İktidar koalisyonu 31 Mart 2019 seçimlerinde, 7 Haziran 2015’tekine benzer bir seçim yenilgisi aldı. Bu yenilgi ve yenilginin hazmedilmesi sürecinin uzaması, seçim sonrasında açıklanacağı ilan edilen acı reçetenin de ertelenmesine neden oldu. Seçimin bir hafta öncesinden başlayarak geçtiğimiz bir ayın kritik gelişmelerini mercek altına alıyoruz.
Seçimlerin hemen öncesindeki hafta, bir uluslararası bankanın TL’nin değer kaybedeceği beklentisinin kamuoyuyla paylaşılması ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) rezervlerinin ne kadar olduğu ile ilgili belirsizlik oluşması gibi nedenlerle TL’nin hızla değer kaybetmeye başlaması üzerine ekonomi yönetimi ilginç bir strateji geliştirdi. Bu strateji, yabancıların elindeki TL miktarının kısılması ile TL’den kaçışın kısa süreliğine de olsa durdurulabilmesine dayanıyordu. Bunun için ise Türkiye’deki bankaların kendi döviz mevduatları ile TL’yi takas ettikleri Londra’daki swap piyasasının askıya alınması gündeme geldi.
Ekonomi yönetimi gerek Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) aracılığıyla yaptıği müdahale ile, gerekse de bizzat bankalara yaptıkları telkinlerle “off-shore” TL piyasasını bir anda kuruttu ve 25 Mart sonrasında TL’nin Londra swap piyasasındaki faizi yüzde 1000’i geçti.
Daha önce de belirttiğim gibi, Londra takas operasyonu ekonomik bir gereklilik nedeniyle değil, siyasi bir saikle yapıldı: Yegâne nedeni seçimlere kadar TL’nin değerini belli bir seviyede tutmaktı. Ancak bu operasyonun ekonomik maliyeti ağır oldu. Kısa süre içinde hem TL’deki değersizleşme Londra swap operasyonu öncesine döndü, hem de Türkiye’deki hazine borçlanma faizleri ve risk primi arttı. Siyaseten ise iktidar koalisyonunun seçim yenilgisini engelleyemedi.
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı “Yapısal Dönüşüm Adımları” başlıklı paket ve sunuştaki powerpoint’ler IMF-markalı yapısal uyum reformlarını andırsa da, açıklanan önlemleri sert bir kemer sıkma programı olarak adlandırmak zor.
Kritik bir dönüm noktası
31 Mart 2019 seçimleri, pek çok açıdan kritik bir dönüm noktası olarak görülebilir. İktidar koalisyonu yerel seçimlerde net bir yenilgi aldı. Kemal Can’ın işaret ettiği gibi, “2011’de AKP 50 milyon oyun 21,5 milyonunu alırken bugün 57 milyon oyun 18,5 milyonunu almış durumda.” Her ne kadar bu yazının yazıldığı tarihte (28.04.2019) Yüksek Seçim Kurulu İstanbul seçimleriyle ilgili nihai kararını henüz açıklamasa da, Millet İttifakı’nın adayı Ekrem İmamoğlu mazbatasını çoktan aldı. Ancak 31 Mart seçimleri, iktidar koalisyonunda ciddi sancıların ortaya çıkmasına neden oldu.
Örneğin, ittifakın bileşenlerinden Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) lideri Devlet Bahçeli, seçimlerden en çok oy artırarak çıkan partinin MHP olduğunu ileri sürerek oy oranlarının yüzde 18,81 olduğunu ilan etmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) lideri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise, partisinin oy oranının yüzde 44,7 olduğunu, Cumhur İttifakı’nın toplam oyunun ise yüzde 51,7’ye ulaştığını açıklamıştır. Görüldüğü gibi, her iki liderin kendi partilerinin aldığını iddia ettikleri oy oranları aynı anda doğru olamaz. Uygulanan ittifak sistemi nedeniyle net oy oranını bilebilmek mümkün değil, ancak AKP’nin gerilemesi kaybedilen büyükşehirlerden anlaşılabilecek bir netlikte.
İktidar koalisyonundaki bir diğer çatlak, Erdoğan’ın seçim sonrası yaptığı açıklamalarda kullandığı “Türkiye İttifakı” tabiri ve “kızgın demiri soğutma” benzetmesiyle seçim öncesinde başlayan siyasi tansiyonun düşürülmesi girişimi üzerine yaşandı. Belli ki Erdoğan, partisinde yaşanan gerilemeyi yavaşlatmak ve belki de uygulanması beklenen sert kemer sıkma programının sorumluluğunu paylaşmak için bu manevraya yöneldi. Özellikle ekonomik yükün MHP yerine CHP ile paylaşılması, AKP için daha işlevsel olabilirdi.
Bu esnada eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Erdoğan’ın adını anmayarak tercihlerini eleştirdiği bir manifesto ile ortaya çıkması, AKP’de parti içi bir muhalefet olmaktan çok, Erdoğan’a Millet İttifakı’nı bırakıp “ilk AKP’ye dönme” önerisi olarak görülebilir.
Ancak Bahçeli daha bu manevralar olgunlaştırılmadan, “Türkiye İttifakı’ndan bahsetmek kafamızdaki soru işaretlerini çoğaltmıştır” açıklamasını yaparak sürece baştan karşı çıktı. Bahçeli, itirazını “Bizim inandığımız Cumhur İttifakı’dır. Bizim amacımız milli bekayı sonuna kadar yaşatmaktır. Cumhur İttifakı’na yönelik sabotajlara fırsat vermemektir” şeklinde dile getirdi.
Bu tartışma sürerken Ankara’nın Çubuk ilçesinde, Cumhuriyet Halk Partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik yaşanan linç girişimi ve sonrasında iktidar bloğundan gelen açıklamalarda sorumluluğun neredeyse Kılıçdaroğlu’na yüklenmesi, Türkiye İttifakı girişiminin, en azından şimdilik, boşa çıktığını gösterdi.
Yeni kurtarma paketi: “Yapısal Reform Adımları”
Bu kısa siyasi özet, iktidar koalisyonunun 31 Mart seçimleri öncesine göre daha dağınık ve sorunlu olduğunu gösteriyor. Seçimler öncesindeki son yazımda 2018-2019 krizinin üçüncü aşamasının 31 Mart 2019 seçimleri sonrasında açıklanacak olan sert bir ekonomik programla başlayabileceğini ileri sürmüştüm.
Kamu bankalarının yeniden sermayelendirilmesi gereğinin ortaya çıkmasının nedeni, 2019’un ilk çeyreğinde kamu bankaları öncülüğünde yaşanan kredi canlanmasının ikinci çeyreğe geçerken neredeyse durma noktasına gelmiş olması.
Her ne kadar seçimlerden sonra Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı “Yapısal Dönüşüm Adımları” başlıklı paket ve sunuştaki powerpoint’ler IMF-markalı yapısal uyum reformlarını andırsa da, açıklanan önlemleri sert bir kemer sıkma programı olarak adlandırmak zor.
Kamu bankalarının sermayelendirilmesi
Paketin en göze çarpan öğesi kamu bankalarının sermayelendirilmesi adımı. Bilindiği üzere, önceki krizde olduğu gibi, kamu bankaları 2018-2019 krizinde de döngü karşıtı (counter cyclical) bir politika aracı olarak kullanılıyor. Bunun anlamı, kredi çöküşünün yaşandığı bir dönemde kamu bankaları aracılığıyla ucuz kredi verilerek ekonomik canlılığın sağlanmaya çalışılması.
Ancak kamu bankalarının kredi genişlemesini sürdürebilmesi için bankacılık sisteminin tabi olduğu bazı düzenlemeleri karşılaması gerekiyor. Tam da bu nedenle, yani kredi genişlemesini sürdürebilmek için Hazine’nin Türkiye Varlık Fonu aracılığı ile kamu bankalarını sermayelendirmesi adımı atıldı. Yapılan işlem karmaşık bir finansal mühendisliğe dayanıyor. Kısacası, kamu bankalarının bilançolarında 3,7 milyar avroluk bir rahatlatma ve bu meblağın takas işlemleri aracılığıyla Merkez Bankası’na verilebilmesi sayesinde Merkez Bankası rezervlerinin de bir miktar desteklenmesi amaçlanıyor.
Kamu bankalarının yeniden sermayelendirilmesi gereğinin ortaya çıkmasının nedeni, 2019’un ilk çeyreğinde kamu bankaları öncülüğünde yaşanan kredi canlanmasının ikinci çeyreğe geçerken neredeyse durma noktasına gelmiş olması. Bir başka ifadeyle, 22 Mart haftası sonrasında TL’de yaşanan sert değer kaybı, 2018’deki döviz krizinden sonraki ikinci döviz şoku anlamına geliyordu. Bu, önümüzdeki dönemde yeni bir kredi çöküşünü getirebilir. Alınan önlem, bunu bir ölçüde de olsa telafi etmeye yöneliktir.
İnşaat, enerji ve bankacılığı kurtarma girişimi
Kurtarma paketindeki ikinci önemli başlık, inşaat ve enerji sektörlerinin borçlarının yeniden yapılandırılması için fonların kurulacağının açıklanmasıydı. Türkiye’de yakın dönemde hem ekolojik hem de ekonomik tahribatın en önemli sorumlularından olan bu iki sektörün kurtarılması, aynı zamanda bankacılık sistemi için de bir kurtarma paketi anlamına geliyor. Zira bu sektörlerdeki batık kredi oranı diğerlerine göre yüksek. Planlanan, bu iki sektörün borçlarını banka bilançolarından çıkararak bankaların yeniden kredi verebilir hale gelmesini sağlamak.
İnşaat ve enerji sektörlerinin borçlarının yeniden yapılandırılması bankacılık sistemi için de bir kurtarma paketi anlamına geliyor. Planlanan, bu iki sektörün borçlarını banka bilançolarından çıkararak bankaların yeniden kredi verebilir hale gelmesini sağlamak.
Bu iki önlemden de anlaşılacağı gibi, ekonomi yönetiminin “yapısal reform” olarak sunduğu kurtarma paketinde reform anlamına gelecek bir yönelim değişikliği yok. Bizatihi bugünkü krize yol açan bağımlı finansallaşma modelinin onarılarak sürdürülmesi amaçlanmaktadır. Borç krizi, yeni borçlanma olanakları ile aşılmaya çalışılıyor.
Ancak bu IMF tipi programlarda tipik olarak yer alan harcama daraltıcı ve gelir artırıcı önlemlerle de desteklenmiş değil. Yani, ekonomik krizin maliyetinin hangi sınıf ve sınıf fraksiyonları arasında bölüştürüleceği konusu ve bunun giderek artan siyasi faturası, ekonomi yönetimini bir tercih yapmaktan alıkoyuyor.
“Tarımda Milli Birlik Projesi”
Kurtarma paketindeki üçüncü önemli konu başlığı, “Tarımda Milli Birlik Projesi” idi. Bu proje özellikle kontrol edilemeyen gıda fiyatları artışına müdahale edebilmek ve enflasyonla mücadele bağlamında gündeme getirilmiş. Albayrak’ın yaptığı açıklamada bu projenin detaylarının 25 Nisan’da ilan edileceği belirtilmişti. Ancak Ali Ekber Yıldırım’ın Dünya gazetesindeki haberine göre, “Tarımda Milli Birlik Projesi hazırlanırken Tarım ve Orman Bakanlığı bürokratlarının, ziraat odalarının, Türkiye Büyük Millet Meclisi Tarım Komisyonu başkan ve üyelerinin, tarımla ilgili sivil toplum örgütlerinin, birlik ve kooperatiflerin hiçbirinin görüşü alınmadı.” Bu örnek, ekonomi yönetimindeki dağınıklığın ve bizzat kriz yönetiminin krizinin bir göstergesidir.
Kıdem tazminatı fonu ve bireysel emeklilik
Son olarak, pakette yer alan bir diğer önemli başlık olan kıdem tazminatı fonu ve bireysel emekliliğin zorunlu hale getirilmesi, bu kurtarma paketinin kaynak yaratma ihtiyacını karşılamaya yönelik olarak tasarlanmış. Detayları henüz açıklanmasa da, kıdem tazminatının bireysel emeklilik fonuyla birleştirilmesi ile milli gelirin yüzde 10’u kadar bir kaynak yaratılacağı düşünülüyor. Yani kabaca 80 milyar dolarlık bir kaynak.
Bu, olası bir IMF programının Türkiye’ye getireceği borcu, IMF’den değil, emekçilerden sağlamaya yönelik bir adımdır. Bir başka ifadeyle, krizin maliyetinin emekçilerin sırtına yüklenmesi girişimidir.
Her ne kadar emek hareketi tarihinin en örgütsüz dönemlerinden birinde olsa da, ekonomi yönetiminin bu önerisinin hayata geçmesi çok düşük bir olasılık. Zira kıdem tazminatı, çalışanların elinde kalan son güvencelerden biri. Bunun kaybedilmesi durumunda emek piyasasının daha da esnekleştirilmesi, çalışanların daha da güçsüzleşmesi ve ücretlerin daha da baskılanması söz konusu. Sermaye örgütlerinin kıdem tazminatı ile ilgili yaşadığı coşkunun kısa süreceğini düşünüyorum.
Darboğaz değil, geniş çaplı yapısal kriz
Uluslararası finans kapital ve TÜSİAD gibi aktörlerin krizden çıkış için bir reçete olarak gördükleri ve bir an önce uygulanması için ısrar ettikleri kemer sıkma programının açıklanması, yerel seçimlerin yenilenme olasılığına bağlı olarak ertelenmiş olabilir. Zira bu tip bir sert program, AKP’nin 17 yıldır süren iktidarı boyunca uygulanan neoliberal popülist modelin altını oyar nitelikte olacaktır.
Kıdem tazminatının bireysel emeklilik fonuyla birleştirilmesi ile milli gelirin yüzde 10’u kadar bir kaynak yaratılacağı düşünülüyor. Yani kabaca 80 milyar dolarlık bir kaynak. Bu, krizin maliyetinin emekçilerin sırtına yüklenmesi girişimidir.
Kamu harcamalarının kısılması sosyal içerilme mekanizmalarının sürdürülmesini zorlaştırırken, faizlerin daha da artırılması, zaten kriz nedeniyle fırlayan faiz oranları nedeniyle sınırlanan borçlanma olanaklarını daha da azaltacaktır. Bu tip bir programın uygulanması, bu programı uygulayacak siyasi irade –yani iktidar koalisyonunun yeni dizilişi– netleşmeden, oldukça zor. Diğer yandan, sermayenin bu beklentisinin karşılanamamış olması ve ekonomi yönetiminin kriz yönetim tarzı, 2019’un Nisan’ında, 2018’in Ağustos’unda yaşanan döviz krizinden beri TL’nin en yüksek oranlı değer kaybını yaşamasına neden oldu.
Özellikle 22 Mart’tan bu yana Merkez Bankası net rezervlerinin hızla erimesi ve ekonomi yönetiminin buna dair ikna edici bir açıklama yapamaması, kriz yönetiminin krizini derinleştiriyor. Seçimlerin ardından, ekonomi yönetiminin banka kurtarma operasyonunu çantasına koyarak çıktığı Washington seferinden eli boş döndüğünü, hatta küçük düşürücü yorumlara maruz kaldığını gördük.
Bu, 2019’un ilk aylarında yaşanan dış kaynak girişinin durmasına, hatta yeniden net çıkışların yaşanmasına neden oldu. Son olarak, Merkez Bankası’nın 25 Nisan’daki toplantısında ileride faiz indirimi yapacağı sinyali vermesi, TL’nin bir kere daha sert bir şekilde dalgalanmasını beraberinde getirdi.
Kısacası, doğu cephesinde yeni bir şey yok! Enflasyonun ve işsizliğin artışı ile sabit gelirliler krizin etkilerini giderek daha yakından hissetmeye başladı. Ekonomik toparlanma ise henüz ufukta görülmüyor. Aksine, kriz yönetiminin krizi, yaşanan ekonomik sorunları siyasal sorunlarla birleştirerek yapısal kriz konjonktürünün derinleşmesine neden oluyor.
Yaşadığımız sıradan bir ekonomik darboğaz ya da kısa süreli bir ekonomik kriz değil. Geniş çaplı ekonomik, siyasal ve sosyal etkileri olabilecek bir yapısal krizden geçiyoruz.