıyla birlikte ekonomik sorunlar çözülecektir.
Özetle, liberal muhalefet, AKP’nin ilk hükümet döneminde uyguladığı IMF programını savunuyor. Bu programın özellikle işçi sınıfı ve yoksullar arasında destek bulması mümkün değil.
Sol muhalefetin önünde, Türkiye’yi siyasi olarak AKP otoriterizminden, ekonomik olarak da IMF programı kaynaklı piyasa otoriterizminden kurtaracak bir siyasi hattın nasıl oluşturulacağını bulma görevi var. Siyasi otoriterizme karşı özgürlük mücadelesini, piyasa otoriterizmine karşı eşitlik mücadelesini birleştirebilecek bir siyasi hat, bu süreçten çıkışı sağlayabilecek yegâne seçenek olarak görülüyor.
* Bu yazı ilk olarak Rosa Luxemburg Stiftung’da yayınlanmıştır.