SALGIN, HALK SAĞLIĞI VE MEDYA –II

Bülent Şık
19 Şubat 2022
Setu Legi, "Bu Topraklara İyi Bak", 2017
SATIRBAŞLARI

Gıda üretim-tüketim süreci ve sağlıklı beslenmeyle ilgili meseleler gerekana akım, gerekse sosyal medyada genellikle bireysel tercihler ya da alışkanlıklar bağlamında ele alınıyor. Bu meselelerin bireysel yanları olsa da, bireysel düzeyde çözüm üretmenin imkânları çok sınırlı.

Gıda üretimi, sağlıklı beslenme (ya da sağlıksız beslenme), gıdaların yol açtığı sağlık sorunları gibi medyada öne çıkan konular başta toplumsal-çevresel koşullar, gelir, yaş, çalışma şartları, hukuki mevzuat, kamu kurumlarının işleyişi olmak üzere çeşitli faktörlere bağlı şekilleniyor. Bu faktörleri dikkate almadan sağlıklı beslenme konusunu ele almak epey yetersiz bir yaklaşım olur.

Kabarık listeler ve suçluluk duygusu

Medyada hangi gıda maddelerinin yenilmesi  ya da yenilmemesi gerektiğinden, hangi bitkinin hangi hastalığa deva olacağından ya da Omega 3, Likopen gibi farklı besin öğelerinin yararlarından söz eden haber, yazı ve yorumlara sıklıkla rastlamak mümkün.

Bu kabarık ve zamanla değişen “onu yap, bunu yapma”, “onu ye, bunu yeme” talimat listelerini akılda tutamamak zamanla bir tür suçluluk duygusuna bile neden olabiliyor. Aklımızın bir köşesinde, sağlıklı beslenme konusunda yaptığımız, yapmadığımız ya da yapamadığımız şeylere dair bir başka liste sürekli büyüyor.

Tüm insan kanser türlerinin sadece yüzde 7’sinin kalıtımsal olduğu, yüzde 93’ünün ise çevresel faktörlerin genlerle etkileşime girmesinden kaynaklandığı belirtiliyor.

Bir sağlık sorunu nedeniyle hekimler tarafından önerilen beslenme tavsiyelerine uymak elbette gereklidir. Bireysel bilgimizin artması, bir şeyleri yapma becerimizin gelişmesi de kuşkusuz iyi bir şey. Dolayısıyla bu tip haber, yazı ve yorumların tamamını aynı kefeye koyamayız.

Ama medyada sıklıkla yapıldığı gibi meseleyi sadece bireysel noktadan kavramak, sağlığımızın nasıl bozulduğundan söz ederken onu bozan faillere hiç değinmemek, aşırı dar ve işe yaramayan bir yaklaşım. Bu yüzden kamusal sorunların bireyselleştirilmesini ve faillerin belirsizleştirilmesini daha anlaşılır kılabilmek için medyada çok sık yer alan kanser meselesine beraberce bakalım.

Çevresel tahribat ve kanser

Ana akım medyada kanserle ilgili yayınlarda bireysel önlemlere, tercih ve alışkanlıkların düzenlenmesine yönelik bir yaklaşım ağırlık basıyor. Peki bireysel olarak “doğru” tercihlerde bulunmak ve alışkanlıklarımızı gözden geçirmek kanseri önlemek için yeterli mi?

Tüm kanser vakalarının sadece yüzde 5-10’unun genetik kusurlardan, geri kalanın ise çevresel koşullardan kaynaklandığı düşünülüyor. Ülkeden ülkeye değişiklik olsa da kanser vakalarının yüzde 25-30’unun sigaradan, yüzde 30-35’inin beslenme veya diyetten, yüzde 15-20’sinin enfeksiyon hastalıklarından, geriye kalan 15-30’unun ise toksik kirlilik, hareketsizlik, alkol gibi etkenlerden kaynaklandığı belirtiliyor.[i]

Bir başka akademik çalışmada ise tüm insan kanserlerinin sadece yüzde 7’sinin kalıtımsal olduğu, yüzde 93’ünün ise çevresel faktörlerin genlerle etkileşime girmesinden kaynaklandığı belirtiliyor.[ii] Kısacası meselenin çevresel-toplumsal yanlarının altını çizen çok geniş bir akademik literatür var. Kanser yaşadığımız çevrenin tahrip edilmesi ve toksik kimyasal maddelerle kirletilmesi ile çok yakından ilişkili bir hastalıktır.

Halk sağlığı açısından çevre, bedenimizi saran, bedenimizi dış dünya ile temasa sokan her şeydir. Bastığımız toprak, soluduğumuz hava, yediğimiz gıdalar, içtiğimiz su ve bedenimizi dış dünyadan yalıtarak bir ben duygusunun oluşmasında büyük rol oynayan derimizin temas ettiği her şey çevreyi oluşturur. Bireysel tercih ve alışkanlıklarımız bizi saran bu çevrenin oldukça küçük bir parçasıdır. Örneğin sigara içmek kansere yol açabilir; sigarayı bırakalım, evet, doğru, ama hepsi bu mu? Hava kirliliği çoğu durumda etkilediği nüfusun fazlalığı bağlamında sigaradan çok daha büyük bir tehdittir. Kirletilmiş bir çevrede yetiştirilen gıda maddelerinin bünyesinde çok sayıda toksik kimyasalın bulunması kaçınılmazdır. Su varlıklarının kimyasal maddelerle kirletilmesi de bu tabloya eklenebilir. Gıda üretim tüketim süreçlerinin obezite üzerindeki etkisi de dikkate alındığında, kanser hastalığının üçte ikisinin içinde yaşadığımız ya da yaşamak zorunda kaldığımız kirli-kirletilmiş çevreden kaynaklandığı öne sürülebilir. Bütün bunlar yıllardır bilinmesine rağmen kanser konusunda medyada yer alan haber, yazı ve yorumlarda yaşadığımız çevrenin nasıl kirletildiğine ve kirliliğin faillerine hemen hiç değinilmez.

“Ergene havzasındaki endüstriyel faaliyetlerle açığa çıkan toksik kimyasal maddelerin hiçbir arıtmaya tabi tutulmadan derin deniz deşarjı ile Marmara Denizi’ne akıtılması ile su ürünlerindeki ağır metal kirliliği arasında da doğrudan bağlantı var.”

Anlaşılabilir bir dil, ayrıntılı bilgi

Toplum sağlığını tehdit eden ya da kamusal varlıkların tahribine yol açan faaliyetleri gerçekleştiren kişi ya da kurumların ismiyle anılması, oluşan tahribatın yaban hayat, insan sağlığı ve kamu refahı ile ilişkisinin gösterilmesi kamunun haber alma ve doğru bilgilenme hakkı açısından bir gerekliliktir. Halk sağlığını doğrudan ilgilendiren konularda olabildiğince anlaşılır bir dille ayrıntılı bilgilendirme yapılması son derece önemlidir. Kimyasal maddelerle kirletilmiş bir çevrede yaşamak sadece bireysel tercih ve alışkanlıklarımızı değiştirerek üstesinden gelebileceğimiz bir sorun değil. Bu yüzden kanserden korunmak için çevre kirliliğini önlemek adına yapılan çalışmalara, eylemlere veya mücadelelere destek vermek, kamusal çözümleri uygulamakla mükellef kurumların çalışmalarına müdahil olmak hayati önem taşır. Örneğin Kaz Dağları’nın Kanada şirketi Alamos Gold ve Türkiye’deki iştiraki Doğu Biga Madencilik tarafından talan edilmesini, bitki örtüsüne zarar verilmesini, toprağın ve suyun toksik kimyasallarla kirletilmesini önlemek hangi gıda maddelerini yersek (ya da yemezsek) kanserden korunacağımıza kafa yormaktan çok daha hayatidir. Zira Kaz Dağları’nın madencilikle yağmalanması ve doğal çevrenin zehirli kimyasal maddelerle kirletilmesi ile tabağımıza gelen yiyecekteki arsenik, kurşun ya da kadmiyum gibi zehirli-kanserojen kimyasal kalıntıların bolluğu arasında birebir bağlantı vardır. Ergene havzasındaki endüstriyel faaliyetlerle açığa çıkan toksik kimyasal maddelerin hiçbir arıtmaya tabi tutulmadan derin deniz deşarjı ile Marmara Denizi’ne akıtılması ile su ürünlerindeki ağır metal kirliliği arasında da doğrudan bağlantı vardır. Bu bağlantıları görmezlikten gelmek, “haftada kaç kez balık yemeli?”, “hangi balıkta Omega 3 daha fazla?” gibi sorular üzerinden meseleye yaklaşmak, yol açtığı hedef saptırmaca ile başlı başına bir gıda güvenliği sorunudur.

Kaz Dağları’nın madenlerce talanını, toprağın ve suyun kirletilmesini önlemek, hangi gıda maddelerini yersek kanserden korunacağımıza kafa yormaktan çok daha hayatidir. Zira çevrenin kirletilmesi ile tabağımızdaki zehirliler arasında birebir bağlantı vardır.

Yiyecek ve içeceklerin zehirli kimyasallarla kirletilmesi çevresel yıkım ve talan sürecinin en iyi göstergesi olmasına rağmen medya eliyle büyük bir “başarıyla” görünmez kılınmıştır. Giderek yaygınlaşan ve bir yağmaya dönüşen bu yıkım süreci bizden uzak coğrafyalarda gerçekleşse de, yol açtığı sorunlar gıdalar vasıtasıyla tabağımıza ulaşacaktır. Dolayısıyla sadece bireysel beslenme tercih ve alışkanlıklarımıza değer biçen, “onu yeme, bunu ye” tarzı önerilerden öteye gitmeyen yayınlar akademik bir içerik taşısalar dahi medya gevezeliğinden öteye gitmeyecektir.

Kanserle mücadelenin en önemli ve birincil kuralı doğal çevrenin tahribatını önlemektir. Bu koruyucu-önleyici yaklaşım salgın hastalıklarla mücadelede de anahtar rol oynar. Gelin pandemi meselesine bu çerçevede biraz daha yakından bakalım.

“Kaz Dağları’nın madencilikle yağmalanması ve doğal çevrenin zehirli kimyasal maddelerle kirletilmesi ile tabağımıza gelen yiyecekteki arsenik, kurşun ya da kadmiyum gibi zehirli-kanserojen kimyasal kalıntıların bolluğu arasında birebir bağlantı var.”

Salgın ve emeğe yönelik şiddet

Koronavirüs pandemisinin en önemli nedenlerinden biri doğal ekosistemlerin yıkıma uğratılmasıdır. Bu yıkım çok uzak bir coğrafyada gerçekleşse de koronavirüs salgınında olduğu gibi nihayetinde hepimizi etkiliyor. Salgın da tıpkı kanser gibi medyada problemli bir şekilde ele alındı ve alınmaya devam ediyor. Bazı örneklerle meseleyi açalım. İlkin Sağlık Bakanı’nın salgınla ilgili yaptığı açıklamaların haberleştirilme tarzıyla ilgili bir örneğe bakalım.

24 Haziran 2020 tarihli Independent Türkçe haber sitesinde Sağlık Bakanı’ndan alıntıyla şu haber yer alıyor: “Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, maske kullanmayan kişilerin maske kullananlara karşı sorumluluğu olduğuna dikkati çekerek ‘Maske kullanmamak kişisel hukukun ihlalidir. Mevcut şartlarda büyüklerimiz ve kronik hastalığı olanlar virüse karşı halen risk grubundadır. Bizim için en endişe verici olan, risk grubundakilerin veya onların yakın çevrelerindekilerin konunun ciddiyetini unutup tedbirleri aksatmasıdır’ dedi”.

11 Temmuz 2020 tarihli Hürriyet gazetesinde yer alan haber ise şöyle:Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, sosyal medya hesabından koronavirüs salgını ile ilgili olarak açıklamada bulundu. Bakan Koca, ‘Günlük Koronavirüs Vaka Tablosundaki iyileşmeye katkıda bulunun: Maske ve mesafe kuralıyla yeni vaka sayısını düşürünuyarısında bulundu.”

Endüstriyel hayvancılık sektörünün, özellikle kanatlı hayvan eti üretiminin büyüklüğü düşünüldüğünde her an Türkiye kaynaklı bir salgın yaşanabilir. Sektörün her yıl açığa çıkardığı 16 milyon ton toksik atığın ne  olduğu, nasıl bertaraf edildiği hakkında medyada bilgiye rastlamak olanaksız.

Her iki haberde de salgınla mücadele için maske takmak, insanlarla fiziksel mesafemizi korumak gerektiği vurgulanıyor. Independent Türkçe’de yer alan haberde risk altındaki yaşlı insanların unutkanlığı ve tedbirsizliği de eleştiriliyor. Maske takmanın ve kişisel koruyucu önlemler almanın önemini elbette küçümsüyor değilim, ama salgınla ilgili yapılması gerekenler bu kadar mı? Bireylerin alacağı önlemler dışında ekonomik ve toplumsal önlemler hiç konuşulmamalı mı? Örneğin salgının başından beri imalat sektöründeki üretim, sokağa çıkma yasakları dahil, hiç durmadı. İnşaat sektörü hız kesmedi. Turizm sektörü başlangıçta olumsuz etkilense de, salgının bütün şiddetiyle devam ettiği süre boyunca faaliyetlerine devam etti. Turistler herhangi bir önlem almadan, maske takmadan, fiziksel mesafeye dikkat etmeden tatil yaptı. Salgını uluslararası ölçekte büyüten ve turizm çalışanlarının sağlığını tehlikeye atan bu duruma göz yumuldu. Belki çok daha önemlisi, bazı işçilerin Covid-19’a yakalandığı tespit edilen fabrikalarda, çalışanların topluca fabrikaya hapsedilip üretime devam edilmesi, bu uygulamanın insan haklarına aykırı kamusal bir sorun olarak görülmemesiydi. Örneğin Çanakkale Dardanel fabrikasında işçiler arasında Covid-19 tespit edilmesi üzerine Çanakkale İl Hıfzıssıhha Kurulu 14 gün boyunca “Kapalı Çalışma Sistemi”ne geçilmesi kararı aldı. Karar yasalara aykırı olsa da, başta Sağlık Bakanlığı, ilgili kamu kurumlarından ne bu ne de yukarıda andığımız konularda herhangi bir açıklama gelmedi. Dolayısıyla haber, yazı ve yorumlar en azından bu noktaları dikkate alarak Sağlık Bakanı’nın yaptığı açıklamalara bir şerh koyabilir ya da kamuoyunun meseleye bu açıdan da bakabilmesini sağlayacak şekilde sunulabilirdi.

Dikte edilen kanaatler, dışsallaştırılan salgınlar

Mevcut haliyle ülkemiz medyasının büyük bölümü kamuoyunun bir mesele hakkında hangi kanaate sahip olması gerektiğini aktarıyor, hatta dikte ediyor. Oysa tam aksine, kamuoyunun doğruluk değeri yüksek bir kanaat üretmesini sağlamak gerekir. Bunu sağlamak için de bir meseleyi farklı yönlerden ele almak zorunludur. Örneğin, salgının başladığı ülkenin pekâlâ Çin değil, Türkiye de olabileceği bir ihtimal olarak dahi ana akım medyada yer almadı. Oysa koronavirüs salgınına ya da yeni bir salgına yol açabilecek koşullar Türkiye’de ve başka ülkelerde de –hâlâ– mevcut. Medyada yaygın olarak gözlendiği üzere salgın sadece Çin’le ilişkilendirilmesi çok yanlış. Bu önemli noktaya biraz daha açıklık getirmek istiyorum.

Kanal İstanbul projesinin bölgenin ekosistemini altüst edeceği kesin. Koronavirüs salgınının ekosistemlerin tahrip edilmesiyle ortaya çıktığına dair haberlerde projeye değinilebilseydi, salgın ile büyük projeler arasında ilişki kurulabilecek, salgının nedenleri hakkında kamuoyu daha iyi bilgilendirilebilecekti.

Salgınlara neden olan ve esasen her biri ciddi bir sorun olarak da görülebilecek bazı önemli sosyal ve ekonomik faktörler sadece Çin’de değil, dünyanın çeşitli ülkelerinde yoğunluğu farklı ölçülerde gözlenebilir. Örneğin 2010-2016 arasında yayınlanan akademik literatür taranarak dünya genelinde gözlenen kuş gribi (H5N1) salgınlarının gözden geçirildiği bir çalışmada salgınların sadece Çin’de değil, Vietnam, Mısır, Almanya, Hindistan, ABD, Tayvan, Hollanda ve İsrail gibi çeşitli ülkelerde açığa çıktığı kaydedilmiştir.[iii] Dolayısıyla, yaşanan pandemi tekil, beklenmedik bir biçimde belirmiş bir sorun değil. Yıllardır var olan çeşitli sorunların bir araya gelmesi sonucunda ortaya çıkan bir durum. Pandemi bir şeylerin yolunda gitmediğine dair bir uyarı olarak algılanmalıdır. Bu uyarı Türkiye’yi de kapsar.

Türkiye’de kitlesel-endüstriyel hayvancılık sektörünün, özellikle de kanatlı hayvan eti üretiminin büyüklüğü düşünüldüğünde bir salgın tehlikesinin her an Türkiye’den de kaynaklanabileceği bilinmelidir. Sektörün ülkedeki büyüklüğü hakkında bir fikir vermek için bir yılda açığa çıkardığı toksik karakterli atık miktarının yaklaşık 16 milyon ton olduğunu belirtmeliyim.[iv] Halk sağlığı açısından ciddi risk oluşturan, su varlıklarını kirletme ve salgın hastalıklara yol açma potansiyeli yüksek bu atıklara ne olduğu ya da bu atıkların nasıl bertaraf edildiği hakkında medyada herhangi bir bilgiye rastlamak olanaksız. Oysa kamusal bir sorun olarak gündemde tutulması gereken meselelerden biri de budur.

Kamusal meseleler arası bağlar

Koronavirüs salgınını dışsallaştırmak, bizden uzak bir coğrafi bölgede, Çin’de ortaya çıkmış bir sorun olarak görmek yerine, kendi toplumsal sorunlarımıza odaklanmak için bir vesile olarak ele almalı ve Çin’deki nedenlerin Türkiye’deki izdüşümlerini aramalıyız. Ancak böyle bir tutumla içinde olduğumuz toplumsal koşullar hakkında kamuoyuna doğru bilgileri verebilir ve kamusal sorunları çözmek için yapılan çalışmalara yurttaşları dahil edebiliriz. Kanımca medyanın asli işlevi de budur. Ancak bu işleve mutlaka eşlik etmesi gereken bir tutum daha var: Medyanın (ya da medya çalışanlarının) kamusal meseleler arasında bağlar kurması. Yine bir örnek olay üzerinden bu konuya açıklık getirmek istiyorum. Bu kez medyada yer alan “doğru” haberler üzerinden konuya bakacağım.

18 Nisan 2020 tarihinde DW Türkçe haber sitesinde “Koronavirüs salgınının altında ekosistemin tahrip edilmesi yatıyor” başlıklı bir haber yer aldı. Aynı haber 21 Nisan 2020 tarihinde NTV’nin sitesinde şu şekilde yer buldu: “Corona virüs salgınının altında yatan neden ne? İşte bilimin yanıtı: Covid-19 krizi insanların biyolojik çeşitliliğe ve vahşi yaşam alanlarına olan etkisinin ve bunun bulaşıcı hastalıkların önünü nasıl açtığının bir örneği.

Her iki yayın organında da koronavirüs salgınının nedeni olarak ekosistemlerin tahrip edilmesi gösteriliyor. DW Türkçe ve NTV’de yer alan haberde, ABD ve Avustralya’da yapılan kapsamlı bir araştırmaya göre doğal yaşam alanlarının insanlar tarafından tahribi, biyolojik çeşitlilikteki azalma ve ekosistemdeki bozulmanın virüslerin yayılma olasılığını artırdığı bilgisi yer alıyor. Haberde, ilk kez rastlanan bulaşıcı hastalıkların sayısının 1980’li yıllardan günümüze uzanan süreçte on yılda bir üçe katlandığı belirtiliyor. Her iki yayın organındaki haberde yer verilen tespitlerin tamamı doğru. Öyleyse sorun nerede?

Bir tavuk üretim çiftliğinde manzara

Potansiyel salgınlar ve Kanal İstanbul

Ortada somut bir sorundan ziyade eksik bir değerlendirme söz konusu. Bu tip haberlerin salt bilgi aktarmanın ötesine geçmesi, yerel, güncel ve somut örneklere yer vermesi gerektiğine inanıyorum. Örneğin bu haberden birkaç hafta önce, salgının en fazla konuşulduğu, karantina önlemlerinin tartışıldığı, sokağa çıkma kısıtlamalarının getirildiği günlerde medyada Kanal İstanbul projesinin ihalesinin yapıldığı haberi yer aldı. Kanal İstanbul, AKP iktidarının çok tartışma yaratan en büyük yıkım projelerinden biri. Proje ile Karadeniz’le Marmara Denizi arasında 40-45 km uzunluğunda, yaklaşık 150 metre genişliğinde yapay bir su yolu açılacak. Bu kanalla birlikte İstanbul’da iki yeni yarımada ve yeni bir ada oluşacak. Projenin Marmara bölgesinin ekosistemini alt üst edeceği, su havzalarını, ormanlık alanları ciddi bir yıkıma uğratacağı kesin. DW Türkçe ve NTV’de koronavirüs salgınının ekosistemlerin tahrip edilmesi nedeniyle ortaya çıktığına dair haberde Kanal İstanbul projesine de değinilebilseydi, salgınla Kanal İstanbul projesi arasında ilişki kurulabilecek, böylece yaşanan salgının kök nedenleri hakkında kamuoyunu daha iyi bilgilendirmek mümkün olabilecekti. Kanal İstanbul projesiyle yeni salgın hastalıkların ülkemizde ortaya çıkma riskinin artacağı bile söylenebilir.

Bir yayın organı bir bilimsel araştırmanın sonuçlarını derli toplu sunabilir elbette. Sunulan içerik etik bir sorun taşımadığı sürece “neden öyle değil de böyle sundunuz” ya da “haberin içeriğinde şu veya bu konu neden yok” diye eleştirmenin bir gereği de olmayabilir. Ancak bir haberin –yazının, programın– kamusal meseleler arasında bağ kurabilme imkânlarımızı artıracak biçimde sunulmasının kritik bir önemi olduğunu düşünüyorum. Bu önemi dikkate almayan, kasıtlı olarak gözden kaçıran bir yaklaşımı doğru bulmuyorum. Dahası kamusal meseleleri birbiriyle ilişkilendirme konusunda gazetecilere ve bilim insanlarına mesleki açıdan da büyük bir sorumluluk düşüyor.

Yeni bir dil ihtiyacı

Kısaca söylemek gerekirse ekosistemlerin yıkımına yol açan insan faaliyetleri virütik salgınların en önemli nedenlerinden biridir. Öyleyse şu soru üzerinde düşünmemiz gerekir: Salgın ile yürütülen yıkım projeleri arasında bağ kurabilmemizi sağlayacak bir dil inşa etmek hayati değil mi? İnsan uygarlığı olarak çok daha ağır sorunlara doğru koşar adım gittiğimiz ve sorunları görmezlikten gelmemize yol açan her şeyin hızımızı artırdığı bir dönemde bu sorunun cevabı kuşkusuz “evet”.

Ortada görülmesi, fark edilmesi güç bir durum yok. “Büyük resim” gözümüzün önünde duruyor: SARS-CoV-2, ebola ya da hanta gibi virüslerin toplumsal hayata sızmasının en önemli nedenlerinden biri, dünya genelinde doğal yaşam alanlarının giderek daha büyük bir hızla tahrip edilmesi. İrrasyonel bir niteliğe sahip kitlesel-endüstriyel üretim teknikleri, her yıl doğal hayata atılan tonlarca toksik atık, güvencesizliği ve yoksulluğu derinleştiren sömürü mekanizmaları, hayatı bütün canlı türleri için güvencesiz kılan savaş ve çatışmalar bu tahribatın nasıl gerçekleştiği sorusuna verilebilecek bazı yanıtlar.

Canlı türlerinin bir nesilden diğerine devam eden hayat döngüleri var. Bu döngü belirli bir coğrafi alan üzerinde, o coğrafi alanın sunduğu fiziksel olanaklar ve o alanda yaşayan diğer canlı türleri ile etkileşim içinde gerçekleşiyor. İnsan da o etkileşimlerin bir parçası. Bir coğrafi alanın tahribi o bölgede yaşayan canlı türlerinin birbiriyle olan etkileşimini bozuyor. Yapılan tahribata ve türler arası etkileşimlerin ne ölçüde bozulduğuna bağlı olarak da çeşitli canlı türlerinin hayatta kalması tehlike altına giriyor. Bu yıkıcı süreç devam ettiği sürece biyolojik tür çeşitliliğinin azalması, canlı türlerinin yok olması kaçınılmaz. Hayatın tüm alanlarının piyasa boyunduruğuna sokulup tahrip edilmesi, genelde dar bir coğrafi alanda ve belli sayıda canlı türüyle etkileşim halinde varlığını sürdüren virüslerin yeni yaşam alanlarına sıçramasına yol açabiliyor. Bir virüsün doğal yaşam alanı bir başka canlının bedeni. İnsan bedeni de o bedenlerden biri. İnsan ve evcil hayvan nüfusunun fazla olduğu kalabalık yerleşim bölgeleri virüslerin yayılımını kolaylaştıran bir işlev görebiliyor.

Hayati bir “görme biçimi

Koronavirüs salgınını iklim krizini şiddetlendiren iktisadi faaliyetler, kimyasal kirlilik, biyolojik çeşitlilik kaybı, yoksulluk gibi bir dizi iç içe geçmiş sorunun açığa çıkardığı bir sonuç olarak görmeliyiz. Bu görme biçimi obezite sorunu, diyabet ve kanser başta olmak üzere pek çok hastalık için de geçerlidir. Bakış açımızı yaşadığımız sorunların kök nedenlerine çevirmek zorundayız. Bireysel değil toplumsal çözümlerin, kamusal refahın ön plana çıkarıldığı bir bakış açısını korumak, genişletmek ve canlı kılmak gerekiyor. Aksi takdirde bir başka etkenden kaynaklanabilecek bir salgın er veya geç yeniden toplumsal hayatın gündemine oturacaktır. Dolayısıyla yüz yüze olduğumuz gerçekleri dile getirmek, kriz anlarında topluma doğru mesajları vermek, sorunların kök nedenlerine ve kamusal çözümlerine işaret etmek her zaman olduğundan daha fazla önem taşıyor.  

Son söz olarak Türk Tabipler Birliği Covid-19 İzleme Kurulu tarafından hazırlanan 2. Değerlendirme Raporu’nda yer alan ifadelerle kulak verelim:[v]“Covid-19 salgını kapitalist sistemin tüketim ve piyasa odaklı sağlık sistemlerinin iflasını gösterirken, geçmiş başarılı ve başarısız deneyimlerden dersler çıkarılarak kamusal temelli, insan odaklı, koruyucu sağlık hizmetlerini önceleyen bir bakışın egemen olması gerektiğini açık olarak ortaya koymuş durumda. Bu nedenle Covid-19 sürecine dair bugün yapılacak her değerlendirme ve atılacak her adım, salgının sadece bu anını değil dünyamızın ve ülkemizin yakın gelecekte yaşayacağı sorunları için de belirleyici olacaktır.”

Salgın, halk sağlığı ve medya, I. bölüm:
Etken başka, neden başka


[i] Anand, P. vd. (2008). “Cancer is a preventable disease that requires major lifestyle changes”, Pharmaceutical Research 25 (9), 2097-2116.

[ii] Parsa N. (2012). Environmental factors inducing human cancers, Iranian Journal of Public Health, 41 (11), 1-9.

[iii] Chatziprodromidou, I.P. v.d., (2018) Global avian influenza outbreaks 2010-2016: a systematic review of their distribution, avian species and virus subtype. Systematic Reviews vol. 7,1 17-25.

[iv] Greenpeace, (2016). Dünyayı Tüketmek, Greenpeace Türkiye, 19.08.2020.

[v] Türk Tabipleri Birliği Covid-19 İzleme Kurulu Covıd-19 Pandemisi 2. Değerlendirme Raporu, 2020, sayfa 4.

^