EMEK MÜCADELESİ AÇISINDAN 24 HAZİRAN

Başaran Aksu
23 Haziran 2018
SATIRBAŞLARI

24 Haziran’a çalışan sınıflar hangi koşullarda gidiyor, seçim kampanyalarında partiler ve adaylar onlarla nasıl bir ilişki kurdu, onlara neler vaat etti, neleri söylemedi? 24 Haziran sonrasında onları neler bekliyor? Umut-Sen örgütlenme koordinatörü, Birleşik Emek Koordinasyonu kurucularından Başaran Aksu’nun gözüyle seçim kampanyaları ve ötesi…

Seçime sayılı saatler kaldı. Şimdi geriye dönüp nasıl bir kampanya dönemine tanık olduğumuza bakalım.

Popülist taleplerin damgasını vurduğu bir kampanya yaşandı. Sınıf ayrımlarını nötralize eden yaklaşım iktidar ve düzen muhalefetinin kampanya diline egemen oldu. Ve iktidar da, muhalefet de herkese huzur vaat etti. Dolayısıyla, sormamız gerekiyor: Hangi huzur, kimin huzursuzluğu?

Huzur vaadi yalıdaki huzurla gecekondudaki huzur arasında bir fark gözetmiyor. Hepimiz huzursuzuz. Bu varsayıma göre, asgari ücretle çalışan işçi de, on asgari ücret alan beyaz yakalı da, milyarlar kazanan patronlar da huzursuz. Biri evinin kirasını, bankanın kredi taksidinin kaçırdığı dilimini, çocuğunun okulundan istenen parayı nasıl ödeyeceğini düşünürken huzursuz oluyor, diğeri iş yoğunluğu nedeniyle ertelediği Karadağ ya da Londra tatili nedeniyle iptal ettiği uçak biletini yenilediğinde ödediği fark nedeniyle huzursuz.

Patron ise aylık iki milyarlık kârından, yükselen döviz oranlarından ötürü eksilen yüz milyoncuklar ya da Bodrum’daki lüks yatına balıkçı teknesinin dokunması nedeniyle oluşan küçük hasar nedeniyle huzursuz.

Ford ve Arçelik’ten yüzlerce işçiyi sendikalaşmak istedikleri için işten çıkaran Ali Koç, işyerlerindeki kronik iş cinayetleri hatırlatıldığında ya da haraç mezat gasp ettiği TÜPRAŞ’ın geri verilmesi talep edildiğinde huzursuz.

 

Devlet ve patron beslemesi sarı sendikacılar aldıkları ortalama aylık 50 milyonluk ücretlerin CEO maaşlarına kıyasla az olmasından huzursuz. Bürokrat sendikacılar vekillik kontenjanlarının sınırlı olması nedeniyle huzursuz.

Tayyip Erdoğan ise İstanbul’u yerli yabancı sermayeye talan ettirip sonra bunun ödülü olarak aldığı iktidarının 16. yılında OHAL’i grevleri yasaklamanın bir aracı olarak kullandığını günde en az üç kez tekrarlamasına rağmen nankör patronlarca yeteri kadar takdir ve biat görmediği için huzursuz.

Bir holding sahibinin kızı, “takdir edilirim” beklentisiyle, ayda iki-üç milyonun üzerinde giyim harcaması yapanlara kendisinin “israf karşıtı” tutumunu örnek gösterip eleştiri alınca huzursuz. Bir manken ayda on milyon kozmetik harcaması yaptığını ifade edince gördüğü kamuoyu tepkisi nedeniyle huzursuz.

Asgari ücretle çalışıp orta-üst sınıf kadınlara kozmetik ürünler üreten Flormar’ın işçi kadınları ise anayasal haklarını kullanıp sendikaya üye oldukları için işlerinden kıdemsiz, ihbarsız, tazminatsız atıldıkları için huzursuz. Yarınki öğünlerini düşünmek zorunda kaldıkları için huzursuz.

Ama Flormar’da bir fark var. Huzursuzlar ancak direndikçe güzelleşen umutlara sahip oluyor. Umutlarının ufkunda farklı bir ülkenin cisimleşebildiğini yavaş yavaş idrak ediyorlar. Direnmeye cüret eden tüm işçiler gibi.

 

Barışa, huzura elbette ihtiyaç var. Bu coğrafyada en az ekmeğe, suya, temiz havaya ihtiyaç olduğu kadar huzura ihtiyaç var. Tamam. Ama…

Kürt sorununun Kürtlerin talepleri doğrultusunda çözümüne ihtiyaç var. Tamam. Ama…

Sarayın esir aldığı öğrencilerin, gazetecilerin, vekillerin, belediye başkanlarının, siyasi tutsakların bir an önce özgürleşmesine ihtiyaç var. OHAL KHK’larıyla işinden edilen kamu emekçileri ve işçilerinin işlerini geri almalarına ihtiyaç var. Sermaye devletinde ne kadar mümkünse o kadar demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, kuvvetler ayrılığına ihtiyaç var. Tamam. Ama…

Kadınlara, çocuklara, hayvanlara, insanların gündelik yaşam tercihlerine, bedenlerine, cinsel yönelimlerine, tüm hak ve özgürlüklerine pervasızca saldıran AKP’nin tek adam rejimine karşı toplumun tüm sınıfsal katmanlarında haklı huzursuzluklar var. Tamam. Ama…

Ama… Bu ülkede makas 12 Eylül 1980’den itibaren patron sınıfı lehine korkunç açıldı. 24 Ocak 1980 neoliberal programı binlerce insanın katledilmesi, yüz binlerin işkenceden geçirilmesi, on binlerin tutuklanması pahasına uygulamaya kondu.

2001 krizinin ardından CHP’nin saflarına kattığı Kemal Derviş ve ekibinin yeniden ürettiği bu program ise halen uygulanıyor ve mevcut krizi yaratan da bu programın öngördüğü sermaye birikim modeli. Önce sendikaların kapatılması, ardından KİT’lerin özelleştirilmesi, sonra kamuya ait ne varsa, eğitimden sağlığa, ulaşımdan tarıma, her şeyin yok pahasına sermayeye devri politikalarıyla bugünlere geldik.

Geçmiş sağ hükümet bileşimlerinden farklı olarak bir siyasal gericilik ve faşizm programıyla davranan AKP’nin inşa ettiği siyasal modelde de belirli bir süreklilik var. Lâkin şimdi bu siyasal model de krizde. 1990’ların operasyoncusu, iç savaş ağası, faili meçhullerin mimarı, milyarder Mehmet Ağar, kocası talan operatörü olarak ünlenen Tansu Çiller, korucubaşları, eli kanlı mafyalar, “milli şuur” ve “devletin bekası” vurgularıyla tek adam rejimini cansiperane savunuyor. Siyasal ve ekonomik krizin tüm politikası ve aktörlerinin yargılanması gerekir.

15 milyon SGK’lının, 6 milyon kayıt dışı çalışanın, 4 milyon işsizin olduğu bir ülkede seçim var ve işçilerin yaşadığı cendereyi kırmayı vaat eden –HDP’nin sınırlı vurguları, çözüm önerileri içeren yaklaşımı dışında– bütünlüklü bir program yok.

Söylenmeyenler

“İş Kanunu’na sokulan esnekleşme, güvencesizleştirme maddelerini kaldıracağız, özelleştirilmiş tüm KİT’ler ile kamu kurum ve mallarını geri alacağız, özel sektörde taşeron çalışmayı kaldıracağız. Kiralık İşçilik Yasası’nı kaldıracağız, Zorunlu Bireysel Emeklik Sistemi (BES) Yasası’nı kaldıracağız. İşçilerin birikmiş ücret alacakları için on yıldan beş yıla indirilen zaman aşımı süresini tekrar on yıla çıkaracağız, beş yıla indirilmesi nedeniyle patronların cebine aktarılan farkları işçilere geri ödeyeceğiz. Borçla kuşatılmış, yoksullaştırılmış işçilerin kalan kıdem, ihbar, ücret alacaklarının üzerine patronlarca çökülmesi amacıyla (bkz. TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun nasıl çıkarıldığını böbürlenerek anlattığı konuşma) çıkarılan Arabuluculuk Yasası’nı kaldıracağız, işçi alacak mahkemelerini yüksek yargı dahil bir yılda bitireceğiz.”

Bunların yüksek sesle söylenmediği, söylenemediği, adet yerini bulsun diye nadiren söylendiğinde ise yarım ağızla geçiştirildiği bir seçim dönemi yaşadık.

E-devlet

E-devlet sistemi denen garabet üzerinden sendikalara üyelik, önceki noter uygulamasına göre görece kolay bir sistem olarak uygulanmaya kondu. Görüldü ki, dünyanın hiçbir tarafında olmayan bir denetim süreci işletiliyor. AKP, devlet ve patronlar tarafından “tehlikeli” bulunan sendikalara üye olan işçileri patronlara ihbar ediyor ve işçiler işlerinden atılıyor.

Bir işçi herhangi bir partiye üye olurken o partiyle bağ kurması yeterliyken, sendikaya üyeliğini devletin sistemi üzerinden yapmak zorunda. Ülke barajı, işyeri barajı zaten işçilerin örgütlenmesine büyük bir engelken, Toplu İş Sözleşmesi Kanunu da işvereni korumaya devam ediyor. Devlet kendi e-devlet sisteminden bir işyeriyle ilgili işçi sendikasının yaptığı çoğunluk tespitini iki saniyelik bir işlemle görebiliyor ve yetki verebiliyor.

Rakamlar net, çünkü tek tek işçiler kendi e-devlet şifreleri üzerinden yapıyor başvuruları. Ancak işverenler kendi güçleriyle yaptıkları “kanun”la bu çoğunluk durumuna itiraz edebiliyor ve dava yıllarca sürebiliyor. Flormar ve Posco-Assan’da gördüğümüz üzere, eğer işveren yetki başvurusunun hemen sonrasında sendikaya üye olan işçileri atmamışsa dava aşamasında kalan üyeleri tasfiye ediyor ya da işçileri zorla iş kolundaki sarı sendikaya üye yapıyor.

Cendere

Ülkede sendikalı işçi sayısının 500 bini özel sektörde, 900 bini kamuda görünüyor. Bu üyeliklerin çoğunluğu da herhangi bir toplu sözleşme hukukuna dahil değil. Dahil olanların yüzde sekseni ise sarı sendikaların söylediği koşullarda imza attığı toplu iş sözleşmesinden “faydalanıyor”.

Sarı sendikaların yönetimleri doğrudan devlet tarafından korunuyor, işçi aidatlarının bu şebekelerce yağmalanmasına ses çıkarılmıyor. Herhangi bir denetim mekanizması söz konu değil. Sağdan soldan vekiller bu sarı sendikacı takımıyla sosyalleşmeyi siyasi ikballerinin gereği olarak görüyor.

Kamudaki “solcu” sendikaların bürokrat yöneticileri özellikle belediye yöneticileri (patron) ile “samimi” ilişkiler içinde olduklarını gösteren paylaşımlarda bulunmakta bir beis görmüyor. Sonra bu sendikacı tiplerin göklerden gelen kararlarla vekil, belediye başkanı yapıldığını görüyoruz.

15 milyon SGK’lının, 6 milyon kayıt dışı çalışanın, 4 milyon işsizin olduğu bir ülkede seçim var ve işçilerin yaşadığı bu cendereyi kırmayı vaat eden –HDP’nin sınırlı vurguları, çözüm önerileri içeren yaklaşımı dışında– bütünlüklü bir program yok. İşçiler birilerini seçecek, ama kendileri asla hiçbir yere seçilemeyecek. Temsil sorunundaki bu riyakârlık hepimizin hanesine yazılmaya devam edecek.

Sahadaki işaretler tek adam rejiminin en azından ideolojik olarak dağıldığını gösteriyor. AKP kaybedecek. Kaybedişin düzeyini –Millet İttifakı iktidarı mı, yoksa bir ara çözüm mü (mesela AKP ve İyi Parti) olacağını– 24 Haziran sonrasında göreceğiz.

“Taşerona kadro” sahtekârlığı

“Kamuda taşerona kadro verdik” diyen AKP’nin bu vaadinin sahtekârca olduğunu bizler söyledik, ispatladık, direnişler örgütledik, ancak AKP’nin sahtekârlığını teşhir etmede yeterli olamadık. Halihazırda işçilerin çoğunluğu en azından özel taşeron şirketlerden kurtulmuş olmaktan bir parça hoşnut.

Kamuda “kadro”ya geçirilmemiş taşeron işçiler diğerlerinin bu sınırlı hoşnutluğunun kendileri için de gelecekte bir umut olabileceğini düşünüyorlar ve mücadele ediyorlar. AKP de “bekleyin, sıra size de gelecek” vaadini el altından yaygınlaştırıyor. Ancak “geçiş” yapan işçilerde de, geçmemiş işçiler arasında da AKP’nin kredisi büyük ölçüde tükenmişken, “eşit işe eşit ücret” talepli gerçek kadro için mücadeleye devam eğilimi giderek yükseliyor.

Sınıfsal konumlar, siyasal tercihler

Özel sektörde çalışan işçilerin büyük çoğunluğu beyaz yakalı yöneticileri patron olarak görüyor. Bu yöneticilerinin kendilerine olan davranışları bir “birikim” oluşturuyor ve bu yöneticilerin yaşamlarını adeta kural olarak sosyal medya hesapları üzerinden izliyorlar.

AKP ise yükselmek için alttakinin kafasına basmakta etik bir sorun görmeyen beyaz yakalı takımın patron sınıfı olduğu vurgusunu aşağıda başarılı bir şekilde “işliyor”. Bu yolla mavi yakalının sınıfsal tepkisini manipüle edip öteden beridir yaptığı gibi kendi oy hanesine yazmaya çalışıyor. Eskisine göre mesafe almış olsak bile ne yazık ki bu oksimoronu kıracak politik, örgütsel, ideolojik mekanizmaları henüz tam olarak kurabilmiş değiliz.

24 Haziran’da işçiler ekonomik-siyasal krizin ortasında bir tür denge arayacaklar. Bu dengenin nasıl olacağını ve biçimini göreceğiz. Sahadaki işaretler tek adam rejiminin en azından ideolojik olarak dağıldığını gösteriyor. AKP kaybedecek. Kaybedişin düzeyini –Millet İttifakı iktidarı mı, yoksa bu ikisi arasında bir ara çözüm mü (mesela AKP ve İyi Parti) olacağını– 24 Haziran sonrasında göreceğiz.

Direnişlerin sonuçları sendikalı işçilerin siyasal tercihlerine de yansıyor. Direnişlerin olduğu tüm kentlerde işçilerin referandumdaki “Hayır” tutumunu gördük. Bu eğilimde Metal Fırtına’nın, grevleri yasaklanan işyerlerindeki direnişlerin etkisi büyük. Tüm bu havzalarda, işçiler arasında kendiliğindenci bir eğilimin, dağınık düzeylerde bile olsa sınıfsal muhasebeler doğrultusunda davranışın başladığına şahit oluyoruz.

Önümüzdeki dönemin sınıflar kavgasının yaratacağı kesin olan kasırga sürecinde, bu eğilimin siyasal bir inisiyatifle buluşturulması kritik öneme sahip olacak. Sosyalist inşanın devrimcilik boyutu, toplumun diğer ezilen kesim ve sınıflarının politik özgürlük taleplerini birleştirme mahareti gösterdiği ve siyasal bir sınıf mücadelesini bu bileşimle somuta düşürebildiği oranda mümkün hale gelebilecektir.

 

^