SOMA MADEN İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİ VE ZAFERİ

Söyleşi: Bekir Avcı
4 Ağustos 2020
SATIRBAŞLARI

“Olmaz, alamazsınız” dendi, mahkeme kararları dahi işe yaramayınca tazminatlarını unutmaları söylendi, ama onlar vazgeçmedi, olmazı oldurdu. Kararlı mücadeleleri yeni bir yasayla sonuçlandı. Soma madencilerinin Bağımsız Maden-İş öncülüğünde elde ettikleri kazanımın emek hareketi için önemini Umut-Sen örgütlenme koordinatörü Başaran Aksu’dan dinliyoruz.

Soma’da binlerce maden işçisinin yıllardır tazminatları verilmiyordu, ama işçiler uzun, kararlı mücadeleleri sonucu yasaya dönüşen bir zafer elde etti. Soma maden işçilerinin nasıl mağdur edildiğini hatırlayarak başlayalım.

Başaran Aksu: Soma’da, 13 Mayıs 2014’te, 301 işçinin öldüğü katliamdan kısa bir süre önce Uyar Madencilik’te bir patlama oldu. Bu maden ocağı, Türkiye’nin değişik yerlerinde de madencilik yapmış Azim Uyar adlı işverene aitti. Uyar’ın madencilik pratiği işçilerin birikimlerini yağmalayarak servet biriktirmek üzerine kurulu. Ölü ve yaralıların olduğu bu patlamanın ardından maden kapatıldı. İşçilerin ücretleri, tazminatları verilmedi. İşçiler patlama sonrasında hak ve hukuk arayışına başladı. Taleplerini dile getirirken de Soma Holding’e bağlı Eynez işletmesinde 13 Mayıs Katliamı yaşandı. Bu, Türkiye tarihinin görmüş olduğu en büyük işçi katliamı olduğu için gündeme oturdu. Bu durum Uyar Madencilik’te yaşananların ve işçilerin hak arayışının üstünü örttü. Daha sonra da 301 işçinin yakınlarının yürüttükleri mücadele gündemin temel unsurlarından biri olmaya devam etti. Yaşamını yitiren 301 işçinin çalıştığı işyerinde ömür çürüten 2831 işçi, katliamdan sadece altı ay sonra, kısa bir SMS ile işlerinden atıldı. Eynez ocağında ve Atabacası ocağında oldu bu işçi kıyımı. Atabacası ocağı da kapatıldı. İşçilerin bir kısmı atılırken, bir kısmı Işıklar ocağına aktarıldı. Patronun, şirket yöneticilerinin tanıdığı ya da yakını olan 300-400 işçi o ocağa çekildi ve çalışmaya devam etti.

Türkiye’nin en büyük maden ocakları Soma bölgesinde; iki bin, üç bin, beş bin işçinin çalıştığı ocaklar var. Özellikle 13 Mayıs Katliamı sonrasında teknoloji girdili, mekanizasyon temelli üretime geçildi. Şimdi Koç, Özyeğin, İmbat Madencilik gibi sermaye grupları Soma’dalar. Katliam sonrası Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) de ortak olduğu bir paravan şirket 2019 Şubat’ında Soma Holding’in işletmelerini devraldı. Bu tarih öncesinde Işıklar ocağında çalışan yaklaşık 500 işçi bu ocaklardan emekli edildi ya da işten çıkarıldı. Fakat onların da paraları verilmedi.

2014 ile 2019 Mayıs’ına kadar işçiler bildiğimiz mekanizmalarla oyalandı. Mesela, siyaset işçilere “bu seçim sonrasında senin sorununu çözeceğiz” dedi, ama çözmedi. O güne kadar orada örgütlü olan Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden-İş Sendikası da işçileri kandırdı.

Bu süre zarfında bu işletmelerden paralarını alamayan işçiler ne yaptı?

2014 ile 2019 Mayıs’ına kadar işçiler bildiğimiz mekanizmalarla oyalandı. Mesela, siyaset işçilere “bu seçim sonrasında senin sorununu çözeceğiz” dedi, ama çözmedi. O güne kadar orada örgütlü olan Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden-İş Sendikası da işçileri kandırdı.

Nasıl kandırdı?

Bu sorun gündeme geldiğinde TMSF, Soma Holding’in hissesinin yüzde 16’sına haciz koyuyor ve buradan gelen geliri işçilerin alacaklarını ödemek üzere kullanmak ve değerlendirmek istiyor. O esnada Soma Holding’in patronu Alp Gürkan, hızlıca Türkiye Maden-İş Sendikası’na gidiyor. “Bunlar şirketin bu hissesini alıyor, dolayısıyla siz benimle işçiler adına bir protokol yapın, ben de bunu TMSF’ye ileteyim” diyor. Sendika ile kendi aralarında 24 aylık taksitle bu alacakların ödenmesine dair bir anlaşma yapıyorlar. TMSF bu yolla devre dışı bırakılıyor. Sonra o anlaşmaya uyulmuyor; altı ay geçiyor, ancak işçilere herhangi bir taksit ödemesi yapılmıyor. İşçiler tekrar homurdanınca da sendikayla ikinci bir protokol yapılıyor. Bu kez 36 aylık bir taksitlendirme yapılıyor. Onun da üç aylık bir kısmı ödeniyor, 33 aylık kısımsa kalıyor. O protokol içinde sendikanın şirketi mahkemeye vermesinin önünü açan bir madde var, ancak sendika mahkemeye de vermiyor Alp Gürkan’ı. Bırakın mahkemeye gitmeyi, sendika Soma Holding’e yeni saha verilmesini sağlamak için Soma içinde stantlar kurarak imza topluyordu 2019 Şubat’ına kadar. Zaten sendikayı Alp Gürkan yönetiyor. Çünkü onun seçtirdiği insanlar sendikanın yönetiminde yer alıyor. Bu sendikanın genel başkanı da Ciner Holding’in eski Çayırhan işletmesinde muhasebe müdürü olan biri. Hiç maden işçiliği yapmamış, siyasi ilişkiler aracılığıyla önce Çayırhan şube başkanlığına geldi, sonra olağanüstü genel kurulu toplayıp devletin gayrıresmi odaklarının da desteği ve silah zoruyla sendikanın genel başkanlığına getirildi. O gün bugündür sendikayı yönetiyor. Dört dönemden fazladır sendikanın genel başkanı. Astronomik ücretler alıyorlar sendikadan. Türkiye genelinde yaklaşık 28 bin üyeleri var. Bu üyelerden aldıkları aidatları yağmalayıp işçileri bastırmaya devam ediyorlar. Bugüne kadar bu yapı korundu.

Bu 33 aylık taksit yine ödenmeyince, sendika işçilere “mahkemeye gidin, şuraya gidin” falan diyor. Biz mücadeleye başlamadan önce AKP milletvekili Mehmet Ali Özkan’a CHP milletvekili Vehbi Bakıroğlu’nu arattırdık. “İşçiler mücadeleye başlıyor, bu sorunu vekiller olarak yan yana gelip çözelim” dedi. Ama o, “işçilerin böyle bir sorunu yok” diye karşılık vererek kestirip attı. İşçiler sarı sendikanın şube ya da genel merkez yöneticilerinin her biriyle, o bölgedeki vekillerle tek tek ya da gruplar halinde defalarca çeşitli diyaloglara girseler de sonuç alamadılar.

Başaran Aksu

Bağımsız bir sendika fikri nasıl belirdi, paralarını alamayan işçilerle sizin bir araya gelişiniz nasıl oldu?

13 Mayıs Katliamı’nın akabinde Soma’da sendikal çalışma içindeydik. DİSK’in Dev Maden-Sen’ini örgütlüyorduk. Dev Maden-Sen’le işçi arkadaşların sorunlarına dönük diyaloglarımız oluyordu. Fakat o zamanlar henüz erken olduğu için işçi, o güne kadar aşina olduğu klasik çözüm yollarını zorlamayı tercih ediyordu; dava açanlar oldu, bekleyenler vardı. 2 Eylül 2014’te Soma’da bize dönük bir saldırı gerçekleşti. Linç edildik. İş cinayetinde ölen Metin Keskin’in taziyesi için gittiğimiz mahallede emniyet, Türkiye Maden-İş ve patronların organizasyonuyla 400 kişilik bir güruhun saldırısına uğradık. Bu olaydan sonra bir de DİSK, işçilere, “Toplu sözleşme haklarından yararlanmak istiyorsanız Türkiye Maden-İş’e geri dönmek zorundasınız” içerikli mesaj attı. Saldırıdaki payları ve bu mesaj nedeniyle istifalar başladı. Saldırı sonrasında da sendikanın bu açıklaması bizde büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Oradaki örgütlenme çöktü. Ama bağımsız bir sendika fikrini denemeden önce işçi arkadaşların bir kısmı yine de Dev Maden-Sen’in yönetimini alma fikrini değerlendirmek istedi. Fakat bu kez de işçiler kongre salonuna alınmak istenmedi, kapıya barikat kuruldu. 60-70 yaşında olan ve madencilikle alâkası olmayan sosyalist kişilere oy kullandırıldı, madencinin sendikayı almaması sağlandı. Sonrasında Bağımsız Maden-İş kuruluşunu ilan etti, 2018’de ilk kongresini yaptı. 2019’da işçiler aslında son çare olarak Bağımsız Maden-İş’e geldiler. “Durumumuz bu, bu parayı galiba alamayacağız, ne yapabiliriz” diyorlardı.

13 Mayıs Katliamı öncesi mağdur edilen Uyar Madencilik işçilerinin tamamı mahkemeyi kazanmışlar, icraya da vermişler, ama karşılarına şirketin mal varlığı olarak eski model bir kamyon çıkarılmış. Ücretler, kıdem ve ihbar tazminatları, ölen ve yaralananların maluliyet ve iş kazası tazminatlarının tahsilatını bu kamyonla yapmak mümkün değil tabii. Bu dört-beş yıl içinde Uyar Madencilik devletin gözetiminde mal varlığını boşaltıp bıraka bıraka o kamyonu bırakmış. Oysa Azim Uyar doğrudan kendi adını kullanmadan otel işletti, maden işletti. Nihayetinde işçi arkadaşlar, “biz bu parayı unuttuk, cana geleceğine mala gelsin” der oldu. Bunu kanıksamış ve kabullenmişlerdi. Fakat Soma Holding’e bağlı işletmelerdeki işçilerde yeni mağduriyetler oluştuğu için sorunun akışı da sürüyordu. Arkadaşlar da “ne yapabiliriz” diye bize geldiler. Biz de “bu süreci hep beraber tartışarak, açıklıkla sürdüreceğiz, toplantılarda açık konuşacağız, kararları beraber alacağız, ama bir kararı aldığımızda herkes o kararın arkasında duracak” dedik. Düşünsenize, hukuk yolları tükenmiş, siyasetin yolları kapatılmış, sendika protokoller yoluyla işçiyi satmış, bütün kapılar kapatılmış. Son çare olarak gelinen yerdik biz. Açık açık konuştuk, nelerle karşılaşabileceğimizi, hangi aşamalardan geçeceğimizi anlattık.

Kırkağaç’ta, Savaştepe’de, Kınık’ta, Soma’nın mahallelerinde, Akhisar’da komiteler ve temsilcilikler oluşturduk. Islık çalınca her noktadan işçilerin bir yere doğru hareket edebileceği bir örgütsel dizilişi önceledik.

Karşınızda birçok sorun vardı, ancak konuyu kangrene dönüştüren ana sorun neydi sizce?

Madenlerde sözleşme biçimlerinden birisi hizmet alımı. Hizmet alımında TKİ, üst işveren olarak oradaki işçi alacaklarından kendisini sorumlu kılıyor ve bunları ödeyebiliyor. Rödovanslı diye tabir edilen sahalarda ise TKİ üst işveren fonksiyonunu kabul etmiyor, yargı da bunu onaylayıp destekliyor. Dolayısıyla, normal iş kolundaki alt-üst işveren ilişkisi, bir tek madencilikte, rödovanslı sahalarda geçerli olmuyor. Yani bir taşeron şirket alt işveren olarak gıda ya da tekstilde işçiyi çalıştırdığında ve parasını ödemediğinde üst işveren o parayı ödemek zorunda, ama madendeki rödovanslı sahalarda bu ilişki ters yüz edilmiş durumda. Bu ancak bir yasa yoluyla değiştirilebilir ya da mücadele bir düzeye gelince devlet bir şekilde bunu çözmek zorunda. Mesela, Soma Holding’deki işçilere, patlamanın olduğu 13 Mayıs 2014’ten işçilerin atıldığı kasım ayına kadar maaşları devlet ödedi. Yasaya madde ekleyerek yaptı bunu. Eğer devlet bunu ödediyse o zaman, şimdiki işçilerin de parasını ödeyebilmelidir. Basit bir mantık aslında. Doğal olarak bu büyük bir sorundu. İşçinin devleti yasa yapmaya mecbur bırakması gerekiyordu.

Ankara’ya bir yürüyüş başlattınız, ama engellendi. O dönem sözler verildi, ancak bu kez de araya korona girdi ve sözler yerine getirilmedi. İkinci bir yürüyüş dillendirildiğinde ise iyi haber geldi. Hem bu yürüyüşler hem de yürütülen müzakereler hangi aşamalardan geçti?

Bu tarz hak mücadelelerinde ilk etap mağdurun organize edilmesidir; mağdurun bir nizama kavuşturulması, hak arayacak olanların hak arama mücadelesinin disiplini uyarınca mücadeleyi yürüteceği ilişki biçiminin oturtulmasıdır. Madencinin Kırkağaç’ta, Savaştepe’de, Kınık’ta, Soma’nın mahallelerinde, Akhisar’da oturduğu yere göre yan yana gelişler oluşturmak ilk etaptı. Buralarda komiteler ve temsilcilikler oluşturduk. Islık çalınca her noktadan işçilerin bir yere doğru hareket edebileceği bir örgütsel dizilişi önceledik. Soma kamuoyuna da bu işçilerin alacaklarının peşinde olduğu, bunu kimseye bırakmayacakları, işçinin yan yana geldiği duyuruldu. Hem sarı sendikaya hem siyasi partilerin temsilcilerine hem dosta ve düşmana bu sesi duyurmak önemliydi. “Evet, burada artık böyle bir mücadele başlıyor, sorun çözülmeden de mücadele düşmeyecek” mesajının altını çizdik. Nihayetinde dedik ki, bu işin muhatabı Ankara ve madenci de gidip bunu muhataplarıyla doğrudan konuşmalı. Çünkü buradaki konuşma, açıklama, yürüme gibi yol ve yöntemler tüketildi.

Ankara Yürüyüşü’nün engellenmesi üzerine Kırkağaç Çamı’nda başlatılan direniş (Ekim 2019)

Ve Ankara yürüyüşümüzün hazırlıklarına başladık. Sendikamız yeni kurulmuş, bağımsız bir sendika. Genel merkezi Soma’da, ama sendikanın parası pulu yok. Kamuoyuna çağrı yaptık. Çünkü Ankara’ya yürüyüş demek, işçilerin üç öğün yemeği, su ve çadır ihtiyacı, uyku tulumu, otuz günlük bir planlama demek. Madencinin ciğeri çürük, ayağı sakat, aralarında emekli olup parasını alamamış olanlar var. Bunun mali organizasyonunu tamamen dayanışma yoluyla çözdük; Tek-Gıda İş çadırlarımızı aldı, Birleşik Metal-İş uyku tulumlarının bir kısmını getirdi, Nakliyat-İş baretlerimizi verdi, Petrol-İş’teki arkadaşların katkıları oldu. Ama soldan, emek hareketi ve sendikal hareketin çeşitli yerlerinden bir dayanışma görmedik. Tek tek duyarlı yurttaşlar dayanışmayla o sürecin finansmanını sağladı.

Yürüyüşün startını verdiğimizde yolumuz Soma çıkışında kesildi. Barikat zorlandı, aşıldı. Ancak tekrar Soma Kırkağaç’ta büyük bir kolluk gücüyle yolumuz tekrar kesildi. O dakikadan sonra Kırkağaç Çamı’nda direniş başladı. Yürüyemedik belki, ama oradaki direniş ülke gündemine girdi, hem de dünyada meseleyi takip eden kurumların ilgisini çekti. Devletin bürokrasisi ile siyaset kurumlarının da radarına girdik. Meclis’ten açıklamalar gelmeye başladı. Beşinci günde Enerji Bakanlığı valilik üzerinden bizden bir heyet talep etti. Tabii bir yandan tehdit ve baskılar devam ediyordu. Hayatında hiç böyle bir eylem kararlılığı göstermemiş işçiler direnişin özneleriydi. Yıllar boyunca AKP ve MHP’ye oy atmış işçilerdi bunlar ve direnerek öğreniyorlardı. Nihayetinde müzakereler başladı. Dört-beş tur müzakere oldu.

Bu müzakerelerde TMSF’nin el koyduğu zamandan bir miktar paranın TKİ’ye aktarıldığını, ama TKİ’nin bu paraları işçiye ödemediğini öğrendik. Bunu başka amaçlarla kullanmışlar. TKİ genel müdürü şimdi TKİ hisselerini temsilen Soma Holding’in işletmelerini devralan Yeni Anadolu şirketinin yönetim kurulu başkanı. Bu adamın oğlu da Türkiye Maden-İş Sendikası’nın uzmanı. TKİ bünyesinde de işçiler var. TKİ sendikayla toplu sözleşme yapıyor. TKİ genel müdürü masanın bir tarafında, masanın diğer tarafında da oğlu var, sendikayı temsil ediyor. Böyle bir tablo. Biz yine Eynez ocağında çalışan 150 işçiye, daha mahkeme sonuçlanmadan paralarının ödendiğini öğrendik. TKİ müdürüne bu parayı neye göre ödediği soruldu. Çünkü diğerleri mahkemeyi kazanmalarına rağmen paralarını alamamışlar. Bu 150 kişinin ayrıcalığı ne? Onlarınkini niye ödedin de diğerlerininkini ödemedin? Yine Işıklar ocağında emekli edilmiş 350 kişinin 150’sinin parası ödenmiş, 200’ünün ödenmemiş. Bu 150 kişinin parasını hangi mekanizmalarla neden ödediniz, 200 kişininkini neden ödemediniz? Bürokrasinin nasıl işlediğini gördük; vekilin akrabasıysa onun parasını ödettirmişler, şirket müdürünün tanıdığıysa ödettirmişler, ama gariban, kimsesiz bir işçiyse ortalıkta kalmış. Bu uygulama farklılıklarını bakanlık yetkilileri de fark etti. Hizmet alımı için “tamam, bundan zaten devlet (TKİ) sorumlu oluyor, biz ödeyelim” dediler.

Soma’daki kazanım işçi hareketi açısından çok büyük, çok önemsenmesi gereken bir hadise. Fakat sınıf mücadelesinden bahseden sol-sosyalist kesimlerin çok büyük bölümü, gazetelerin ve haber sitelerinin çoğu, bu kazanımla ilgili tek bir satır bile yazmadı.

Bu bir zafer tabii. İşçi de bunu beklemiyordu, Eynez işçisi “biz bu paradan vazgeçtik” noktasına gelmişti. Bu para ödendi. Şubat ayında bize söz verildi. AKP grup başkanvekilleri Özlem Zengin ile Mehmet Muş açıklama yaptılar. Meclis’te grubu olan siyasi partilerin tamamı “bu sorunu çözmeye söz veriyoruz, kendimiz çaba sarf edeceğiz” dedi. Bakan da “2020’nin ilk çeyreğinin sonuna kadar bu yasayı Meclis’e getireceğiz” dedi. Dolayısıyla, işçilerin tamamının sorunlarını çözeceklerini söylediler. Ancak pandemi geldi, fırsat bilindi ve sözü verilen yasa çıkmadı. Böyle olunca da pandeminin ilk gevşetildiği andan itibaren, mayısın sonu gibi tekrar mücadeleye başladık. 10 Temmuz’da Ankara’ya yürüyeceğimizi deklare ettik. Bunu dedik, ama temmuzda Meclis’in kapanacağı ve 1 Ekim’e kadar açılmayacağı bilgisi ulaştı. Ankara’ya hızlıca bir heyet yolladık. Son muhatap alındığımızda sarı sendika ve AKP milletvekilleri devreye girip “bu sendikayı niye muhatap alıyorsunuz” demişlerdi. Ankara’daki yetkililer bu gibi basınçlar nedeniyle bizimle görüşmekten imtina ediyordu, ama devletin aşağıdan duyduğu ürküntünün boyutunu burada da gördük. Bakanlık telefonlarımıza çıkmıyordu, ne zaman ki “Ankara’ya yürüyüş” dedik, o zaman bakanlık görüşmeye hazır oldu. Görüşme öncesinde randevu falan yok, ama yola çıktığımızda hızlıca bu mekanizmaların çalıştığını ve karşımıza bir muhatabın dikildiğini gördük. Kırkağaç’taki son görüşmeler ve geçtiğimiz temmuz ayında gerçekleştirdiğimiz bakanlık görüşmesi bu biçimiyle gerçekleşti. Bu ürküntüyü Kırkağaç’ta da sıkça gördük zaten. Madenciye dönük bir şiddet görüntüsünün memleketteki tüm işçilerde hissedileceği, bunun çeşitli reaksiyonlara yol açma potansiyeli taşıdığı, bundan imtina edildiği, titizlikle geri durulduğu bir manzaradan söz etmek mümkün. Bu giderek de artıyor.

Meclis’ten bir yasa çıktı. Yasa komisyondan ilk çıktığı haliyle diyordu ki, “Geventepe’nin yer üstünü, Atabacası ve Işıklar’ı vereceğim, bunların da sadece kıdemlerini vereceğim”. Yani o ihbar-kıdem ayrımında ihbarı ortadan kaldırıyor, kıdem birleştirmeleri yapmıyordu. Oysa işçi on yıl Geventepe’de çalışmış, sonra geçmiş üç yıl Atabacası’nda çalışmış, ama yasa bunları birleştirmiyor. “Sadece 13 Mayıs 2014 ve sonrasını veriyorum” diyordu. Muhalefetten zaten söz almıştık, ama yasa yapma kudreti MHP ve AKP’de olduğu için bu iki parti vekillerini ve il, ilçe yöneticilerini sürekli aradık, basınç altına aldık. Nihayetinde çıkan yasa bu haliyle rödovanslı sahalarda, rödovansın ruhuna, tanımına aykırı bir şekilde devletin kurumunu mükellef kılmış oldu. Yani devlet-TKİ ödeyecek işçinin parasını, ilgili şirkete rücu ettirecek, tahsilatı da oradan yaptıracak. Yani para yönetim kurulu üyelerinden tahsil edilecek.

Yargıtay’ın bugüne kadar çıkmış kararlarında böyle bir şey yok. Türkiye’de bir tek bu iş kolunda var, bu iş kolunda da rödovans saçmalığı var. Bütün iş kollarında alt işveren – üst işveren ilişkisi geçerli. Üst işveren de sorumludur, ama madencilik iş kolunda sorumlu değildi. Şimdi bu kırılmış oldu. Bu tarihsel bir şey. Bunu emek ve sendikal hareket nasıl değerlendirip genişletecek, göreceğiz.

TBMM’den yeni yasanın çıkması öncesinde, Soma meydanında oturma eylemi (Temmuz 2020)
 

Benzer durumdaki işçiler için bu kazanım emsal niteliğinde mi?

Bunun tartışmaları olacaktır. Bugün Atlas Global’de, Bimeks’te, İnci’de tazminatını alamayan binlerce işçi var. Bu işçiler için devlet Soma’daki gibi bir yola başvuramaz mı? Çünkü kıdem tazminatının fona devri tartışmalarında da gelen talep, bunun devlet garantisine alınması yönünde. İşçi yıllar boyunca çalışıp kazandığı parasını almak için senelerce direnmek, yalvarmak zorunda bırakılmasın, çünkü bu meşru bir talep. Soma’daki kazanım bunun önünü açmış oldu. Yeni bir tartışma; biz de neler yapabiliriz, hangi adımları atabiliriz diye düşünüyoruz.

Neoliberal anlatı “emek maliyetlerini düşür, işçi haklarını tırpanla” der. 12 Eylül’den sonra da hep böyle oldu. İşi tersine çeviren bir gelişme olarak gündeme geldi son kazanım. Büyük bir kırılmanın maymuncuğu haline dönüştürülebilir bu gelişme. Çünkü işçi yasa yapıyor. Mücadele ve direnişle bunu yapıyor. Oradaki halkın topyekûn ilgisini ve desteğini alarak yasa yapmaya mecbur bırakıyor devleti. Neoliberal devlete, işçinin lehine bir düzenleme yaptırıyor. Bu açıdan da önemli Soma’daki kazanım.

Meclis’ten geçen yasayla Işıklar, Atabacası ve Geventepe maden ocaklarında çalışan işçiler kıdem ve ihbar tazminatlarını alıyor, ama Uyar Madencilik çalışanları için durum farklı. Orası için bir umut var mı?

Bu gelişmeler onlar için de bir yol açtı. Ama işler buraya gelmeden bizi dinleselerdi farklı olacaktı. Çünkü son bir ay çok çaba sarf ettik, toplantılar yaptık, anlattık, ikna etmeye çalıştık, “sizin burada olmanız lâzım” dedik. Fakat maalesef bunu sağlayamadık. En başından beri bizim pankartımız “Uyar ve Soma Holding mağduru işçiler” oldu hep. Kırkağaç’taki direnişte de bizimle gece gündüz kalan iki Uyar işçisi vardı. Uyar madencilerinin iki kişi olmalarının nedeni bu paradan umutlarını kesmiş olmalarıydı. Bu inancı yeniden dirilttik, ama bu sefer sarı sendika bu umudu dirilmiş işçileri böldü, kandırdı.

Bütün iş kollarında alt işveren – üst işveren ilişkisi geçerli. Üst işveren de sorumludur, ama madencilik iş kolunda sorumlu değildi. Şimdi bu kırılmış oldu. Bu tarihsel bir şey. Bunu emek ve sendika hareketi nasıl değerlendirip genişletecek, göreceğiz.

Yıllarca maden işçilerine “paranızı alamazsınız”, “mahkeme kararları bile işe yaramıyor” dendi. İşçilerin kırılan umutlarından siz de bahsettiniz. Böyle bir süreçte bu umudu nasıl örgütlediniz?

Beş yıllık bir öykü var aslında. Madencinin yaşadığı tüm köy ve kahvelerde toplantılarımız oldu. İşçi bize uzaktan selam verse de onları dinleyip tanımaya çalıştık. Çünkü işçinin seninle yürüyebilmesi için senin ısrarla orada olmaya devam etmen lâzım. En son noktada, tüm yollar tükenince işçi “kime gidelim” dediğinde, bize geldi. Bağımsız Maden-İş’i kuran, önceki mücadelelerde de olan, 2014’teki madencilik kanununu değiştirmeye önderlik etmiş öncü işçilerle beraberdik hep. Emekli işçiler daha cesaretli oldu. Onlar kimseye muhtaç değil artık. Daha önce bu yapıdan çektiği zulmü ona ödettirmek istiyor. Daha atak davranabiliyor. Zaten her türlü rezaleti yaşamış, mühendisten ve amirden dayak yemiş, her tür hakareti işitmiş, arkadaşı ölmüş, ama çalışmaya devam etmiş, parasını alamamış… Bu yapıyı tersine çevirme imkânı gördükçe işçi, mücadeleye daha fazla anlam yüklüyor.

2014’te bizi linç ederek öldürmeye çalıştılar, ama olmadı. Bu yıl bana ve genel başkan Tahir Çetin’e iki soruşturma açıldı, biri yargılamaya dönüştü. Soma’da kurulmuş oligarşik düzenin, rant düzeninin çökmesi endişesi var. Bu kazanım karşı taraf için endişeyi daha da büyüttü, dolayısıyla bizim açımızdan da tehlikeyi büyüttü. Ama diğer taraftan bize kalkan olan şey de etrafımızdaki teveccühün yüksek bir boyuta çıkması. İşçi kazandıkça, bunun yapılabileceğini gördükçe, mümkün görünmeyen şeyin mümkün olduğunu fark ettikçe kenetlenmeyi daha da büyütüyor.

Nasıl bir sendikal anlayış bugünkü zaferi elde etti?

Bugün işçinin kendisi ile sendika arasında kültürel, sınıfsal bir katmanlaşma var. Bu, yaşadığı hak kayıpları karşısında işçinin karşısına hantal bir bürokrasiyi, işçinin yaşadığı sorunları umursamayan bir sendikal yapıyı çıkarıyor. Nakliyat-İş özgün örneklerden biri, eski geleneği temsil ediyor. Yani mücadeleci unsurları merkeze taşıyan ender yapılardan biri. Biz de Umut-Sen olarak çalıştığımız zeminlerde en mücadeleci unsurları en merkeze doğru taşıma ilkesini esas alıyoruz. Bu, işçi hareketinin 100-200 yıllık deneyimi tabii, ama bugün artık ender gördüğümüz bir şey.

Son söz?

Soma’daki kazanım işçi hareketi açısından çok büyük, çok önemsenmesi gereken bir hadise. Ama sınıf mücadelesinden bahseden sol-sosyalist kesimlerin çok büyük bölümü, gazetelerin ve haber sitelerinin çoğu, bu kazanımla ilgili tek satır bile yazmadı. Eminim ki, bu sosyalist yapılardan herhangi biri bu kazanımda rol edinmiş olsaydı, bunu Türkiye’de devrim olmuş gibi lanse etmeye çalışacaklardı. Ama biz proletaryanın güncel çıkarları doğrultusunda ilkesel, ofansif, eleştirel konumumuzu sürdürdüğümüz için görmezden geliniyoruz doğal olarak. Nerede hangi direniş oluyorsa oradaki işçinin konumunu güçlendirecek pozisyonlar üretmeye çalışıyoruz.

Neoliberal anlatı “emek maliyetlerini düşür, işçi haklarını tırpanla” der. 12 Eylül’den sonra da hep böyle oldu. İşi tersine çeviren bir gelişme olarak gündeme geldi son kazanım. Büyük bir kırılmanın maymuncuğu haline dönüştürülebilir bu gelişme. Çünkü işçi yasa yapıyor.

İki tarz var ve aralarında 180 derece fark var. Biri işçiyi yönetmeye dair, öteki işçinin yönetme kapasitesini güçlendirmeye dair. Bizimki ikincisi. İşçiyi yönetmeye dair olanda işçi onun içinde nesneleşecek, ama bizimkinde yönetme özellikleri kazanabilecek. Bunun kültürel bir davranışa, bir çizgiye, akıma dönüşmesini istiyoruz ve giderek mayalandığını görebiliyoruz. Şu an oluşturduğumuz bu tutamaklar emekçi sınıf karakterli bir siyasal harekete dönüşür mü, göreceğiz. Çünkü bir siyasallığı olmayınca bu sendikal taleplerin soğurulması, manipüle edilmesi, kendi içine göçmesi çok kolay oluyor. Biz bunun ülkeyi yönetebilecek bir siyasal arayışın parçası olmaya dönüşmesi için de mücadele ediyoruz, hazırlıklar yürütüyoruz. İşin devrimci yanı da burası.

^