Aralık 1970: Kuruluş
Tarih: Aralık 1970. Yer: Ankara Büklüm Sokak, Çam Apartmanı. Buradaki bir dairede buluşanlar öncü/savaşçı bir örgüt kurulmasının zamanının geldiğini düşünmektedir. Bu çerçevede bir Genel Komite oluşturulur. Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir, Sina Çıladır, Bingöl Erdumlu, Ertuğrul Kürkçü, Orhan Savaşçı ve Ziya Yılmaz’dan oluşan Genel Komite’nin[1] ilk üç ismi, aynı zamanda Merkez Komitesi üyesi seçilir.
Merkez Komitesi üyelerinden Mahir Çayan ve Münir Ramazan Aktolga ideolojik/teorik meseleler üzerine yoğunlaşacak ve çıkarılacak Kurtuluş dergisinde bunları ortaya koyacak, gençlik hareketinin en etkili liderlerinden Yusuf Küpeli kitle ilişkilerini sağlayacaktır. Diğer Genel Komite üyelerinin bir kısmı coğrafi bölge, bir kısmı da çalışma alanı esasına göre faaliyet yürütecektir.
Örneğin, Ziya Yılmaz Karadeniz’de, Hüseyin Cevahir Doğu Anadolu’da, Sina Çıladır Ereğli’de maden işçileri arasında, Bingöl Erdumlu İzmir’de Yapı İşçileri Sendikası’nda, Ertuğrul Kürkçü gençlik içinde, Orhan Savaşçı askeri kesimde çalışacak, Ulaş Bardakçı ise örgütün lojistik ihtiyaçlarını sağlayacaktır.
Ziya Yılmaz’ın “reel-genel komite”[2] dediği yapılanmanın önünde iki acil sorun durmaktadır: İdeolojik/politik görüşlerini duyuracakları bir yayın çıkarmak ve –hem bu yayın hem de başlayacakları şehir gerillası eylemleri için– maddi kaynak sorununu çözmek.
Ocak 1971: ASD’ye Açık Mektup
Yayın konusunda ilk adım Mihri Belli ve Milli Demokratik Devrim (MDD) çevresiyle olan ayrılığın gerekçelerini teorik olarak ortaya koymak olur. Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ve Ertuğrul Kürkçü imzasıyla Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup isimli broşür yayınlanır.
Bu broşürde şu cümleler yer alır: “Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır. Bu mücadele sınıflar mücadelesidir. Burada el titremesine, tereddüde ve kararsızlığa yer yoktur.”
Kurtuluş Yayınları’ndan basılan broşürden sonra, Mahir Çayan ve arkadaşları “Kurtuluş Grubu” olarak anılır. Ocak 1971’de yayınlanan ASD’ye Açık Mektup Silahlı Kuvvetler’deki sosyalist subayların kurduğu Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü üyeleri arasında da tartışılır ve daha öncesinden Orhan Savaşçı aracılığıyla bu iki kesim arasında kurulmuş olan ilişkiler artık tek bir örgüt çatısında toplanır.
12 Şubat -15 Mart 1971: Banka soygunları
Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir, Ziya Yılmaz, Hüdai Arıkan ve Selçuk Şahin Polat[3] 12 Şubat 1971’de, Ziraat Bankası’nın Ankara-Küçükesat şubesini soyar. Ulaş Bardakçı’nın temin ettiği peruklar ve araçla gerçekleştirilen soygunda sadece 48.660 lira ele geçirebilirler. Dolayısıyla, yeni bir soygun yapmaya karar verirler.
İkinci soygunun hedefi Ziraat Bankası’nın Ankara-Bahçelievler şubesidir. Ancak, hazırlıklar yapılıp banka önünde buluşulduğunda, bir askeri aracı fark ederler ve soygundan vazgeçerler.[4]
Ankara’da bu sorunu çözemeyeceklerini anlayınca Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Hüseyin Cevahir, Rüçhan Manas İstanbul’a geçer. SBF’den Oktay Etiman ve Kâmil Dede de onlara katılır. Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga, Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kâzım Özüdoğru, Hüdai Arıkan ve Selçuk Şahin Polat ise Ankara’da kalır.
Ankara’dan İstanbul’a geçenlerden Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Kâmil Dede ve Oktay Etiman 15 Mart 1971’de Türk Ticaret Bankası İstanbul-Erenköy şubesini soyar. Ne var ki, bu soygundan da ancak 14.449 lira elde edebilmişlerdir.
15 Mart 1971: Kurtuluş dergisi ve devrimin yolu
Ocak 1970’te “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori”[5] yazısıyla Doğu Perinçek liderliğindeki Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) çevresini sert bir şekilde eleştiren Mahir Çayan, tam bir yıl sonra da, Ocak 1971’de, Mihri Belli liderliğindeki Aydınlık Sosyalist Dergi’yi hedefe koymuştur.
Onun çok bilinen ve sık tekrarlanan sözüyle ifade etmek gerekirse, artık “aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde”dir. Şimdi sıra, Türkiye’deki devrimin yolunu ortaya koymaya gelmiştir. Bunun için de bir yayına ihtiyaç vardır. İlk sayısı 15 Mart 1971’de çıkan yayının ismi, Kurtuluş: Devrim için Savaşmayana Sosyalist Denmez olur.
İlk sayfada yer alan “Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi” başlıklı ana yazı emperyalizmin (açık veya gizli) işgali altındaki ülkelerde devrimin izleyeceği yolu ve kurulacak (halk) ittifakının bileşenlerini net bir şekilde tarif etmektedir.
Bu yazıya göre, Türkiye’deki ekonomik ve politik buhran hızla derinleşmekte, kendi içinde çeşitli fraksiyonlara bölünen egemen sınıflar düzeni kanunlarıyla koruyamaz hale gelmekte, bu yüzden de karşı devrim cephesinin saldırıları gittikçe artmakta ve temsili demokrasi hızla rafa kaldırılmaktadır.
İlk sayısı 15 Mart 1971’de çıkan yayının ismi, Kurtuluş: Devrim İçin Savaşmayana Sosyalist Denmez olur. İlk sayfada yer alan “Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi” başlıklı yazının üstünde durduğu önemli noktalardan biri “öncü/savaşçı parti”nin Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ekseninde mücadele yürütmesi gerekliliğidir.
Türkiye gibi ülkelerdeki devrimcilere düşen görev, uzun bir halk savaşının zorunlu olmasından hareketle, proletaryanın önder, köylülerin ise temel güç olduğunun farkında olmaktır:
“Ülke işgal altındadır (açık veya gizli). Ve yönetim, büyük şehirlerdeki bürokrasisi ve militarizmine dayanarak ayakta duran, işgalci düşmanın da içinde yer aldığı bir gerici ittifakın elindedir. Böyle ülkelerde devrim yapılabilmesi için, her şeyden önce, bir kurtuluş savaşının (halk savaşının) verilmesi şarttır. Halk savaşının zorunlu bir durak olmasından dolayı, bu ülkelerin Demokratik Halk Devrimi’nde sınıf mevzilenmesi değişiktir. Emperyalizme arkasını dayamış olan karşı-devrim cephesi, proletaryanın yoğun bulunduğu büyük şehirlere ve kilit bölgelere güçlerinin büyüğünü yığmış ve çok sıkı bir denetim kurmuştur. Bu hain yönetimin yumuşak karnı kırlardır. Dünyadaki bütün kurtuluş savaşlarının (halk savaşlarının) pratiği, bize şunu söylemektedir: zafere kırlardan şehirlere doğru bir rota izleyen, çeşitli ara aşamalardan geçen, halkın örgütlü savaşı ile varılabilir.”
“Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi” başlıklı yazının üstünde durduğu önemli noktalardan biri de kurulacak –daha doğru ifadeyle, yaratılacak– olan politik ve askeri liderliğin birliği’ni esas alan “öncü/savaşçı parti”nin Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi (PASS) ekseninde mücadele yürütmesi gerekliliğidir:
“Halk savaşı, politikleşmiş bir askeri savaştır. Yani sosyalistlerin halk savaşındaki temel mücadele metodları, askeri savaş metodudur. Bu savaş klasik savaş metoduyla değil, politikleşmiş askeri savaş metoduyla yürütülür. Bu savaşta bütün demokratik ve ekonomik amaçlı hareketler, kitle gösterileri vs. bu politikleşmiş askeri mücadeleye tabidir.
Marksist devrim teorisini “tekel öncesi” ve “emperyalist dönem” ayrımından yola çıkarak açıklayan Mahir Çayan Marksist devrim teorisinin hem determinist (belirlenimci) hem de volontarist (iradeci) karakterine yaptığı vurguyla devrimin nesnel ve öznel koşulları arasında organik bir bağ kurar.
Emperyalizmin işgalinin varlığı, bizzat karşı tarafın zora başvurması demektir. Karşı taraf zora başvurduğu için devrimci temel politika, askeri mücadeleyi esas alır. Sınıfların eyleme sokuluşu ve mücadele alanlarının seçilişi bu politikanın ışığı altında olur.
Emperyalizmin işgali altındaki ülkelerdeki bütün revizyonist ve oportünist fraksiyonlara göre, silahlı savaş teknik bir meseledir, taktik bir meseledir. Esas olan yığınların bilinçlendirilmesi ve silahlı savaş için sosyal ve psikolojik şartların hazırlanması ve yaratılmasıdır. Oysa silahlı mücadelenin objektif şartları, emperyalizmin işgalinden dolayı her dönemde vardır.”
Kurtuluş dergisinin birinci sayısında açıklanan noktalardan biri de yayın politikasıdır. Kurtuluş Grubu’na göre, “halk savaşının zorunlu bir durak olduğu ülkelerde sosyalistlerin temel mücadele metodları politikleşmiş askeri savaş metodu olduğu için” yayın politikaları da ona göre olmalıdır. Çünkü “kitleler, kitle organı vs. ile bilinçlenmezler; savaş içinde, pratik içinde, öncünün yakacağı kıvılcımla bilinçlenirler, örgütlenirler”.
Bu yüzden “Politikleşmiş Askeri Savaş metodunu temel mücadele biçimi olarak kabul eden” Kurtuluş Grubu “savaşı asgari bürokrasi ile yürütecek ve görüşlerini tek bir ideolojik/politik organla kitlelere iletecek”tir.
Nisan 1971: Kesintisiz Devrim I
Kurtuluş’un ilk sayısında yer alan görüşler, kısa bir süre sonra Mahir Çayan tarafından Kesintisiz Devrim I[6] broşürüyle daha kapsamlı hale getirilir.
Yusuf Küpeli’nin kaleme aldığı 1965-1971: Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç[7] broşürüyle aynı anda yayınlanan ve “Türkiye solunda hüküm süren teorik keşmekeş” ile “kendi öz gücünün dışında başka güçlere bel bağlayan” siyasi gruplara vurgu yaparak başlayan Kesintisiz Devrim I, Türkiye’de “Marksist-Leninist devrim teorisinin özünün kaybolması”ndan hareketle, “devrim anlayışını ve buna bağlı örgüt ve çalışma tarzını” ortaya koymayı amaçlar.
Marksist devrim teorisini “tekel öncesi” ve “emperyalist dönem” ayrımından yola çıkarak açıklayan Mahir Çayan, Marksist devrim teorisinin hem determinist (belirlenimci) hem de volontarist (iradeci) karakterine yaptığı vurguyla devrimin nesnel ve öznel koşulları arasında organik bir bağ kurar. Bunu da evrim ve devrim aşamaları üzerine yazdıklarıyla pekiştirir.
Ancak, yayınlarda ifade edilen “engebeli, dolambaçlı ve sarp” mücadelenin yürütülmesi için maddi sorunların çözülmesi gereklidir. Ayrıca, bir askeri darbenin eli kulağındadır ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) üyesi devrimcilerin eylemleri Dev-Genç tabanında sempati yaratmaktadır ve daha fazla beklenirse tabanın kayma riski bulunmaktadır.
4 Nisan 1971: Mete Has’ın kaçırılması
Yaptıkları banka soygunlarında yeterli paraya ulaşamamalarından duydukları hoşnutsuzluğu “Bu soygunlar maliyeti kurtarmıyor”, “Bu nasıl kapitalizm, bankada bile para yok”[8] gibi esprilerle ifade eden Kurtuluş Grubu banka soygunlarından vazgeçerek fidye eylemlerine yönelme kararı alır. Birkaç ismi tartıştıktan sonra, dönemin zengin iş insanlarından Mete Has’ı kaçırmaya karar verirler.
4 Nisan 1971’de, Mete Has –ve tesadüfen eve gelen Talip Aksoy– fidye karşılığı alıkonur. Eylemi gerçekleştirenler Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Kâmil Dede ve Oktay Etiman’dır. Fidye olarak talep edilen 400 bin lirayı alınca, alıkoydukları kişileri serbest bırakırlar. Fidyeyle elde edilen para uzun bir süre ihtiyaçları karşılayacak miktardadır. Hatta Ulaş Bardakçı “Parayı bankaya koymayalım, güvenli değil, soyup duruyorlar. Deniz duyarsa kesin gelip soyar”[9] diye şaka yapar.
17 Mayıs 1971: Elrom’un kaçırılması
İdeolojik/teorik meselelere açıklık getirilmiş, maddi sorunlar çözülmüştür. Şimdi sıra Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (THKP-C) kamuoyuna duyurulmasındadır. Bunun için Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga, Ertuğrul Kürkçü İstanbul’a çağrılır. Ancak Yusuf Küpeli hasta olduğu gerekçesiyle gitmez.
Toplantıda tüzük hazırlama görevi verilen Aktolga ve Kürkçü planlanan eylemin niteliği ve amacı hakkında bilgilendirilir. Ankara’dan gelenler geri dönerken, İstanbul’dakiler İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırmak için hazırlığa başlar. Eylemde yer alacak kişiler Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Oktay Etiman ve Kâmil Dede’dir. Fakat Kâmil Dede ailesinin yanına gidince onun yerine Necmi Demir alınır.
Yaptıkları banka soygunlarında yeterli paraya ulaşamamalarından duydukları hoşnutsuzluğu, “Bu soygunlar maliyeti kurtarmıyor”, “Bu nasıl kapitalizm, bankada bile para yok” gibi esprilerle ifade eden Kurtuluş Grubu banka soygunlarından vazgeçerek fidye eylemlerine yönelme kararı alır.
1 Mayıs’ta yapılması planlanan eyleme 1 Mayıs Harekâtı adı verilir. Ancak, başka gelişmelerden ötürü ertelenen eylem 17 Mayıs’ta yapılır, Elrom kaçırılır. Önceden hazırlanmış olan THKC’nin 1 no’lu bülteni Necmi Demir ve İlkay Demir tarafından çeşitli yerlere gönderilir. “Amerikancı Bakanlar Kurulu” diye başlayan bültende, tutuklu devrimcilerin derhal serbest bırakılması, bültenin TRT’de yayınlanması, takip ve aleyhte yayın yapılmaması belirtilir. Bu koşullar yerine getirilmezse, Elrom’un infaz edileceği ültimatomu verilir.
1 Haziran 1971: Cevahir’in öldürülmesi
Devletin buna tepkisi çok sert olur. Nihat Erim hükümeti 22 Mayıs’ta Balyoz Harekâtı’nı başlatır. 22 Mayıs saat 22:00’dan 23 Mayıs saat 15:00’a kadar İstanbul ili sınırları içinde 15 saat sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Şehirdeki her ev aranır.
Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman, Yılmaz Güney’in evinin çatı katında saklanır. Genel arama nedeniyle kapıya gelen polisler “Mahir Çayan ve arkadaşlarını arıyoruz” dediklerinde, Yılmaz Güney parmağıyla çatı katını işaret ederek “yukarıda saklanıyorlar” diye karşılık verir. Polislerin şaka sanarak güldükleri bu cevap için Yılmaz Güney “hayatımın rolüydü” diyecektir.
Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman, Yılmaz Güney’in evinin çatı katında saklanır. Genel arama nedeniyle kapıya gelen polisler “Mahir Çayan ve arkadaşlarını arıyoruz” dediklerinde, Yılmaz Güney parmağıyla çatı katını işaret ederek “yukarıda saklanıyorlar” diye karşılık verir. Polislerin şaka sanarak güldükleri bu cevap için Yılmaz Güney “hayatımın rolüydü” diyecektir.
23 Mayıs’ta Elrom’un cesedi bulunur. Elrom’un taşınmasında kullanılan çuvaldan yola çıkan polis, önce İlkay Demir, Necmi Demir, Necati Sağır ve İrfan Uçar’ı, ardından Ziya Yılmaz, Ulaş Bardakçı ve Rüçhan Manas’ı yakalar. Jülide Zaim, Kadriye Deniz Ören ve Ömer Erim Süerkan da gözaltına alınanlar arasındadır. İlgili evleri kiralayanlardan Teğmen Saffet Alp ve Yüzbaşı İlyas Has, kaçak duruma düşer.
Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir ise Maltepe’deki bir eve gider. 30 Mayıs’ta, bir ihbar üzerine, Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in saklandığı eve gelen bir bekçinin evde oturanların karakola çağrıldığını söylemesi üzerine, Mahir Çayan bekçiyi yaralayarak dışarı çıkar ve Cevahir’le birlikte kaçmaya başlarlar. Bir apartmanın bahçesine giren Çayan ve Cevahir, Sibel Erkan adlı 14 yaşındaki bir kızı rehin alarak bir daireye girerler ve burada kuşatılırlar.
1 Haziran günü keskin nişancı atışıyla Hüseyin Cevahir vurulur ve operasyon başlar. Polisler Mahir Çayan olduğunu sanarak Hüseyin Cevahir’i tarar. Mahir Çayan, sağ ele geçmemek için kalbine ateş eder, ama tam isabet ettiremez ve ağır yaralı olarak yakalanır. Böylece THKP-C’nin atılımı –şimdilik– sona erer.
29 Kasım 1971: Hapishaneden firar
17 Temmuz’da THKO, 16 Ağustos’ta THKP-C davası başlar. Onlarca gencin idamı istenmektedir. THKP-C davasının en belirgin özelliklerinden biri, sanıklara yapılan ağır işkencenin yargılamalar sırasında “hukuki” kabul edilmesidir. Bu işkenceler yargılama döneminde de devam etmiş ve örneğin, Mahir Çayan aylarca zincire vurulmuş şekilde Selimiye’de bir odada tutulmuş ve mahkemeye buradan götürülüp getirilmiştir.
Mahir Çayan’ın idam edileceği açıktır. Bu nedenle öncelikli amaç Mahir’leri cezaevinden kaçırmaktır. Maltepe Cezaevi’nde görevli subaylarla ilişki kurulur, bu subaylardan Sabahattin Sakman Mahir’le dışarısı arasındaki ilişkiyi sağlar. Bu arada, THKO’luların başlattığı tünel kazısında sona gelinmek üzeredir.
THKP-C’liler kamuoyunun merakla takip ettiği duruşmaları bir propaganda aracı haline getirir. Yargılayanlar ve yargılananlar arasında bir propaganda savaşı yaşanmaktadır. Ancak, THKP-C’nin görüşlerini ortaya koyma çabası bir süre sonra başka bir önceliğe tabi hale gelir. Çünkü Maltepe Cezaevi’ndeki THKP-C’liler THKO’luların başlattığı tünel çalışmasına dahil olmuşlardır. Şimdi en büyük öncelik, firar etmektir.
Bu yüzden mahkeme sürecinin uzatılması için savunmanın şişirilmesi gerekmektedir. Bu görev Ulaş Bardakçı’ya verilir. Bardakçı, özellikle Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabından alıntılarla, mahkeme sürecinin mümkün olduğu kadar uzatılması için çabalar. Bir yandan da Mahir Çayan’ın Maltepe Cezaevi’ne getirilmesi için uğraşılır. Sonunda Çayan, kasım ayı başlarında Maltepe Cezaevi’ne nakledilir. Kısa bir süre sonra da tünelin olduğu koğuşa alınır. 29 Kasım 1971’in akşam saatlerinde THKP-C’den Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz ve Mahir Çayan, THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna firar eder.
13-17 Aralık 1971: THKP-C’de bölünme
Dönemin başbakanı Nihat Erim’in “bu basit bir kaçma olayı değildir” dediği firar sonrasında büyük bir sürek avı başlar. Firar edenlerin öncelikli hedefi Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesini engellemektir. Bunun için de etkili bir eylem yapma arayışı içindedirler.
Ancak, Mahir’leri büyük bir sorun daha beklemektedir. Kendilerinin yakalanmasından sonra eylemleri devam ettirmeyen, hatta eylem çizgisini eleştirmeye başlayan Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga ile anlaşmazlıkları masaya yatırmak gerekmektedir. Küpeli ve Aktolga, –daha önceki yazılarda onayları, hatta bazılarında imzaları olmasına rağmen– yapılan eylemleri artık “bireysel terör” olarak görmektedirler.
Bunun için ilki 13 Aralık, ikincisi 17 Aralık’ta yapılan sancılı ve gergin görüşmelerden sonra Merkez Komitesi’nin bu iki üyesi ihraç edilir.[10] İhraçla birlikte THKP-C içinde büyük bir yarılma yaşanır. Ankara ekibi ve Dev-Genç liderleri Mahir’den yana tavır alır. İstanbul örgütlenmesini oluşturanlar ise çoğunlukla Yusuf ve Münir ekibiyle davranmaya başlar.
Ancak, İstanbul yapılanmasından Mustafa Baykara, Mehmet Sönmez, Mehmet İncili gibi isimler bu ayrılıkta Yusuf ve Münir’le birlikte davranmış olsalar da, firar sürecinde ve sonrasında Mahir’ler için ellerinden geleni yapar.
19 Şubat 1972: Ulaş’ın öldürülmesi
Ayrılık sonrasında yapılan yeni görev bölüşümü uyarınca Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz İstanbul’da kalırken, Mahir Çayan ocak ayı sonunda –özel olarak hazırlanan bir sandığın içinde– kamyonla Ankara’ya götürülür. Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da iki hafta önce aynı yöntemle Ankara’ya götürülmüştür.
Ancak, Mahir’in Ankara’ya nakledilmesinden kısa bir süre sonra, İstanbul’dan kötü haberler gelmeye başlar. 19 Şubat 1972 günü, Arnavutköy’de kaldıkları eve yapılan operasyonda, Ulaş Bardakçı öldürülür, Ziya Yılmaz yaralı ele geçirilir.
Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga yapılan eylemleri artık “bireysel terör” olarak görmektedir. Sancılı ve gergin görüşmelerden sonra Merkez Komitesi’nin bu iki üyesi ihraç edilir. İhraçla birlikte THKP-C içinde büyük bir yarılma yaşanır.
Ankara’ya geçmiş olan Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ise Ankara’dakilerle birlikte Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını önleyecek eylem arayışı içindedir. Önce Süleyman Demirel’in kaçırılması düşünülür. Bunun mümkün olmadığı anlaşılınca, bir diplomatın alıkonması eylemi üzerinde durulur. Ancak, bunun da yolu bulunamaz.
8 Mart 1972: Koray Doğan’ın öldürülmesi ve büyük kovalamaca
Bu arada, İstanbul’dan sonra Ankara’da da operasyonlar sıklaşmıştır. Firar eden devrimcileri saklayanlardan Koray Doğan, 8 Mart’ta, nişanlısının evinden çıktığı sırada polis tarafından sırtından vurularak öldürülür. Ankara’da değil eylem yapma, barınma imkânı bile neredeyse kalmamıştır. Bu büyük kovalamacayı, işkenceli sorguların ardından tutuklanan Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü üyesi Hakkı Gümüştaş şöyle anlatır:
“Nefes nefese süren bir kovalamaca, ölüm ve yaşam arasında gidip geliyordu. Dışarıdaki büyük kovalamacanın içeriye yansıması bir başkaydı. Bu eylemde insanlar, kendilerini buluyordu. İdamları durdurmak birinci şarttı! Ne olursa olsun bu gençler asılmamalı! Şimdi bütün mesele Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamlarını önlemekti. Bundan başkası düşünülemezdi. Nefesler tutulmuş, herkes dışarıdakilerden bu anlamda bir haber bekliyordu. Gönüllerden geçen, başaracakları yönündeydi. O derece inanmışlardı. Başka bir şey düşünmek istemiyordu kimse. Kaçış sürecinde, yurt dışına bir süreliğine gitme tartışılmış, ancak bu, Mahir ve arkadaşları tarafından reddedilmişti. Öyle bir yola çıkılmıştı ki, ölüme kadar süreceği baştan belliydi.”[11]
26 Mart 1972: Kızıldere’ye gidiş
Ertan Sarıhan’ın önerisiyle –daha önceden kır gerillası hazırlığı için kullanılması planlanan– Karadeniz’e gitmeye karar verilir. Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna ve Ertuğrul Kürkçü, Ertan Sarıhan’ın ayarladığı bir kamyonun arkasında Karadeniz’e geçer.
Hedef, NATO’nun Ünye Radar Üssü’ndeki İngiliz istihbaratçılardır. Mahir Çayan firardan sonra kaçak durumdayken kaleme aldığı Kesintisiz Devrim II-III[12] broşürünü sonu ölümle biteceği belli olan eylem için yola çıkmadan önce yoldaşlarına bırakır.
Zaman tükenmektedir. TBMM’de onaylanan idam kararları, 25 Mart 1972’de cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından imzalanmıştır. Bunun üzerine eylemin ertesi gün yapılmasına karar verilir.
26 Mart günü, Ünye’deki NATO Radar Üssü’nden üç İngiliz istihbaratçı Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Hüdai Arıkan ve Ertuğrul Kürkçü tarafından kaçırılır. Dışarıda bekleyen Ertan Sarıhan, Ahmet Atasoy ve Nihat Yılmaz ile buluşarak Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyüne doğru yola çıkarlar.
Saffet Alp, Ömer Ayna, Nihat Yılmaz, Sinan Kâzım Özüdoğru ve Sabahattin Kurt önceden oraya geçmişler, arkadaşlarını beklemektedirler. Yapılan görev bölüşümüne göre, Ertan Sarıhan ve Ahmet Atasoy İngiliz teknisyenlere ait aracı uzak bir noktada terk ederek bu bölgeden uzaklaşacaktır. Ancak, aracı uzak bir yerde sakladıktan sonra, çok uzun ve zorlu bir yolu kış koşullarında yürüyerek Kızıldere’ye dönerler. Arkadaşlarının yanında olmayı tercih ederler.
İngiliz teknisyenlerin kaçırılmasından sonra bırakılan bildiride talepler şöyle ifade edilir: 1) İnfazlar derhal duracak. 2) Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacak. 3) En geç 48 saat içinde infazların durdurulduğuna dair radyodan yayın yapılacak.
“Başımızda Antepli bir çavuş vardı. Bazukaları dağıtırken, evin içinde Mahir Çayan ile arkadaşlarının bulunduğunu, o gençlerin bizim gibi fakirler, garibanlar için mücadele ettiklerini, istikballerini bizler için feda ettiklerini fısıldadı. Bir cümle söyledi ki hiç unutmadım: Ne yapmanızın lâzım geldiğini siz bilirsiniz.”
30 Mart: Kızıldere katliamı
Ancak, çember gittikçe daralmış, Mahir’lerin bulunması an meselesi haline gelmiştir. Nihayet iz bulunur ve 11 devrimci Kızıldere Köyü muhtarı Emrullah Aslan’ın evinde kuşatılır. Sonrası malûm. Kesintisiz makineli tüfek atışları, yoğun bombardıman…
Ertuğrul Kürkçü dışındaki tüm devrimciler katledilir. Kürkçü’nün sağ kurtulması, saldırı ânında samanlık tarafında olması ve katliamı takiben ertesi güne kadar orada saklanması sayesindedir. O anda ele geçirilmiş olsa, onun da öldürüleceği açıktır. Tıpkı katliamdan yaralı olarak kurtulan, ama ele geçirildiğinde kafasına sıkılan kurşunla öldürülen Saffet Alp gibi. Saffet Alp’in yaralı haldeyken öldürüldüğünü, operasyon sonrasında hükümet tabibi olarak eve götürülen Şehsuvar Savuran da doğrulamaktadır.
THKP-C tarihi üzerine önemli çalışmalar yapmış olan Murat Bjeduğ Kızıldere’de katledilen Sabahattin Kurt’un[13] hayatı hakkında araştırma yaparken, o operasyonda yer almış bir onbaşıya ulaşır. O onbaşı Kızıldere katliamını ve o katliamdan yaralı olarak kurtulan Saffet Alp’in öldürülmesini şöyle anlatır:
“Sabah çok erken saatlerde uyandırıldık. Tam teçhizatlı olarak hazırlanmamız emredildi. Araçlara hızla bindirilip yola çıktık, kimse nereye gittiğimizi bilmiyordu, ama bir operasyona götürüldüğümüzü aramızda tahmin edenler vardı.
Kızıldere Köyü’ne getirildiğimizde yüzlerce asker, sivil, büyük mevkilerde oldukları belli insanlar, köylüler bir evin etrafında, eve yaklaşmadan toplanmışlardı. Makineli tüfeklerden verilen emir üzerine yağmur gibi mermi sıkılmaya başlandı o köy evine. O zaman anladık içeride birileri vardı, anarşistler deniyordu. Sonra Mahir Çayan’la arkadaşlarının İngiliz rehinelerle evin içinde olduklarını öğrendik.
Eve hiç durmadan ateş ediliyordu. Evden de marşlar, sloganlar duyuyorduk. Başımızda Antepli bir çavuş vardı. Komutanlar her birimize ikişer tane bazuka verdi. Emir geldiğinde bazukalar aynı anda eve atılacaktı.
Çavuş bazukaları dağıtırken, alçak sesle, evin içinde Mahir Çayan ile arkadaşlarının bulunduğunu, o gençlerin üniversitelerde okuduklarını, bizim gibi fakirler, garibanlar için mücadele ettiklerini, istikballerini bizler için feda ettiklerini fısıldadı. Bir cümle söyledi ki hiç unutmadım: ‘Ne yapmanızın lâzım geldiğini siz bilirsiniz.’
Kızıldere katliamıyla THKP-C’nin fiziki varlığı son buldu, ama etkisi, esini süregeldi. Bunda en büyük rolü Mahir Çayan’ın kişiliği ve düşünceleri oynadı. Ertuğrul Kürkçü’nün dediği gibi, “Mahir Türkiye solunun tarihinde hiçbir sosyalistin edinmiş olamadığı bir prestij yaratarak on binlerce emekçi ve aydının onun adıyla anılan düşünceleri kendi düşünceleri olarak benimsemesini sağladı.”
Bu söz üzerine kendi aramızda konuşmaya başladık, duygulanıp ağlayanlar, ‘Ben bu bazukaları atmayacağım’ diyenler oldu. İkaz ettik, ‘belli etmeyin, kurşuna dizerler hepimizi, eve atıyor gibi yapıp yere düşecek şekilde atalım’ dedik. Ben iki roketi de evin ön duvarının dibine doğru attım. Ama biz atsak ne olur, atmasak ne olur? Eve kurşun, bomba yağıyordu.
Ev harabeye döndü, o kadar mermi, o kadar bomba, zaten köy evi, roket evin önünden giriyor, ta arkasından samanlıktan çıkıyordu.
Sonra marş, slogan sesleri kesildi, hiç ses gelmez oldu. İçeridekilerin hepsinin öldüğü söylendi. Yarım saat kadar beklendi, kimse eve giremedi. Mahir Çayan’ın içeride ölüsünün olması bile tedirginlik ve korku veriyordu. Bir yüzbaşıydı galiba, ‘ben girerim’ dedi. Çelik yelek giydi, eve kapıdan girdi. Ama operasyon sırasında eve sis ve gaz bombası da atılmış. Komutan hemen çıktı, yanında yaralı biri vardı. Kapının iki-üç metre önünde durdular. Komutan yaralıya çok ağır hakaretler etmeye başladı, küfür de edince yaralı, komutana doğru bir yumruk hamlesi yaptı. Komutan geri çekildi, korktu da. Herhalde bizlerin önünde düştüğü duruma sinirlendi. Tabancasını çekti, yaralı vaziyetteki o insanı alnından vurdu. Kurşun alnına gelince yere yığıldı cansız halde. Sonradan öğrendik, teğmenmiş o yaralı haldeyken vurulan. Donduk kaldık, genç bir insan gözümüzün önünde vurulup infaz edilmişti. Yaralıydı, ama ölecek gibi değildi. Vurulmasaydı yaşardı herhalde.”[14]
Kızıldere katliamıyla THKP-C’nin fiziki varlığı son buldu, ama etkisi, esini süregeldi. Bu kısacık tarihin bu kadar uzun ömürlü bir miras bırakmasında en büyük rolü, hiç kuşkusuz, Mahir Çayan’ın kişiliği ve düşünceleri oynadı. Ertuğrul Kürkçü’nün dediği gibi: “Mahir kendisinin tahayyül bile edemeyeceği kadar kısa bir süre içinde, Türkiye solunun tarihinde hiçbir sosyalistin edinmiş olamadığı bir prestij yaratarak on binlerce emekçi ve aydının onun adıyla anılan düşünceleri kendi düşünceleri olarak benimsemesini sağladı.”[15]
1+1 Express, sayı 179, Bahar 2022
[1] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadele Ansiklopedisi, 7. cilt (İstanbul: İletişim Yayınları, 1988, s. 2178), Genel Komite üyeleri arasında Sırrı Öztürk’ü de saymıştır. Ancak, ne bu toplantıyı detaylı bir şekilde anlatan Ziya Yılmaz ne de THKP-C İddianamesi’nde bunu doğrulayan bir bilgi yer almaktadır. Bu on kişi dışında ismi geçen sadece İrfan Uçar’dır. Ancak İddianame’ye göre, o da tahliyesinin ardından aranmaya başlanınca onun yerine Hüseyin Cevahir Genel Komite’ye alınmıştır. Bkz: Barış Mutluay, Ziya Yılmaz: TİP’ten THKP-C’ye, Fatsa’dan Türkiye’ye, Ankara: Nota Bene Yayınları, 2014, 133-134 ve T.C. Sıkıyönetim Komutanlığı, İddianame: Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi Davası, İstanbul: K.K.K. Basımevi, 1973, s.71. (Bundan böyle kısaca İddianame olarak anılacaktır.)
[2] Barış Mutluay, age, s. 134.
[3] İddianame’de bu soygunda yer alan altıncı kişi olarak Oktay Etiman’ın ismi yazılmıştır. Ancak, bu soygunda yer alan altıncı kişi Oktay Etiman değil, Selçuk Şahin Polat’tır.
[4] Bu iki olayla ilgili anılar için bkz: Selçuk Şahin Polat, Mahşerin Beyaz Atlısı: FKF, Dev-Genç, THKP-C Anıları, Kibele Yayınları, 2009, s. 175-183 ve Barış Mutluay, age, s. 143-145, 148-150.
[5] Mahir Çayan, “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori”, Aydınlık Sosyalist Dergi, Yıl: Ocak 1970, Sayı: 15, (188-221).
[6] “Kesintisiz Devrim I” yazısı için bkz: Mahir Çayan, Toplu Yazılar, Özgürlük Yayınları, 1995, s.231-290.
[7] Yusuf Küpeli, “1965-1971 Türkiye’de Devrimci Mücadele ve DEV-GENÇ”, Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) Dava Dosyası Yazılı Belgeler, Yar Yayınları, 1976, s. 283-359.
[8] Barış Mutluay, age, s. 154.
[9] Barış Mutluay, age, s. 156.
[10] İddianame’nin 165. ve 166. sayfalarında ilk görüşmenin 12 Aralık’ta; ikinci görüşmenin ise bundan “iki gün kadar sonra” yapıldığı ifade edilmektedir. Ancak Ziya Yılmaz’ın hayatının anlatıldığı eserde bu görüşmelerin 13 ve 17 Aralık tarihlerinde yapıldığı belirtilmektedir. (Barış Mutluay, age, s. 217.)
[11] Hakkı Gümüştaş, Selimiye Yolcuları, Kuledibi Yayınları, 2014, s. 71.
[12] “Kesintisiz Devrim II-III” yazısı için bkz: Mahir Çayan, Toplu Yazılar, Özgürlük Yayınları, 1995, s. 291-356. Mahir’in, dolayısıyla THKP-C’nin temel metni olan bu broşür Ocak-Şubat 1972’de yazıldı. 1972-74 arasında elle çoğaltıldı. İlk kez 1974’te teksir olarak yayınlandı. Bu nedenle bu metne ayrıntılı yer verilmemiştir.
[13] Sabahattin Kurt’un hayatı için bkz: Murat Bjeduğ, Sabo: Sabahattin Kurt Kitabı, Ayrıntı Yayınları, 2017.
[14] Murat Bjeduğ, Devrimci Bir Subay: Saffet Alp Kitabı, Ayrıntı Yayınları, 2010, s.53-54.
[15] Ertuğrul Kürkçü, İsyanın İzinde, Dipnot Yayınları, 2013, s.97.
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ’NÜN ANLATIMIYLA KIZILDERE KATLİAMI
Son haykırış
Kızıldere köyündeki kuşatma bize yardımcı olan aracıların büyük işkenceler altında, köyün civarındaki ağıllara devrimcileri daha önce bıraktıklarını itiraf etmeleriyle başlıyor ve köyle ilgili deliller toplanmış oluyor. Bizim kuşatılmamızın gerisinde yine bir iz takibi var. Onlar için bütün bu planlamaları yapmak o kadar zor değil. Zaten bunu daha sonra sorgu sırasında bana kendileri de söyledi. Hava karlıydı, kardaki tekerlek izlerinden zaten köy civarını tahmin etmişler, belki palavradır, belki doğrudur. Ama sonuç olarak bizim yaptığımız şeyi bir son çığlık, son haykırış olarak görebiliriz. Yoksa ben doğrusu, rehin aldığımız görevliler karşısında devletin herhangi bir uzlaşma yapacağını düşünmüş değildim. Kaldı ki, çok enteresandır, Türkiye ve İngiltere hükümeti arasında o dönem ve daha sonra bu konuda hiçbir tartışma olmadı. Bu konudaki kararı birlikte vermiş olabilirler ya da bu zayiata razı olduğunu İngiltere hükümeti söylemiş olabilir. Gözden çıkarılabilir kişiler olduklarını bugün de anlayabiliyoruz.
Bu süreçte benim açımdan asıl önemli olan, nasıl öldük, nasıl yaşadık meselesinden daha önemli olan şey, devletin bu süreçte esasen tam olarak neyi yapmak istediğidir.
Devletin serinkanlılıkla şu hesabı yaptığını anlamak, devleti anlamak bakımından anahtar değerindedir. Üç tane önemsiz İngiliz istihbarat elemanının imha edilmesi, Türkiye’nin geleceğinde tayin edici rol oynaması muhtemel on devrimciden kurtulma pahasına devletin verdiği karardır. Elbette serinkanlılıkla yapılan hesabın sonucu, bunlar imha edildi. Bu hesabın korkunçluğunu ve aslında bu hesabı yaparken kendilerince ne kadar doğru bir akıl yürüttüklerini yaşadığımız hayat bize gösterdi. Çünkü daha sonraki yıllarda devrimci hareketin karşısına çıkan en önemli mesele on devrimciyi kaybetmekten ibaret değildi. Bu, Türkiye’de devrimci harekete bir liderlik krizi olarak döndü. Deniz’lerin idamı, Sinan Cemgil’lerin öldürülmesi, Hüseyin Cevahir’in öldürülmesi, Ulaş’ın öldürülmesi ve arkadan Kızıldere’deki katliamla birlikte, önceki yedi-sekiz yıl boyunca yaratılmış olan önderlik kapasitesinin tamamı, devrimci hareket açısından, bir seferde tasfiye edilmiş oldu.
Bu açıdan baktığımda, Türkiye’yi yöneten bütün güçlerin bu kararda ortak olduklarını düşünüyorum. Kızıldere meselesi o mânâda bizim siyasi tarihimizde, sonraki döneme etkileri bakımından son derece önemli.
Şüphesiz devlet orada bir uzlaşmanın olmayacağını biliyordu, zaten bu uzlaşma kapısını kapatmak için bizi tuzağa çektiler. Önce “görüşmek istiyoruz, çıkın” dediler. Mahir eğer kendisini gösterirse derhal vuracaklarını tahmin ettiği için bizlerden birinin konuşmasını istedi ve ben çıktım, konuştum. Daha kafamı çıkarırken makineli tüfeklerin arkasına askerlerin geçtiğini görüp kendimi geri çektim ve iki el silah sesi geldi. Belli ki Mahir diye vuracaklardı. Ama Mahir gene de o makineli tüfeklerin ateşinden kurtulamadı. Biz kendimizi aşağı atabildik, ama o orada vuruldu. Tabii o noktadan sonra zaten uzlaşma ve geri dönüş yollarını bizim için kapatmış oldular. Belki şöyle düşünüyorlardı; Mahir’i vurursak geri kalanlar başsız kalır… Ama bilmiyorlardı ki, oradaki herkes baştı ve bu, onların düşündüğünün tam tersine teslim olmama kararlılığını en üst seviyeye çıkarttı.
Benim sağ kalma hikâyem de şöyle: Devleti yönetenlere istihbarat on kişi diye verilmiş. Onlar on devrimci, üç de rehine var diye biliyorlar. O katliamdan kurtulabilmiş olmam tamamen rastlantıyla ilgili. Birincisi, daha sonra ellerine geçirmek için peşime düşmemiş olmalarının sebebi listede olan herkesi öldürdüklerine inanmaları ve aslında ben de listedeyim, ama birçok arkadaşımızın yüzü tanınmayacak durumdaydı. Ben daha sonra teşhiste gördüm bu tabloyu. O nedenle on cenaze ele geçirince operasyonun tamam olduğunu düşündüler. Birincisi bu.
İkincisi, benim o an, arkadaşlarla aynı yerde olmamam. Onlardan iki-üç metre ileride olmam. Eve giriş kapısının önünü tahkim etmişiz, orada arkadaşlar bir yarım daire yapıp oturmuşlar. Ben de arka kapıdan girecekleri düşüncesiyle oraya siper almışım. Fakat bizim düşündüklerimizin ikisini de yapmadılar, havan topu ya da tüfek bombası atışlarıyla evi hedef aldılar. Evi üzerimize çökertmek, evdekileri hep beraber havaya uçurmak ya da dışarıya çıkmaya zorlamak için bu atışları yaptılar.
Arkadaşlar içeri girenleri karşılamak için el bombalarının pimlerini çekmiş bekliyordu ki, bulundukları yere isabet eden bir roketle birlikte büyük bir infilaktan sonra el bombaları da patladı ve ben onlardan birkaç metre ileride olduğum için o an o darbeden sağ çıktım.
Hemen karar vermem lâzımdı; ne yapabilirim? Akla gelebilecek ilk şey oradan uzaklaşmak. Uzaklaşılabilecek en emin yer, evin bitişiğindeki samanlık ve orada büyük bir orta direk var, onun arkasına geçtim, bekliyorum. Bilmiyorum ondan sonra ne olacağını.
Herkesin hayatını kaybettiği varsayımıyla giriyorlar eve. Benim olduğum tarafa da yöneldiler. “Buraya birileri girmiş olabilir, tara şurayı” dedi biri. Bir yukarı bir aşağı taraftan dizlerimin altından geçti mermiler. Gayet iyi hatırlıyorum zıp zıp diye samanlığa gömülen mermileri… Ve içeriye doğru girdiler.
Daha sonra, ben yakalandıktan sonra, bir jandarma çavuşu eve girdiklerinde Saffet’in (Alp) henüz yaşamakta olduğunu ve onu alnından kurşunladıklarını anlattı bana. Bunu anlatmasının nedeni, benimle yakın bir temas kurmak ve daha sonra sorguda beni yakalayanın kendisi olduğunu anlatmamı sağlamak, böylece eğer başımıza para konmuşsa bu parayı almaktı. Bu vesileyle ondan bu bilgiyi almış oldum. Daha sonra Saffet’in kız kardeşiyle, Fikret’le tanıştık. HDP’de birlikte çalıştık. Öykülerimizi karşılıklı anlatınca, “evet” dedi, “şimdi anladım Saffet’in başında niye bir kurşun deliği var”.
O güne geri dönersek, orada ne yapacağımı bilemedim. Çünkü varsayıyorum ki, bir kişi eksik ve onu arayacaklar. Yani ne yapabilirim? Gelmediler, gelmediler… Akşam karanlık çöktü, köyden çekildiler. Mutlaka dışarıda bir bekleyen vardır diye düşünerek o gece kıpırdamadım, ertesi günü ve bir geceyi daha orada geçiririm, sabah oradan çıkabilirim diye düşündüm, ama gün ağarırken anladım ki bu karar da pek doğru değildi. Çünkü köylüler oraya mısır sapı almaya geliyorlardı. Öğretmenlerse, öğrencileri almış getirmişler, “Bakın, siz de sakın böyle olmayın” falan diyerek gezdiriyorlar. Gazeteciler haber yapmaya geliyor vs. Birden ana baba gününe dönmüştü orası.
O sıralarda babam da gelmiş cenazeyi almaya. Çünkü öyle ilan edilmiş. Niksar’da morgda gösteriyorlar, babam diyor ki, “bunların hiçbirisi benim oğlum değil”. Bunun üzerine babamı tehdit ediyorlar, Nihat Yılmaz’ın cenazesini vermeye çalışıyorlar. Nihat Yılmaz’ı tanımıyorlar, o kayıtlarda yok çünkü.
Fakat babam cenazeyi almıyor, “bu benim oğlum değil” diye. İtip kakıyorlar, kötü muamele ediyorlar. Ama cesaretini toplayıp kabul etmiyor. Bunun üzerine her ihtimale karşı bir ekip çıkarıyorlar denetime. Aslında harekâtı yapan ekip gelmiş olsa, bugün sizinle konuşuyor olmayabilirdim. Niksar jandarmasından bir ekip geldi. Onlarla yaptıkları arama sırasında karşılaştık ve yakalandım. Hikâye böyle.
Söyleşi: Ayşegül Doğan
yenidentv.com, 14 Haziran 2021