Kurmacadan teoriye pek çok kitabı Türkçeye kazandıran Deniz Koç’un son çevirisi, şair Ocean Vuong’un ilk romanı “Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz”. Roman, yeni kurulan Harfa Yayınları’nın da ilk kitabı. Romanı çevirme sürecini, Vuong’un dil ve anlam dünyasını Koç’un bakışından dinliyoruz.
Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz romanına gelmeden evvel biraz geriden alalım. Edebiyat çevirilerinizden hemen aklımıza gelenler: Bruce Chatwin’den Ouidah Naibi (YKY), Philiph Roth’tan Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü, Nemesis (YKY) ve Teju Cole’dan Hırsıza Her Gün Bayram (Monokl). Dil, biçim açısından hiç kolay olmamakla beraber, ele aldıkları da “zor” meseleler. Akrabalıklar da diyebiliriz. Çevirileri alırken seçimlerinizi neler belirliyor?
Deniz Koç: İnsanlık durumuna dair bir söz söyleyen kitaplar ilgimi çekiyor; konuyu ele alış biçimi ve üslûp olarak kendime yakın bulursam çevirmek istiyorum. Chatwin’in romanını Orta ve Güney Amerika’da uzun süre seyahat ettikten sonra YKY’ye önerip çevirmiştim örneğin. Kolonyalizmin, köleliğin izleri hâlâ çok canlı dünyanın birçok köşesinde, Chatwin de zalim bir köle tacirini anlatır bu romanında, bu işlerin başlangıç zamanlarını, Afrika’dan insanların gemilere bir mal gibi yüklenip yeni dünyaya gönderilişinin hikâyesini. Çok etkileyici bir hikâyedir, Werner Herzog filmini de çekmişti. Roth bana önerilmişti, ilk olarak son yazdığı roman olan Nemesis’i çevirdim, çetrefilli cümleleriyle çevirmesi zor bir kitaptı. O romanda da şu an yaşadığımız duruma benzer şeyler yaşanır: Salgın bir hastalık ortalığı kasıp kavurmaktadır ve henüz çaresi bulunmamıştır. İkinci Dünya Savaşı süregiderken Newark’ın Yahudi mahallesinde cemaat üyelerinin yaşadığı korku, panik ve paranoya hali anlatılır. Son romanının ardından, Roth’un yazarlık kariyerindeki ilk edebi eserleri olan beş öyküsünü çevirdim, bunlar da Ülkü Tamer’in çevirmiş olduğu Hoşça Kal, Columbus’un peşine eklendiler.
Chatwin’in, Cole’un, Vuong’un ilk romanları, Roth’un ilk öyküleri ve hatta Bob Dylan’ın ilk albümünün sözleri benim Türkçemle yayınlandı. Geriye bakınca görüyorum ki edebi çevirilerim genellikle ilk eserlerden olmuş. (gülüyor)
Peki, Ocean Vuong’un Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz’i bu romanların içinde nerede, nasıl konumlandırırsınız? Çeviri süreciniz nasıldı? Tıkandığınız, zorlandığınız, baş etmekte güçlük çektiğiniz anlar oldu mu? Ne zamanlar mesela? Nasıl aştınız bunu?
Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz diğerlerine göre çok güncel bir roman; Facebook’un, iPhone’un olduğu zamanlarda geçiyor; mesajlaşırken lütfen yerine ltf yazan karakterler yaşıyor içinde. Trump başkan ve Küçük Köpek arkadaşlarının sınırdışı edileceğinden endişe duyuyor, o kadar günümüzde geçen bir hikâye. Dil olarak şöyle bir göz attığınızda, genellikle görünüşte, basit cümleler var, anlatımın yer yer şiirselleştiğini görüyorsunuz. Basit cümleleri çevirmek de bazen zor olabiliyor, çünkü birden fazla karşılık bulabiliyorsunuz kolayca, bu defa karar vermeniz, bir bütünlük sağlamanız gerekiyor. Ocean Vuong, bir söyleşide bu basitliğin, yani gündelik olaylardan bahseden alelade cümleleri peş peşe eklemenin sonuçta yaratmayı amaçladığı etkiyi katmerlediğini söylüyordu. Düzyazının sağladığı bir imkân bu. Gerçekten de aforizma seven biriyseniz altını çizeceğiniz çok cümle çıkar bu kitaptan, ama o cümleleri öncesinden kopardığınızda başka bir şeye dönüşüyorlar gibi geliyor bana.
Bir şairin romanı olduğunu göz önünde bulundurduğum için hiçbir cümleye dümdüz bir cümleymiş gibi bakma rahatlığını bulamadım; metinde bol bol çift anlamlı kelimeler, sürekli tekrar eden motifler, alışılmadık türden metaforlar ve titizlikle oluşturulmuş bir kurgu var. En cesaret isteyen tarafı, kelime oyunlarına uygun çözümler bulmaktı. Mesela, bir cümlede laughter (kahkaha) kelimesinin slaughter (katliam) kelimesinin içine kıstırılmış olmasının hiç adil olmadığı geçiyordu. Türkçede bunu aynı şekilde bir kelime oyunuyla vermek mümkün değil, ben de “gülmekten ölmek” deyiminde gülmek ile ölmek kelimelerinin yan yana gelmesinin hiç adil olmaması gibi bir çözüm buldum. Ya da mesela bir yerde bütün bir paragrafı özgün halinden saparak çevirdim, çünkü özünde şiddet ya da tahakküm eylemi olan, ama deyimleşip olumlu anlam kazanan kelimelerin dengini bulmam gerekti. Bu değişiklikleri okurun dikkatini dağıtmayacak ve yazarın hedeflediğine olabildiğince yakın bir şekilde yapmaya çalıştım. Her türlü soru işaretime benimle birlikte kafa yorarak olasılıkları tartışan dostum, çevirmen Kate Ferguson’ın da metin üzerinde emeği var. Kitabın editörü Emre Ayvaz’la yayına hazırlık aşamasında iletişim halindeydik, metin aramızda sürekli gitti geldi ve nihai şekline hepimizin içine sinecek hale kavuştu.
Sizin de belirttiğiniz gibi sahiden de görünüşte “basit” cümleler. Yan yana geldiklerinde pek çok “zor” meseleyi bir arada işleyen bir romanla karşı karşıya kalıyor okur. Hikâyenin içindeki ırkçılık, cinsiyetçilik, yaşçılık, sınıfçılık, heteronormativite, mekân ve insanla türlü ilişkilenme biçimleri, anne-oğul-baba ve aile ve bunları çepeçevre saran yazmak, anlatmak, dil-anadil meseleleri romanda birbirlerine karışarak, bazen birbirinin içinden çıkarak ve uçları birbirine mutlaka değerek kurgulanıyor. Oldukça eşitlikçi ve akışkan bir yan yana geliş. Bunu yazarla konuştuğumuzda kendisinin amacının da bu olduğunu, yalnızca bir meseleyi öne çıkartmanın mümkün olmadığını, çünkü hayatta bunların hepsinin eş zamanlı yaşandığını belirtmişti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Yazarın bunu yapabilmesini sağlayanlar neler sizce? Tabii bir de bunun çeviride de sağlanması, oradan okura geçmesi hiç kolay olmasa gerek.
Bu meselelerin hepsine eşit mesafeden yaklaştığı için söylediğiniz gibi eşitlikçi ve akışkan bir yan yana geliş olarak algılanıyor bana kalırsa. Dünyanın genelinde insanlar patriyarkal bir düzenin boyunduruğunda yaşıyorlar. Beyaz erkeğin ihtiyaçlarına ve zevkine göre düzenlenmiş her şey, dolayısıyla bu meselelerin hepsi bir paket olarak geliyor. Vuong’un yazarken gayesi her türlü iktidar ilişkisini ortaya çıkarmak, hatta tersyüz etmek.
Romanda Trevor’la ilişkisi hakkında “çünkü teslimiyet de bir iktidar biçimiydi” diyor, bana bu kitabı yazarken de benzer bir düşünceden yola çıkmış gibi geliyor. Kendi hayatını bir romana konu etmek çok kolay bir şey değil: Utanmadan dürüstçe yazmak çok zor, herkesin önünde adeta soyunuyorsun, ayrıca banalleşmeden yazmak ustalık ister. Vuong büyük bir cesaretle bize karnını açıyor, bir anlamda okura teslim oluyor, ama kendi hikâyesinin kontrolü artık kendi elinde.
Beyaz erkeğin ihtiyaçlarına ve zevkine göre düzenlenmiş her şey, dolayısıyla bu meselelerin hepsi bir paket olarak geliyor. Vuong’un yazarken gayesi her türlü iktidar ilişkisini ortaya çıkarmak, hatta tersyüz etmek.
Bu bakımdan, Yeryüzünde aklıma James Baldwin’in seneler önce okuyup çarpıldığım Go Tell It on the Mountain (Git Bunu Dağlara Anlat] romanını getirmişti ilk elime aldığımda. Henüz Türkçeye çevrilmedi bildiğim kadarıyla. Bu roman da aynı Yeryüzünde gibi yarı otobiyografiktir ve Baldwin’in ilk romanıdır. Sonra Vuong’la ilgili araştırma yaparken gerçekten de bu kitaptan çok etkilendiğini gördüm. Baldwin Harlem’de siyah bir aile tarafından yetiştiriliyor, Vuong Hartfort’ta Vietnamlı bir aile tarafından; çok benzer şartlar altında büyüyen çocuklar. Ve Vuong diyor ki, bu yoksulluk içinde geçen yaşam Baldwin’in hayal gücünün kaynağı, tıpkı benimki gibi. İkisi de roman türü aracılığıyla kendi deneyimlerinden yola çıkarak, kurmaca da olsa aslında tarihi birer belge ortaya koymuş oluyorlar.
Sözünü ettiğiniz bu zor mesele ve ilişkilenme biçimlerine gelince, bunlar evrensel olduğu için, Türkçe olsun İngilizce olsun, okurda benzer tepkiler uyandırıyor diye düşünüyorum.
Peki bakmak, bakılmak, görülmek, göze çarpmak? Bakışa ve göze dair olan şeylerin muhasebesi yapılıyor bu kitapta. Hangi bedenlere niçin, ne zaman ve ne şekilde bakılır, bunun üzerine düşünüyor. Kitaptaki annenin deyimiyle “tanrının yarattığı şeylerin en yalnızı” olan insan gözünün değdiği her şeyle daimi bir hesaplaşma halinde yazar. Çok yoğun metafor kullanımlarıyla yapıyor bu hesaplaşmayı da. Siz, romandaki bu metafor kullanımlarının, bakışının yönünü, öznesini ve nesnesini belirleyen her türlü ezen-ezilen ilişkisinin, iktidar biçimlerinin anlatımlarına ne şekillerde katkı sunduğunu düşünüyorsunuz?
Mektubu yazan kişi hayatı boyunca “aman göze batma, Vietnamlısın zaten” tembihleriyle sokağa çıkmış birisi. Anneannesi, kötü ruhlar onu bulamasın diye Küçük Köpek adını takmış, bu da bir nevi görünmezlik pelerini. Trevor onu görene kadar Küçük Köpek kendisine bakmamış, kendi güzelliğini fark etmemiş.
Kitapta, okulda cezalı kalması gereken zamanı anlattığı bir yer var Vuong’un, gerçek hayatta da başından geçtiğini söylüyor: O kadar başarılı bir şekilde görünmez oluyor ki, öğretmen onun orada olduğunu bile unutuyor… Görülmek mi, yoksa görünmez olmak mı? Vuong bu ikilemden şöyle bir sonuca varmış: Ufacık sarı benizli bir çocuğun kendini görünmez kılması işten bile değil, asıl zor olan görünür, bilinir olabilmesi… Göçmen olma haliyle de ilgili bir durum bu. Vuong, ilk nesille ikinci nesil arasında böyle bir fark olduğunu söylüyor: Büyükler çocuklarına “dışarı çık ve görünmez ol” diye nasihat ediyor, ikinci nesil ise “ben buradayım” demek istiyor. Burada olduğunu söylemenin en iyi ve kalıcı yolu da sanat olmuş yazar için. Ezen ve ezilen ilişkisindeki döngüyü kırmak için de en kullanışlı yöntemlerden biri. Görme eylemini farklı metaforlarla hikâyeye katmak da yine iktidar meselesinin farklı veçhelerini görünür kılma amaçlı bana kalırsa.
Kısa bir teknik soru: Geriye dönüşleri, zaman kırılmaları epeyce yer alıyor romanda. Bu, herhangi bir kopukluğa sebep olmadan akıyor. Kendine ait bir ritm yakalayıp bunu başarıyla sürdürüyor. Dil, ton, atmosfer ve inişler çıkışlarla okuru şaşırtmak, sersemletmek gibi bir çabası yok yazarın. Türler arası geçişkenliğe de sahip: mektup, otobiyografik anlatı, roman… Tüm bunların çeviri sürecinize etkisi nasıl oldu?
Çevirirken yazarın tonunu, ritmini yakalamaya çalışıyor insan. Bir süreliğine, kitapta kurulmuş o dünyanın içinde yaşıyor gibi oluyorsunuz ve yazar gibi düşünmeye çalışıyorsunuz. Bu sözünü ettiğiniz türlere belki makale türünü de ekleyebiliriz, kelebeklerden ya da bizonlardan bahsederken ansiklopedik detaylara giriyor neredeyse. Ama ben çevirmen olarak yazarın gösterdiği yoldan devam etmeli ve bir bukalemun gibi uyum sağlamalıyım diye düşünüyorum.
Buradan hemen metnin iki önemli meselesine geçelim. Anne ve dil. Yerine, yani anneye hiçbir zaman ulaşamayacak bir mektup bu roman. Mektup boyunca okurun gözünde Anne’yi kurarken kendi dilini de kuruyor. Her fırsatta bu başkasının dilinin, yani İngilizcenin, anadili olamayan, “yetim” kalmış dilinin imkânlarıyla sınıyor, esnetiyor, genişletiyor. Genel hatlarıyla romanın üzerinde kurulduğu bu iki dil, ya da dilsizlik hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Küçük Köpek annesiyle anneannesi için küçük yaşlardan itibaren Vietnamca ile İngilizce arasında çevirmenlik vazifesi görüyor. Anne, anneanne ve Küçük Köpek arasında işleyen bir dil var tabii, ortak geçmişleriyle kurulmuş, efsanelerle ve masallarla zenginleşmiş bir dil. Ama kamusal alanda dil bir iktidar aracına dönüşüyor, dilsiz kalmak güçsüz kalmak demek. Halbuki annesi Küçük Köpek’ten çok daha açık tenli, idare edecek kadar İngilizce bilse dahi çok rahat “beyaz” olarak algılanabilir. Fakat dili (ya da dilsizliği) onu ele veriyor ve ona öteki olmaktan başka yol bırakmıyor.
Yazarın dili bu kadar merkeze yerleştirmesinin nedeni, lisanın iktidarla bu denli kuvvetli bir bağa sahip olması bana kalırsa. Bir de kitabın en büyük meselelerinden biri hafıza; dil olmadığı zaman, yazmadığınız zaman hafızanın sürekliliğini pekiştiremezsiniz. Belki de Küçük Köpek, annesinin hiçbir zaman sahip olmadığı dili kullanarak onu yeniden kurmak, unutulmaz kılmak için yazdı bu mektubu. Annesinin ve kendi başından geçenlerin bu dünyada bir karşılığı olduğunu göstermek istedi. Vuong bir söyleşisinde, şiddetin eksik olmadığı bir ortamda büyüyen bir çocuk olarak, öfkenin hayal gücünü ve yaratıcılığı öldürdüğünü gördüğünü söylüyor. Kendisine ve içinde yetiştiği dünyaya nasıl yardımı olabilir diye düşündüğünde, yapabileceği en iyi şeyin yazmak olduğuna karar vermiş ve kitaplarını bu sorudan hareketle yazmış. Mektup, geriye bakıp başından geçenleri anlatmak için mükemmel bir format aslında, hikâyesi anlatılmaya değer görülmeyen birini görünür kılmak için. Öte yandan başkasına yazılmış bir mektubu okuyor olmanın mahrem bir yanı da var, hikâyeye okur olarak biz de böyle dahil oluyor gibiyiz.
Vuong kitap boyunca toksik erkekliği masaya yatırıyor –ataerkil kültür yalnızca kadınlara ve LGBTİ+’lara değil, hayvanlara ve bitkilere, doğaya da hükmederek güç topluyor.
Evet, hatta yer yer oldukça mahrem bir hikâyeye dahil oluğumuzu hissediyoruz. Başka bir açıdan bu “mahrem”i de tersyüz ediyor. Romandaki çeşitli sevgi/sevme biçimlerinden en önemlisi şüphesiz anlatıcının Trevor’la yaşadığı. Kelimelere yüklenen anlamların böylesine ağır olduğu, metaforlarla, imgelerle örülü bir metnin sevgiyi, sevişmeyi (daha doğrusu “düzüşmeyi”) böylesi bir çıplaklıkla ve şiddetle aktarmasını nasıl yorumluyorsunuz? Aynı şey romanın başka sevgilerine, başka ilişkilenmelerine de sirayet ediyor sanki, ne dersiniz?
“Ben savaşın meyvesiyim” diyen bir yazar Vuong. Önce Vietnam’da, ardından iki yaşındayken geldiği Amerika’da şiddet ile sevginin iç içe geçtiği ortamlarda bulunmuş biri olarak sevişmeyi ya da kitaptaki deyişle düzüşmeyi bir peri masalı gibi aktarmasını beklemezdim zaten.
İlk düzüşme deneyimini bu kadar çıplak anlatmasının nedeni bence kimsenin bunun gerçekten nasıl yapıldığını konuşmuyor olması. Gey pornolarından başka öğrenebileceği bir kaynak bilmiyor. Kendi deneyimi ona acının da seksin bir parçası olduğunu öğretiyor. Bunun açık açık konuşulmamasının nedeni utanç, Vuong da açık açık kuir olmanın ve cinselliğin etrafındaki utancı yok etmek istediğini söylüyor zaten. Ayrıca Küçük Köpek’in ve Trevor’ın kuir olma konusuna bakışları bambaşka. Küçük Köpek kendine karşı çok dürüst, cinsel anlamda bir kimlik karmaşası yaşadığını düşündürtmüyor, aksine Trevor’ın ona olan ilgisini fark ettiği an ilk defa kendisine aynada gerçekten bakma cesaretini buluyor, kendi güzelliğinin farkına varıyor. Trevor ise güç delisi toksik Amerikan erkeklik idealinin pençesinde, birkaç yıla “düzelirim” diye düşünerek yaşadığı deneyimi kaldırmakta zorlanıyor.
Küçük Köpek’in Trevor’la yaşadıkları, onun insanlar arasındaki iktidar ilişkilerinin mekanizmasını çözmesine vesile olmuş gibi geliyor bana. Teslimiyetin de bir iktidar biçimi olduğunu idrak etmesi, başkalarıyla kurduğu ilişkilerde konumlandığı noktayı belirlemesi açısından da bir uyanışı temsil ediyor.
“Uyanış” çok yerinde bir ifade, hatta diyebiliriz ki okur, pek çok uyanış sahnesini izliyor, ona tanıklık ediyor. Sahne sahne kurulan bir roman bu çünkü, fragmanlar halinde akıyor. Ama hepsini birbirine mektubun yazılma süreci ve bu metindeki kişiler bağlıyor. Her biri başka bir “zor” meseleye odaklanıyor. Peki, sizin için öne çıkan, unutmadığınız bir sahnesi, fragmanı var mı romanın?
Siz kişiler arası ilişkileri düşünerek sordunuz, ama benim aklıma en çok kazınanlar, Vuong’un insanların hayvanlarla kurduğu zalimce ilişkileri faş ettiği sahneler oldu. Adamların canlı bir makağın beynini afrodizyak olarak yemesi mesela. İş sadece onunla da kalmıyor, öncesinde makağa içki içirerek hazırlamaları var, sersefil ediyorlar hayvancağızı. Yumuşacık olsunlar diye kendi boyutlarında kutulara hapsedilen buzağılardan bahsettiği kısma yaklaştıkça gerildim, parmaklarım geri geri gitti adeta. Şiddetin, vahşetin, sömürünün bu kadar gözümüzün önünde yaşanması, ama bir o kadar kanıksanmış olması, gündelik hayatımızın sıradan bir parçası olması tüylerimi diken diken ediyor. Buzağılar, inekler, kuzular şimdi, burada mezbahalarda kesiliyor; süt vermeye devam etsin diye çiftliklerde tecavüze uğruyor ya da düşünmeyi bile istemeyeceğimiz muamelelere maruz bırakılıyorlar. Bu vahşet hayatımızın merkezinde, ama görünmez olmuş. Hayvanlardan bahsedilen sahneler hakkında, bu kadar ajitasyona ne gerek vardı gibisinden bir yorum görmüştüm. Bana da tam aksine meselenin özüne iniyor gibi gelmişti. Vuong kitap boyunca toksik erkekliği masaya yatırıyor –ataerkil kültür yalnızca kadınlara ve LGBTİ+’lara değil, hayvanlara ve bitkilere, doğaya da hükmederek güç topluyor. Bu konudan bahsetmeseydi bir ayağı eksik kalacaktı sanki. Carol J. Adams’ın Etin Cinsel Politikası kitabı da erkekliğin inşasını tam bu açıdan ele aldığı için çeviri esnasında sık sık açıp karıştırma ihtiyacı hissettiğim bir kaynaktı.
Bu iki sahne hakikaten oldukça etkileyici, ayrıca hiç de ajitatif olmadan hakikati gösteriyorlar. Romanı bu açıdan ayrıca ele almak gerek, ama biz son bir soruyla yetinelim: Sizin Türkçenizle okuyacağımız neler var sırada?
Önümüzdeki günlerde matbaaya gideceği haberini aldığım bir roman çevirim var. İlk romanını da çevirdiğim Teju Cole’un, yine Ocean Vuong’unki gibi bol ödüllü ve çok övgü toplayan Açık Şehir adlı romanı.