UYGARLAŞAN İŞTAH –ATALARIMIZ NASIL BESLENİYORDU?

Söyleşi: Emek Erez
6 Mart 2022
SATIRBAŞLARI

İnsanın tarihsel hikâyesinde Neolitik Dönem ilerlemeci bir bakışla ele alınıyor ve bu açıdan önemli bir aşama addediliyor. Ancak, son dönem çalışmalar bu sürecin insan türü ve dünyanın geldiği nokta açısından epey sorunlu olduğunu ve pek çok çelişki içerdiğini gösteriyor. Siz de bu döneme eleştirel yaklaşıyorsunuz. Konuya beslenme açısından baktığımızda, Neolitik Dönemde insanların beslenme biçimlerindeki değişiklerin, ilerlemeci anlatılarla çelişen yönlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsmail Gezgin: “Uygarlık” adıyla tanımlanan büyük değişimin üzerinden yaklaşık 12 bin yıl geçti ve bugün nasıl büyük bir felâkete doğru gittiğimize ilişkin veriler, araştırmalar, bilimsel projeler gündelik yaşamımızda giderek daha büyük bir yer kaplıyor. Küresel ısınma, atmosferdeki karbondioksit miktarının artması, buzulların erimesi, kuraklık, temiz su ve toprak sorunu, doğal kaynakların tükenmesi, salgın hastalıklar, nüfustaki aşırı artış gibi daha “doğal” algılanabilecek tehditlerin ötesinde, cinsiyetçilik, ataerki, savaş, sömürü, şiddet, derin yoksulluk, adaletsizlik, mülkiyet sorunu gibi unsurlar yaşamı işkenceye çevirmiş durumda.

İsmail Gezgin

Bütün bunlar Neolitik Dönem olarak adlandırılan, hayvanların evcilleştirilmesi, yerleşik yaşama ve tarımsal ekonomiye geçişten ibaret olarak tanımlanan uygarlığın çıktıları. Bu noktada eleştiriler geçmişe değil, kimse on bin yıl önceki ataları suçlamıyor, eleştiri bu uygarlığın binlerce yıldır zihinlere pozitif ve sürekli ilerlemeci bir imgeyle kodlanmasına yönelik. 20. yüzyılın başlarında bu değişime “Neolitik Devrim” diyen Gordon Childe’dan bu yana çok sular aktı. Sürekli daha fazlasını talep eden bir uygarlığın mümkün olmadığı, bunun doğanın ve kültürün işleyişine aykırı olduğu artık görülmeli.

Öte yandan, uygarlığın ürettiği tüm yazılı belgelerde insanın bu kültürel ve teknolojik değişimleri olumlu karşıladığını görebiliyoruz. Bir yandan geçmişin değerlerine ve yaşama biçimine öykünülürken, diğer yandan bu gelişmelerin kendilerini çok daha iyi yaşam koşullarına götüreceğine inanılıyordu. İnsanın hayvanlar gibi barınaklarda, mağaralarda iptidai koşullarda aç biilaç yaşarken bir “devrim”le uygarlığa geçtiği, başını sokacak medeni bir dama kavuştuğu kurgusu tüm bu tarihsel sürecin hâkim söylemini oluşturmuştu.

Organizmaların genetiğinin değiştirilmesi ilk kez Neolitik Dönem’de gerçekleşti. Kültüre alınan bitkilerin ve evcilleştirilen hayvanların hem yapılarında hem de formlarında önemli değişiklikler meydana geldi. Örneğin, buğdayın içeriğindeki protein miktarı ciddi oranda azaldı. Hep daha fazlasını arzulayan tarım insanı niteliği umursamadı.  

Doğayı düşmanlaştıran, mücadele edilmesi gereken bir konuma yerleştiren bu ilerlemecilik düşüncesi insan ve onunla birlikte hareket eden tarımsal bileşenlerin dünyasını felç etmiş, bu gidişatın dışında kalanlar ise zaten yok olmuştu. Oysa şimdi yapılan çalışmalar net biçimde şunu gösteriyor: Mağaralardan kendi elleriyle yaptıkları evlere geçen, hayvanları evcilleştiren ve tarım yapmaya başlayan insanlar hiç de mutlu ve sağlıklı değildi. Onlar zihinlerinde olumlu imgelerle karşılık bulan bu ilerlemeciliği yaşamlarında deneyimlememiş olmalıydılar. Bize yıllarca anlatılanın aksine, son zamanların arkeolojik verileri avcı-toplayıcı atalara göre uygarlaşan insanın yaşam ve beslenme biçimindeki radikal değişiklik nedeniyle, boyunun kısaldığını, kemiklerde büyüme stresi, ağız ve diş sağlığında problemlerle karşılaştığını gösteriyor.

Sadece beslenmedeki değişim bile Neolitik Dönemi, insanı “ileriye” taşıyan, daha iyi şartlara kavuşturan bir aşama olarak kodlayan yerleşik fikri aşındırıyor diyebilir miyiz?

Evet, özellikle fiziksel sorunların temelinde Neolitik değişimin beslenme sistemine getirdiği yenilikler yatıyor. Milyonlarca yıl doğanın dönüşümünün sağladığı çeşitlilikte karnını doyurmaya alışmış bir canlının daha sabit bir beslenmeye geçişi onun tüm yaşamını etkiledi. Sofrasındaki binlerce bitkisel besinin sayısı azaldı, karbonhidrat ağırlıklı beslenmeye başladı, bu da ağız sağlığını olumsuz etkiledi. Çömleğin insan yaşamına girmesiyle menüdeki çeşitlilik arttı, ancak yumuşak besinler diş minelerinin zayıflamasına yol açtı. Sindirim sistemi için yeni sayılabilecek süt ve süt ürünleri yaşamına dahil oldu.

İnsan türü Neolitik Dönem’e kadar hiç karşılaşmadığı pek çok bakteri ve virüsle hayvanları evcilleştirmesiyle birlikte tanıştı, epidemiyolojik problemlerle yüz yüze geldi. İnsan bedeninde bulunan patojenik organizmaların büyük bölümünün evcilleştirilen hayvanlardan insana transfer olduğu biliyoruz. Özellikle, kızamık, sıtma, veba, çiçek gibi bulaşıcı hastalıklar bu dönemde insanın başına bela oluyordu ve evcilleştirilen hayvanlardan alınan organizmalarla geçiyordu. Hatta, diğer bir önemli “devrim” olarak anılan Endüstri Devrimi’yle birlikte bu uygarlık hastalıklarına kalp, damar, koah, göğüs problemlerinin de eklendiğini ilave etmeliyiz.

Neolitik Dönemin getirdiği değişiklikler sadece insan türünü etkilemiyordu, doğanın başka türleri için de olumsuz bir dönüşüm söz konusuydu, öyle mi?

İnsan eliyle organizmaların genetiğinin değiştirilmesi ilk kez Neolitik dönemde gerçekleşti. Kültüre alınan bitkilerin ve evcilleştirilen hayvanların hem yapılarında hem de formlarında önemli değişiklikler meydana geldi. Kapatma ve tek yönlü beslenme hayvanları da etkilemiş olmalı ki, yaban atalarına oranla biraz daha küçüldüler. Özellikle tarımı yapılan tahılların yapay seçilimle içerikleri ve formları değişti. Örneğin, kültüre alınmış buğdayın, orijinallerine göre, içeriğindeki protein miktarı ciddi oranda azaldı. Hep daha fazlasını arzulayan tarım insanı niteliği umursamadı.  

Belki de şuradan başlamak gerekir: Bu uygarlık cinsiyetçi bir şiddet uygarlığıdır. Feminizmin de katkısıyla disiplinlerarası yaklaşımlar sergileyen arkeolojik çalışmalar son yıllarda bu konuda önemli veriler üretiyor. Bedenlerin cinsiyetlendirilmesi bir uygarlık icadı ve başlı başına bir şiddet.

Ayrıca, yaşam biçimindeki bu radikal değişiklik insan devinimini de etkiledi. Sürekli hareket halinde doğada eyleyen insan daha hareketsiz, ama daha çok emek gerektiren bir yaşama geçti. Çalışma, emek sömürüsü, sınıflı toplum, cinsiyetçi toplumsal yapı, savaş, mülkiyet, hukuk ve iktidar gibi musibetler de bu gelişmelerin yan ürünleriydi ve bunlar insan bedenine psikolojik sorunları da yükleyen unsurlardı. Tüm bu unsurları ve günümüze yansımalarını görürken bu yaşananlara “devrim” denerek olumlu vasıflar yüklenmesi bizi daha da büyük sorunlara sürükleyecektir.

İnsan türü anaakım anlatılarda genellikle özne olarak kuruluyor, yapan-eden-değiştiren olarak onu hiyerarşinin üst konumunda görüyoruz. Ancak, bu ilişkinin her zaman böyle olmadığını düşündüren örnekler de mevcut. Kitabınızda buğday hakkında şöyle bir değerlendirme yapıyorsunuz: “[Buğday] diğer canlılar gibi doğanın kendisine sunduğu yaşam koşullarına adaptif davranışlar geliştirerek yaşamını sürdürmek, sayısını arttırmak ve mümkün olan her yere yayılmak istiyordu. Yaşama içkin bu formuyla tipik bir canlı formuydu. Bunun için de lüzumlu hallerde, başı sıkıştığında veya kırılma noktalarında başka canlılarla ortaklaşarak, melezlenerek yeni bağışıklıklar geliştiriyordu.” Yani buğdayın yaşamını devam ettirmek için ortaklık kurduğu türlerden sadece biriydi insan ve o da kendi hayat mücadelesini veriyordu.  Bu durumda buğdayın etkin bir şekilde insan türüyle ilişki kurduğu söylenebilir mi?

Hiç kimse ada değil, bağımsız, varlığın ya da kendi varlığının nedeni değil. Kendi oluşu içinde her şey bir akış ve ilişkisellik içinde var. Çünkü tüm yaşam formları yeryüzünün kendisinden meydana geldi. Doğadaki su, tuz, karbon, kalsiyum, demir, kükürt, bakteriler ve daha birçok şeyden oluşan yaşamın türleri bir hiyerarşi çizelgesi içinde değil. Tersine, birlikte dönüşüm halinde, oluştan bozuluşa ve bozuluştan yeniden oluşa yolculuk doğal olaylar seyrinde.

Carol J. Adams ve aynı çizgideki feministler ataerkil şiddetin kaynağını hayvan yemekte buluyorlar ve hayvan yemeye karşı çıkmanın politik bir duruş olduğuna dikkat çekiyorlar. Şiddetin hayvan bedeni üzerinden ataerkil iktidara dahil edildiğini ve öznesinin eril, nesnesinin dişil olduğunu ileri sürüyorlar.

Yaşam geçtiği her yerde zaman ve mekânı da inşa eden bir ilişki ağı ve bu paydaşlarla mümkün. Doğada varlığa taşınan hiçbir şey olduğu şey, bir son form değil, bir sürekli oluş hali. Buğdayın insanla ilişkisi de bu minvalde değerlendirilmeli. Birisi için lezzet ve besin kaynağı olan diğeri için ölümcül bir zehre dönüşebilir. Yaşam deviniminin akışkanlığı içinde her olay, zaman ve mekân onu oluşturan katılımcıların eseri. İnsani bir akılla değil, doğanın kendi belleğine kaydedilmiş yaşam deneyimleri içinde olayların müşterekleri kendilerini var edecek ilişkilerin arayışı içinde.

Yüzbinlerce yıl önce insanın yiyemeyeceği bir yapıda olan ve başka ilişkiler kümesinde varlığını sürdüren buğday ve diğer tarımsal ürünler ve hatta evcilleşmiş hayvanlar, doğanın belleğini kullanarak kendi olaylar senaryosuna insanı da dahil etmişlerdi. Dilde elbette herkes kendi hikâyesinin öznesidir, ancak bu hep birliktelikler içinde bir özneden söz etmek mümkün değil. İnsanın dile getirdiği öyküye göre, buğday insan tarafından kültüre alınmıştı. Buğdayın bu anlatıdaki yeri edilgendi, evcilleştirilmesi ona rağmen gerçekleştirilmiş gibi gösteriliyordu. Oysa buğdayın tarafından bakıldığında, onu yetiştirecek, tarlalar açacak, düşmanları zararlılardan temizleyecek, hatta çitler çekerek bekçilik yapacak bir partner bulduğu söylenebilir. İnsanın karnını doyurmak amacıyla tarıma verdiği emeğe karşın buğday hiç çaba harcamaksızın arzusuna kavuşmuş, dünyanın dört bir yanına yayılmış, insanı kendisine bağımlı kılmıştı.

Az önce belirttiğim gibi, varlık ilişki ağı içindeki bir öge, hiç kimse kerameti kendinden menkul bir töz değil. Varlık ve anlam öykülerine yaşamın nedeni olarak kendisini yerleştiren insan bu dengelerin bozulmasının sebebi oldu, ekolojik ve yaşamsal kaygıların kapımıza dayanmasına yol açtı. İnsan kendi yaşamıyla birlikte bu ilişkisel akışta kendine eşlik eden tüm varlıkların dokusunu da geri döndürülemez biçimde bozdu. Tarıma alınan tohumların önemli bir bölümü toprağa düştüğünde kendini yeniden üretemeyecek denli değişti, yabancılaştı. Bir zamanlar toprağa düşerek kendini yeniden üretmeyi düşleyen buğdayın arzusu insan emeğine yöneldi, kendisinden uzak düştü.

Başka türler için durum nasıldı?

Evcilleştirilen hayvanlar için de aynı şey geçerli. İnsan ve onun uygarlık paydaşları sürdürülemez bir yaşama mahkûm olarak birlikte bir felakete sürükleniyor. Yerleşik tarımsal kültürünün gemisine binen herkesin durumu benzer.

Neolitik Dönem’de insanın yaşam ve geçim biçimlerinin değişimi pek çok eşitsizliğe de sebep oluyor. Sınıf, cinsiyet gibi kavramlar ortaya çıkarken, başka türlerle ilişkiler de dönüşüyor. Bu dönemi özellikle kadınlar ve hayvanlar için olumsuz bir hayatın başlangıcı olarak yorumlayabiliriz. Eko-feminizm perspektifinden bakan metinler de bu durumu sıklıkla vurguluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Belki de şuradan başlamak gerekir: Bu uygarlık cinsiyetçi bir şiddet uygarlığıdır. Feminizmin de katkısıyla disiplinlerarası yaklaşımlar sergileyen arkeolojik çalışmalar son yıllarda bu konuda önemli veriler ve tartışmalar üretiyor. Örneğin, uygarlık öncesi yaşam alanlarında bedenlerin cinsiyetlendirildiğini ve toplumsal cinsiyet rollerinin bireylerin gündelik yaşamlarını farklılaştırdığını gösteren hiçbir veri yok.

İnsan-hayvan ilişkisinde avcılıktan evcilleştirmeye, hayvan öldürmekten yemeye, her aşama cinsiyetçi unsurlarla örülü. Erkek, kendisini mutfaktan bir hayli uzağa atayan cinsiyet rollerine karşın, hayvan yemek söz konusu olduğunda tezgâhın, ateşin, ocağın başına geçerek bunu eril bir ritüele dönüştürüyor.

Bunu büyük bir zaman dilimi ve coğrafyada birbirinden bağımsız pek çok farklı yaşam kültürleri olduğunu ve genellemenin sakıncalı olduğu düşüncesinin farkında olarak söylüyorum. Bedenlerin cinsiyetlendirilmesi bir uygarlık icadı ve başlı başına bir şiddet.

Uygarlığın cinsiyetçi içeriğinin nedeni ise akışkan, temayüllerinin kestirilemediği, bedenlerin kontrol edilmesindeki güçlük. Uygarlık birlikte yaşam hedefiyle büyük nüfusları organize bir yaşam etrafında topladığında bedenlerin ihtiyaç ve eğilimlerinin de sınırlarını çizerek kamusal, sosyal ve cinsel devinimlerini sabitlemek arzusuna düşmüştü. Güç ve karar mercii olan yeni eril iktidar kimi nereye bırakmışsa orada bulmak istiyor, tek bir hamleyle yüzlerce binlerce insanı harekete geçirip kontrol altına almayı arzuluyordu.

Bu yüzden ikili heteronormatif cinsiyetçi yaşam biçimini benimseyen uygarlığın düşmanı doğa, göstereni kadınlar ve kadın kimliğine sığmayanlardı. Bütün kurucu mitlerin yaratılış bölümlerinde okuduğumuz cinsiyetçi politik düsturun etkilerini halen yaşıyoruz. Bu uygarlık hayvana uygulanan şiddetten bağımsız olarak zaten ayrıcalıklı sınıf dışında kalanlara ve kadın cinsiyeti atanmış bedenlere bir şiddet uyguladığını görüyoruz.

Neolitik dönemde mutfak aletleri

Kadınlara ve hayvanlara şiddeti aleni hale getiren bir dönemden söz ediyoruz. Carol J. Adams gibi feminist düşünürler hayvan yemek ve ataerkil dünya görüşü arasında önemli bir bağ olduğuna dikkat çekiyor. Bu görüşlere nasıl bakıyorsunuz? 

Carol J. Adams ve aynı çizgideki feministler ataerkil şiddetin kaynağını hayvan yemekte buluyorlar ve hayvan yemeye karşı çıkmanın politik bir duruş olduğuna dikkat çekiyorlar. Şiddetin hayvan bedeni üzerinden ataerkil iktidara dahil edildiğini ve öznesinin eril, nesnesinin dişil olduğunu ileri sürüyorlar. Bu savlarını desteklemek için de insanın bir hayvanı parçalayıp yiyemeyecek bir bedensel yapıya sahip olduğunu, bunu gerçekleştirmeye uygun tırnakları, pençeleri ve dişlerinin olmadığına vurgu yapıyorlar.

Buna göre, insan şiddetinin en eski nesnesi hayvanlardı, öldürülmeleri ve sonrasında yenilebilir hale getirilmesi için, parçalanmaları, ezilmeleri gibi eylemler bir şiddet ritüeliydi. Et yemek için bir hayvanın öldürülmesi zorunluydu. Ancak, ataerkil kültür “et” adıyla imleyerek hayvanı en başta dilde öldürüyor, canlı veya ölü bir hayvanı insanın doğal besinine dönüştürüyordu. Adams’ın iddiasına göre, eski atalar otçul besleniyordu ve insan son kırk bin yıldır hayvanları öldürüp yemeye başlamıştı.

Uygarlık şiddetinin sınıfsal bir unsur olduğunu ve ayrıcalıklı azınlıklar dışındaki herkesin bundan payını aldığını gözardı etmeden, özünde cinsiyetçi olduğunu ve günümüze kadar geldiğini kabul etmeliyiz.

Yapılan araştırmalar en eski ortak atamızın vejetaryen olduğunu, insanın önce küçük böcekler, sürüngenler gibi hayvanları yiyerek omnivor beslenmeye geçtiğini ve yaklaşık 3,5 milyon yıldır da hayvan yediğini gösteriyor. Bununla birlikte, uygarlığa (yaklaşık son 10-12 bin yıla) gelene kadar, avcı-insan ve hayvan yemek arasındaki ilişki şamanik bir evren algısı içinde devam etmişti, ki avcının avdan üstün olmadığı bir birlik söz konusuydu. Beslenme amacıyla öldürülen her hayvan hem bir kutlama hem de doğaya bir özür gerektiriyordu.

Ancak, insanın yaklaşık 3,5 milyon yıl önce ürettiği ilk aletlerle de hayvan bedeninin parçalanmasını, kemiklerin kırılıp içinden iliklerin çıkarılmasını hedeflediğini ve bunun da şiddet içerdiğini unutmamak lâzım. Bu konudaki en büyük kırılma noktası kuşkusuz uygarlığın sacayaklarından biri kabul edilen hayvanların evcilleştirilmesiydi.

Bu andan itibaren kutsiyetini yitirip metalaşan, mülkiyetin nesnesine dönüşen hayvan bedeni üzerine uygulanan şiddet hem sistematikleşmiş hem de acımasızlaşmıştı. Aynı süreç içinde evcilleştirilerek ahıra kapatılıp doğadan tecrit edilen hayvanla, uygarlaştırılıp cinsiyetlendirilerek mutfağa kapatılıp kamusal mekândan uzaklaştırılan “kadın” kimliği yüklenmiş bireyler daha en başından şiddetin nesnesi haline gelmişti.

İnsan ve hayvan arasındaki dönüşen ilişki aynı zamanda cinsiyetçi bir bakışı getiriyor, ataerkil bir dünyanın inşasında da bu dönemin etkisini gözlemleyebiliyoruz, izini şimdilerde sürebiliyoruz…

İnsan-hayvan ilişkisinde avcılıktan evcilleştirmeye, hayvan öldürmekten yemeye, her aşamanın cinsiyetçi unsurlarla örülü olduğu dikkatlerden kaçmamalı. Erkek, kendisini mutfaktan bir hayli uzağa atayan cinsiyet rollerine karşın, hayvan yemek söz konusu olduğunda tezgâhın, ateşin, ocağın başına geçerek bunu eril bir ritüele dönüştürüyor.

Ekolojik krizin sonuçları kapımızdayken, sınıfsal adaletsizlik, ırkçılık, büyük göçler, salgınlar günbegün artarken umutlu bir söylem tutturmak kolay değil. Eylemi geleceğe tahvil eden umudu ve umutsuzluğu bir kenara bırakarak “elimden gelen her şeyi yapıyorum” diyebileceğimiz bir çabanın içinde olmalıyız.

Yapılan araştırmalar benzer biçimde sofrada hayvan yemek söz konusu olduğunda da bu cinsiyetçi tutumun devam ettiğini, mutfakta görülmeyen erkeklerin mangalların başında iktidarlarını sergilediğini gösteriyor. Sofrada da durum farklı değil, hayvan yeme hiyerarşisi baş köşeye yerleşen ve kendisine taksim edilecek aslan payını bekleyen erkekten başlayarak diğer aile fertlerine ve sonra kadına yönelir. Özellikle savaş gibi olağanüstü durumlarda bu hiyerarşinin kendisini daha fazla hissettirdiğini gösteren araştırmalar var.

Yazılı ve sözlü kültürün kurucu mitlerinde kadının toplumsal konumu hep erkeğin ve hatta zaman zaman hayvanın ardına konumlanmıştı. Antikçağ düşünce yapısına da yansıyan bu ikincil pozisyonun referansları da her zaman göksel dünyadan alınmıştı. İktidarın gözünde makbul olan sıfatları üstlenen “erkek” kimliğine karşın “kadın” kimliğine daha olumsuz sıfatlar uygun bulunmuştu.

Uygarlık şiddetinin sınıfsal bir unsur olduğunu ve ayrıcalıklı azınlıklar dışındaki herkesin bundan payını aldığını göz ardı etmeden, özünde cinsiyetçi olduğunu ve günümüze kadar geldiğini kabul etmeliyiz. Bu yüzden şikayetçi olduğumuz bu şiddet uygarlığının yerini alabilecek eşitlikçi bir başka yaşam biçiminin varlığını savunmak adına şiddetin tüm formlarına dur demek için Carol J. Adams ve diğerlerinin eleştirel yaklaşımına katılıyorum.

Yunan mitolojiisinde tarım ve bereket tanrıçası Demeter

İnsanın besinle kurduğu ilişki hayatta kalacak kadarına razı olmaktan, uygarlaştıkça doymaz bir iştaha doğru yol alıyor. Kapitalizmin getirisiyle dünyada bir gıda krizinin ortaya çıkması da muhtemel görünüyor. Ayrıca, sınıfsal eşitsizlikler gıdaya ulaşmanın zorlaştığı günümüz şartlarında daha da belirgin hale geliyor. “Uygarlık” adı verilen bu tarihsel süreçte sofraya oturanlarla sofrayı kuranlar arasında genellikle hiyerarşik bir ilişki olduğu da ortada. Peki, dünyanın ortak sofrasında buluşabilecek miyiz?

Ekolojik krizin sonuçları kapımızdayken ve neoliberal kapitalist politikaların bir getirisi olan otoriter yönetim ve yöneticiler giderek çoğalırken, sınıfsal adaletsizlik, yükselen ırkçılık ve bunların zoraki kıldığı büyük göçler, hastalık ve salgınlar, temiz su ve besine ulaşamayan nüfus günbegün artarken umutlu bir söylem tutturmak kolay değil.

Geçen hafta büyük bir markete girdim, birkaç dakika dolaştıktan sonra hiçbir şey almadan ayrıldım. Pahalılık bir yana, birkaç reyona sıkıştırılmış ve ayrıcalıklı bir azınlığa sunulmuş “organik” besinler dışında –ki bunların da ne kadar sağlıklı olduğu şüpheli– tüm market katkı maddeleri, kimyasallar ve boyalardan oluşturulmuş “sağlıksız” besinlerle doluydu. İnsan yaşamını destekleyen, karnını doyurup ona enerji vermesinin koşulu olan besinler için “sağlıklı-sağlıksız” gibi kategorilerin olmasının ne kadar ironik olduğunun bile farkında değiliz.

Bu, kapitalist düzenin iyice köşeye sıkıştırdığı sınırlı geliri olan kalabalıkların hastalık ve ölüme, adil olmayan bir yaşama mahkûm edilmesi anlamına geliyor. Endüstriyel ekmeğin ortalama fiyatı 4 lira ve uzmanlar bu ekmeğin içeriğinden ötürü sağlıklı olmadığını ileri sürerek yenmemesini tavsiye ederken “sağlıklı” ekmeğin en az 20 lira olduğu günlerdeyiz. Sınıfsal savaş hiç bu denli sert olmamıştı. Niyetim umutsuzluk yaymak değil elbette, ama bu noktada eylemi geleceğe tahvil eden umudu ve umutsuzluğu bir kenara bırakarak “elimden gelen her şeyi yapıyorum” diyebileceğimiz bir çabanın içinde olmalıyız.

Uygarlaştıkça tüketen, yok eden, sömüren iştahın önüne geçebilecek miyiz? Ne dersiniz?

Tek olasılığın bize dayatılan şiddet uygarlığından ibaret olmadığını, doğanın daha eşit ve adil bir yaşam paylaşımına imkân sunacak denli cömert olduğunu kabul edip değiştirmek üzere harekete geçmeliyiz. Beslenme sorununun sadece insanın karnını doyurma meselesi olmadığını, bunun ekolojik bir probleme dönüştüğünü görmek zorundayız ve türcülükten sıyrılarak doğa-insan ilişkisini diğer canlıları da dahil ederek daha eşitlikçi bir ontoloji üzerinden yeniden düşünmeliyiz. Neticede, önümüze konan tabaktaki sağlıksız besinlerden başka kaybedecek bir şey yok.

^