Siyasi Ekoloji kitabı (İmge Kitabevi, 2022) kolektif bir çalışmanın ürünü. Farklı alanlardan 15 yazar, aktivist, akademisyenin bir araya geldiğini görüyoruz. Nasıl bir motivasyon sizi buluşturdu?
Hakan Yurdanur: Özgür Üniversite 1990’ların ikinci yarısında Kavram Sözlüğü, İdeoloji Sözlüğü gibi sözlükler çıkarmaya başlamıştı. Bir gün Fikret Başkaya’yla konuşurken “bir Ekoloji Sözlüğü de yapabilir miyiz?” diye sordum. Hoca da “olur” dedi. Ama bu kitabın bir ağaç soykırımı anlatısından öte bir yere gitmeyeceğini gördük. Çünkü Ekoloji Sözlüğü anlamında yazılmış yüzlerce kitap vardı. Ekolojinin siyasi ve sınıfsal yanına değinelim istedik. Önce sorunu ortaya koyup, sonra da eğer çözüm üretebiliyorsak bunu nasıl yapacağımızı gözden geçirdik. Antik Yunan’da bir filozof yukarıdan aşağı koşarak, “Bir cevabım var, sorusu olan var mı?” diye bağırıyor. Aslında biz de soruları çoğaltalım dedik.
Aykut Çoban: Kitabın ayırıcı bir özelliği farklı perspektifleri, farklı siyasal yaklaşımları bir araya getirmesi. Birleşik mücadelenin gücüne inanan biri olarak farklılıkların yan yana gelmesinin, bir kitap çerçevesinde bile olsa, önemli olduğunu düşünüyorum.
Nejla Kurul: Kitabın, düşünce ufkunu geliştirme ve pratiğe taşıma konusunda ekoloji mücadelesine önemli etkilerinin olacağını düşünüyorum. Bu topluluğun parçası olmaktan onur duydum.
Mustafa Durmuş: Bu kitap farklı görüşleri bir araya getiriyor. Ekoloji mücadelesini “çevre sevicilik” mücadelesinden kurtaran, sadece ona indirgemeyen, onu kapitalizm ve sınıf mücadelesiyle, politik mücadeleyle birleştiren yazılardan oluşuyor. Benim bu kitapta yer almasını istediğim konulardan biri –ki ekoloji mücadelesi için çok önemli olduğunu düşünüyorum– dünyada ve özellikle Türkiye’de barış ve ekoloji ilişkisi. Özellikle militarizm ve ekolojik yıkım ilişkisi. Kitabın buna da kapı araladığını düşünüyorum.
Pandeminin başlarında, “virüs herkese eşit davranıyor” deniyordu. Öyle olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Ekolojik yıkım konusunda da “eşitlik” söylemi hâkim. Ekolojik yıkım herkesi eşit şekilde mi etkiliyor? Ekolojinin sınıfsal boyutuna dair ne dersiniz?
Çoban: Herkesi eşitleyen bir sorun değil ekolojik yıkım. Çok yakıcı ve ölümcül biçimde etkilediği toplum kesimleri var. Bir de her şekilde bu sorunun etkilerinden kaçınabilecek, o etkilerle herhangi bir şekilde temas halinde olmayacak ya da çözüm yollarını satın alabilecek kesimler var. Bu fırsatları satın alabilecek olanlar ile doğrudan ekolojik yıkımın içinde olanlar arasında korkunç bir yarılma var. Bunu görmeden ekolojik sorunların çapını, boyutunu ve çözüm yollarını bulmak olanaksız. Dolayısıyla “ekolojik sorunlar her insanı etkiliyor” gibi gevezeliklerden uzak duruyorum.
Ulrich Beck’in “ekolojik sorunlar demokratiktir” diye bir sözü var. “Demokratiktir” denen şey, herkesi eşitleyen bir özelliği olduğu varsayımı. Yani “sen-ben diye ayırmıyor ekoloji, herkesi etkiliyor, hatta o kadar ki, bugün etkilenmeyenler yarın etkilenecekler” deniyor. Evet, bunlar akademide de kuramsal olarak tartışılan şeyler, ama böyle bir eşitleme yok. Fakat terminoloji öyle çalışıyor: “Aynı gemideyiz, aynı gemide olduğumuz için de bu sorunlardan eşit etkileniyoruz” gibi. Oysa net bir sınıfsal yarılma var. Bu yarılma hem toplum içinde hem de ülkeler arasında ortaya çıkıyor.
Kapitalizm yıkma ve bozma üzerine kurulu bir oyun sistemi. Bu öyle bir oyun ki, toplamın sıfır olması için birisi kazanırken diğerleri kaybetmeli. Örneğin, kapitalizm artı 2 birim kazanırsa halklar ve doğa eksi 1’er birim kaybeder. Bu da şunu gösteriyor: Birleşmezsek kapitalizm kazanırken bizler ve doğa kaybedecek.
Dolayısıyla, ekolojik yıkım, daha önce sanayileşmiş, şu anda gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkelerin 200-250 yıldır yarattıkları etkilerle, üretim ve tüketim modelleriyle, doğayla kurdukları ilişki biçimiyle, yapabildikleri her yerde metalaşmayı, ticarileştirmeyi yaygınlaştırmalarıyla ortaya çıkardıkları bir yıkım. Ülkeler arasında bir karşılaştırma yaptığımızda da bu sefer gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasında bir yarılma olduğunu görüyoruz.
Ama şunu gözden kaçırmayalım. Az gelişmiş ülkelerin içinde de sermaye sınıfları ve emekçi sınıflar var. Dolayısıyla, gelişmiş ülkelerin zenginlerinin yaptığı bir yıkım, aynı zamanda gelişmiş ülkelerin yoksullarını da etkileyen bir sorun. Böylesi çapraz bağlarla ancak anlayabiliriz ekoloji sorununu.
Yurdanur: Ekolojik yıkım kendi kendine oluşan bir yıkma eylemi değil, insan eliyle gerçekleşiyor. İnsandan kastım sınıflı toplumdaki kapitalist sermayedar. Kapitalizm yıkma ve bozma üzerine kurulu bir oyun sistemi. Oyuncular belli: Kapitalist sermayedar, ezilen, sömürülen sınıflar ve halklar, doğanın bütünü. Bu öyle bir oyun ki, toplamın sıfır olması için birisi kazanırken diğerleri kaybetmeli. Örneğin, kapitalizm artı 2 birim kazanırsa halklar ve doğa eksi 1’er birim kaybeder. Bu da şunu gösteriyor, kapitalist yıkıma karşı birleşme zorunluluğu var. Birleşmezsek kapitalizm kazanırken bizler ve doğa kaybedecek.
Ekoloji konusunda parlatılan “eşitlik” söyleminin ezilenler açısından handikapları neler?
Çoban: Sermaye sınıflarının yarattığı bir sorunu sermaye sınıflarının önerdiği çözüm yollarıyla gidermek gibi bir alıklık içinde bu sorun giderek büyüyor, aşılamaz hale geliyor. Fakat kapitalizm içinde bu sorunun çözülemeyeceğini görmek bakımından, kapitalizm sonrası yeni toplumun inşası bakımından önemli bir fırsat sunuyor. Bir uyarı fişeği olarak değerlendirmek mümkün ekoloji sorununu. Bu bakımdan çok katmanlı. Emekçi sınıflar, köylüler, yoksullar, işsizler için doğrudan ölümcül sonuçları olan sorunlar bunlar, selden sıcak hava dalgalarına varıncaya kadar. 2022 Temmuz’unda, İspanya’daki sıcak hava dalgasında 1500 kişi öldü. Böylesi ölümcül sonuçları var. Kliman yoksa ölüyorsun. Sorunun aciliyeti de biraz buradan kaynaklanıyor. Elli yıl sonrasına işaret eden çözüm yollarıyla ekolojik sorunları çözemeyiz. Bugünden yarına müdahale edilmesi gereken bir sorun var ortada. Buna kapitalizmde müdahale olanakları sınırlı.
Ekoloji sorununun sınıfsal yanına dikkat çektiniz. Bu sorunun kimlik, toplumsal cinsiyet gibi veçheleri de ağır basmıyor mu?
Durmuş: Sosyal bilimlerde ana akım genelde makrocudur, totalcidir. Bu bakış açısı altında sınıflar, farklı kimlikler, farklı cinsler yokmuş gibi davranılır. Mesela enflasyonu anlatırken bir “enflasyon canavarı” figürü çizilir. Sistemden sorumluluğu koparılır ve sanki o “canavar” herkesi aynı oradan etkiliyormuş gibi anlatılır. Oysa enflasyon yoksulları çok daha olumsuz etkiler. Benzer şekilde ekolojik yıkım, iklim değişikliği de herkes üzerinde eşit etkiler yaratmıyor. En çok yoksulları, emekçi sınıfları, ezilen kimlikleri vuruyor. Suriye’de savaşın getirdiği ekolojik felaketin en çok kimleri etkilediğine baktığınızda, bunların en yoksul Kürtler, Araplar ve diğer halklar olduğunu görürsünüz. Ekolojik yıkımın neden olduğu felâketlerden biri göçlerdir. Göçlerde de en büyük faturayı ödeyenler kadınlar ve çocuklardır.
2022 Temmuz’unda, İspanya’daki sıcak hava dalgasında 1500 kişi öldü. Böyle ölümcül sonuçları var. Kliman yoksa ölüyorsun. Sorunun aciliyeti buradan kaynaklanıyor. Elli yıl sonrasına işaret eden çözüm yollarıyla ekolojik sorunları çözemeyiz. Bugünden yarına müdahale edilmesi gereken bir sorun var ortada.
Elli yıl önce sınıfsal temeller üzerine çözümlemeler yapıyorduk, ama bugün bu çözümlemelere mutlaka ekolojiyi de koyuyoruz. Ekolojik etkiler açısından reel sosyalizmin de yıkıcılığı söz konusuydu. Bu, kalkınmacı ve sanayileşmeci paradigmaları masaya yatırmamız gerektiğini gösteriyor. Gelecekte kuracağımız toplumun nasıl bir toplum olması gerektiği konusunda da önümüzü açıyor. Bu yüzden ezilen kimliklerin ve halkların özgürleşmesi ve kadınların özgürleşmesi gibi başlıkları da dahil ediyoruz taleplerimiz arasına.
Kurul: Ekoloji mücadelesinin pek çok alanın kesişiminden oluştuğunu görmek önemli. Örneğin, sınıf mücadelesi aynı zamanda kadın mücadelesine denk geliyor, çünkü kadın mücadelesi sınıf mücadelesinin özgül bir biçimi olarak öne çıkıyor. Kimlik mücadelelerinin sınıf mücadelesinin özgül biçimleri olduğuna tanıklık ediyoruz.
Çoban: Ekolojik yıkımın arkasındaki nedenler arasında sömürgecilik, kolonyalizm, emperyalizm, türcülük, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kimlik sorunları da var. Her ülkenin bir ötekisi var –Türkiye’de Kürtlere yönelik hak ihlâllerinde olduğu gibi. Dolayısıyla, ekolojik yıkımdan etkilenme dediğimizde, sadece sınıf temelinde bir etkilenme değil, ama sınıfın ortak kestiği katmanlar arasında da etkilenmeler var. ABD’de en çok etkilenenler siyah emekçi kadınlar mesela.
Ekolojik yıkım, iklim değişikliği herkes üzerinde eşit etkiler yaratmıyor. En çok yoksulları, emekçi sınıfları, ezilen kimlikleri vuruyor. Ekolojik yıkımın neden olduğu felâketlerden biri göçler. Göçlerde de en büyük faturayı ödeyenler kadınlar ve çocuklar.
Sınıfsal olarak ortaya çıkan toplumsal eşitsizlikler aynı zamanda sınıf içindeki farklı özneleri farklı biçimlerde de etkileyecek bir boyuta sahip oluyor. Siyah bir emekçiyle beyaz bir emekçi aynı boyutlarda ekolojik sorunlardan etkilenmiyor. Siyahlar daha çok etkileniyor. Ya da kadınla erkek emekçiler arasında kadınlar daha çok etkileniyor. Bu aynı zamanda kapitalizmin sınırlarını gösteren bir sorun olması bakımından da önemli. Kapitalizm içinde öngörülmüş bütün politikalar, bugüne kadar uygulanmış tüm modeller hiçbir şekilde işe yaramadı. On ya da yirmi yıl önceyle veya üç yıl önceyle karşılaştırın, her seferinde sorunlar daha da ağırlaşarak devam ediyor. Bu meselenin kapitalizm içinde çözülemeyeceğini görmek zorundayız.
Peki, kapitalizm tarafından tahrif edilmiş “eşitlik” söylemi ekolojik mücadeleye nasıl ket vuruyor?
Çoban: Eşitlik meselesi sadece sorunu anlamak bakımından değil, sorunun çözümünde hangi toplumsal güçlerin yan yana gelebileceğine dair de bir zemin sağlıyor. Özellikle burjuva hegemonik ekolojik politikalar çerçevesindeki söylemler ideolojik bir dil olarak toplumda dalga dalga etkilerini hissettiriyor; “aynı gemideyiz” söylemi ya da “ekolojik sorunlar insanlığı yıkıma götürüyor” gibi. Bunlar, alternatif politikaların ortaya çıkmasına izin vermemek, onları boğmak üzere, o alternatif politikalara yönelebilecek kitleleri kendi burjuva hegemonik ekoloji politikalarına eklemlenmek üzere ortaya atılmış şeyler. Aldatıcı bir dille ekolojik sorunlar satılıyor. O dilin şifresini kırıp, meselenin toplumsal eşitsizlikler üzerinden yürüdüğünü; pandeminin de, yoksulluğun da, açlığın da, sefaletin de ve tabii ekolojik sorunların da eşitsizlikler üzerinden geliştiğini saptamak sorunun temeline inmeyi sağlıyor. Yoksa o öbür dilin arkasından gittiğimizde meseleyi anlayamıyoruz. Anlayamadığında çözümü de mümkün olmuyor.
Ekoloji ve militarizm ilişkisine değinmiştiniz. Mesela Şırnak’ta doludizgin devam eden orman katliamının militarizmle doğrudan bağı var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Durmuş: Bir dönem çok konuşulan bir Yeşil Yol Projesi vardı, Karadeniz’de yaylaların turizme açılmasıyla ilgili. Orada yaylalara yedi metre eninde yollar yapıldı, birçok türün kendi doğal yaşam ortamlarına, gıdaya ve suya erişememe sorunları ortaya çıktı. Bu proje oradaki yaşayan köylülerin üretimini de etkiliyor. Bu tahribat sermayenin mantığında olan bir şey. Bunu kapitalizmin sınıfsal eşitsizlikleri ve sermayenin neden olduğu doğa tahribatıyla açıklamak mümkün. Ama Fırat’ın doğusuna geldiğimizde, orada güvenlik gerekçesiyle, kalekol yapılabilmesi için ormanların yakıldığı ileri sürülüyor. Yani sadece orada yaşayan Kürtlerin ormanla, ormanla ilgili ürünlerle bağı koparılmıyor, o uygulamalar aynı zamanda doğada yaşayan canlıların çoğunun fiziki olarak yok edilmesiyle de sonuçlanıyor. Yani çift katmanlı bir hasar oluyor. O nedenle bu eşitleme konusu konuşulurken, sermayenin neden olduğu zarar neticesinde insanların karşı karşıya kaldığı durumla, ulus devlet refleksinin ya da bölgeye bakışının neden olduğu sorunları ayrıştırmakta yarar var. Bunu görmeden ortaya atılan çözümler yetersiz olur.
Ekoloji hareketi nasıl bir niteliksel dönüşüm öneriyor? Siyasal partiler, sendikalar, dayanışmacı örgütler bu dönüşümde nasıl etkili olabilir?
Kurul: Ekoloji hareketi siyasal ve sendikal düşünce ve pratikleri köklü dönüşüme zorluyor. Her siyasal ve sendikal önerme, örgütlenme ve direnme ekoloji mücadelesinin dolayımından geçirilerek etik ve politik bir forma ve içeriğe kavuşmalı. Örneğin, kentlerde otomobil merkezli bir yaşam öneren bir siyasal önerme hem doğa hem de kentte yaşayan yurttaşlar için ölümcüldür, toplu taşımayı önermek daha kabul edilebilir bir öneridir, ancak daha radikal politik düşünceler de ileri sürülebilir. İşsizliği önlemek adına doğayı tahrip eden azgın büyüme anlayışı sendikaların önereceği bir politika olamaz. Nükleer santraller işsizliğe bir önlem olarak ileri sürülemez. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Eğitim programlarında diğer canlı yaşamlarına bakış sadece kullanışlılık-yararlılık üzerinden anlatılıyor. Çok kederli bir örnek vereyim: “Kedilerin ne eti yeniyor ne sütü içiliyor, kedi neden olsun ki müfredatta” diyen bir anlayışla yaklaşılıyor tüm çeşitliliği ile canlı yaşamına.
Konfederasyonumuz KESK ve bağlı işkollarında sendikal çalışmalarımız içinde ekoloji mücadelesi önemli bir yer tutmaya başladı. Eğitim-Sen’de eğitim emekçisi aktivistler ekoloji hareketiyle buluşuyorlar artık. Ekolojik bir eğitimin nasıl olabileceği de sendikamızın üzerine düşündüğü önemli konulardan biri. Ancak, tüm kamu emekçileri sendikalarının kamu hizmetinin yürütülmesinde, merkezi yönetim ve yerel yönetim bütçe çalışmalarında ekolojik duyarlılık ve etkin mücadele konusunda yeterli olduğu söylenemez.
Ekoloji hareketinin önerdiği niteliksel dönüşüm “şimdi ve burada” anlayışıyla evde, sokakta, okulda, üniversitede, yaylalarda, siyasal parti programlarında, tüm dayanışmacı diğer örgütlenmelerin içinde, her yerde olmak zorunda. Ancak başlatıcı ve harekete geçirici güç, tabandan iten, aşağıdan demokratik örgütlenmelerin taşıyıcısı olduğu ekoloji, emek ve demokrasi mücadeleleridir. Siyasal parti ve sendikalar “ortalamacılık”tan uzaklaşıp ekoloji hareketiyle birlikte mücadeleye dair çok daha ileri programlar ileri sürdüklerinde kamuoyunu geliştirmek ve düşünceleri yaygınlaştırmak mümkün olacaktır.
Kitaptaki makaleniz “Eğitimin Ekoloji Politiğine Başlangıç” başlığını taşıyor. Ekoloji ve eğitim ilişkisi ekoloji mücadelesinde nasıl bir öneme sahip?
Kurul: Okul öncesi eğitim, ilkokul, ortaokul ve liselerde 18 milyon öğrencinin ve yüksek öğrenim gören 8 milyona yakın öğrencinin ekolojiye duyarlı bir eğitim ve öğrenme süreçlerinden geçmesi ekoloji hareketinin önerdiği nitel dönüşümün önünü açacaktır. Ekolojik, doğaya duyarlı bir eğitim için eğitim programlarında, ders kitaplarında, öğretmen ve yönetici davranışlarında, öğretim yöntem ve tekniklerinde köklü değişiklerin yapılması gerekiyor. Eğitim-Sen’de ekolojik bir mücadeleyi içeren, o bilinci taşıyan eğitim programları için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Kitaptaki “Eğitimin Ekoloji Politiğine Başlangıç” böyle çalışmalar dizisinin önünü açabilir. Ben sadece Hayat Bilgisi kitaplarına bakarak değerlendirme yaptım.
Bu araştırmalarınızda nasıl bir tablo çıkıyor ortaya?
Kurul: İnsan merkezci bir yaklaşımın eğitimde hâkim olduğunu görüyoruz. Eğitim programlarında diğer canlı yaşamlarına bakış sadece kullanışlılık-yararlılık üzerinden anlatılıyor. Çok kederli bir örnek vereyim. “Kedilerin ne eti yeniyor ne sütü içiliyor, kedi neden olsun ki müfredatta” diyen bir anlayışla yaklaşılıyor tüm çeşitliliği ile canlı yaşamına. Evdeki ve sokaktaki hayvanlar süt, et ve değişik gıdalar olarak çocukların yaşamına dahil ediliyor. Okul binaları büyük bir beton yığını, bahçesi olmayan okullar var, bahçesi olanlar da öğrenci sayısına göre yeterli değil. Toprağa çocuğun dokunduğu ortamlar ve koşullar yok. Elli öğrencili sınıfların olduğu düşünüldüğünde, ekolojik alanlar yaratmanın imkânsız olduğuna dair yaygın bir kanı var ve bunun etkisi altında eğitim alanı.
Sendikalarda ekolojik siyaset açısından nasıl bir eksiklik var?
Kurul: KESK ve bağlı işkollarını dışarıda bırakırsak, sendikalarda ekolojik siyaset yok sayılıyor. Kuşkusuz bu durum sendika kadrolarının ekolojik duyarlığının politik olarak netleşmediğini ortaya koyuyor. Apaçık bir ekolojik duyarlık olmadığında ne düşünceler zenginleşiyor ne de güçlü pratikler sergilenebiliyor. Bu durumda kuramsal bir eksikliğin izleri ortaya çıkıyor. Bu eksiklik pratiği de geriletiyor.
Ekoloji mücadelesinin pek çok alanın kesişiminden oluştuğunu görmek önemli. Örneğin, sınıf mücadelesi aynı zamanda kadın mücadelesine denk geliyor, çünkü kadın mücadelesi sınıf mücadelesinin özgül bir biçimi. Kimlik mücadelelerinin sınıf mücadelesinin özgül biçimleri olduğuna tanıklık ediyoruz.
Yapılarımız henüz yeterince etkin değil. Komisyon çalışmaları oluşturuyoruz, ama metinlerimizi içinde “ekoloji”yi geçirecek kadar zenginleştiremiyoruz. Bunlar için ciddi çaba var. KESK olarak yaptığımız çalışmalarla bu katmanlı yapının tamamına temas etmeye çalışıyoruz. Ama henüz yeterince, Spinoza’nın ifadesiyle, etkin etkilenişler içinde değiliz. Edilgeniz hâlâ. Başkasından bekleme hali, dışardan geleni bekleme hali var. Kendi gücümüze güvenmeliyiz.
Yurdanur: “Ekoloji mücadelesiyle işçi sınıfının bir araya gelmesini nasıl sağlayabiliriz?” diye düşünürken, bazı sendikaların yetkilileriyle görüştüm. KESK gibi birkaç sendika dışındakilerin ekolojiyle ilgili önerileri somut olmayan tekrarlardan oluşuyor. Ekoloji mücadelesiyle işçi sınıfı mücadelesinin kesişmesiyle ilgili bir öneriye bile izin vermiyorlar. Bazı sendikalar ve siyasi örgütler mekanik kavramlara hapsolmuşlar maalesef.
Neden böyle? Ekolojik örgütlenmelerin siyasal tahayyüllerinde mi bir sorun var?
Yurdanur: Sistem bizi ya savunma ya da saldırı pozisyona itiyor. İkisi arasında o kadar hızlı bir şekilde gidip geliyoruz ki, durup düşünme, yeni bir paradigma oluşturabilme şansımız azalıyor. Ekoloji mücadelesinin başlangıcı 1970’ler, kırk yıllık kısa bir geçmişi var. Bazı kavramlar henüz oturmadı. Mesela yatay örgütlenme tüm dertlere derman bir örgütlenme modeli değil. Yataya eğri bakarsanız dikey olur. Ekoloji hareketinin belirli bir koordinata saplanmayan, ama sınıfsal ve politik perspektifinden vazgeçmeyen “eliptik” bir modele ihtiyacı var. Bu model de tartışılır elbette. Sosyalistler gezegenler arası bir dil kullanıyor. Bu dille ne karşısındakini anlıyor ne de kendini anlatabiliyor. Yeni bir dile ihtiyacımız var. Bu mağduriyet dili olmamalı. Melez, hatta birbirimizi anlamamız için kekeme bir dil üretmeliyiz.
“Yeni bir dil” üretmek niçin önemli? Bu dilin grameri nasıl olmalı?
Yurdanur: Yeni bir siyaset dili inşa etmek örgütlenmeyi de kurabilmektir. Ekoloji mücadelesindeki kimi insanlar toprağa “önce vatan toprağı” diyebiliyor, doğaya ırkçı ve şoven bir noktadan bakabiliyor. O toprağın üzerindeki ekolojik ve çevresel etkileriyse daha sonra konuşmaya başlayabiliyor. Ekolojik mücadelelere baktığınızda Türk bayrağının çok baskın olduğunu görürsünüz. Türk bayrağı, “ben vatanımla, toprağımla, devletimle bir bütünüm, bana dokunma” diyen militarist bir resim çiziyor. Bu artık çok yaygın.
“Eliptik model” dediniz az önce. Bundan kastınız ne?
Yurdanur: Eliptik sınır, kapitalizmin ekonomik, toplumsal ve ekolojik sınırlarına dayandığını ve buna karşı çoklu mücadeleyi anlatan bir kavram. Üç ve daha fazla boyutu ile sınırlarına dek saldıran kapitalizmi hem anlamak hem de ona karşı mücadele etmek bu anlayışta daha mümkün hale gelecektir. Ekonomiyi dikey, toplumu yatay sınır olarak alırsak, ekolojik sınır hem dikeyi hem de yatayı içine alan, bunların kesişim ve birleşim kümelerini öne çıkartan bir yaklaşımdır.
Eliptik örgüt modeli melez bir yapıdadır. Tek bir merkez yerine çok merkezlidir. Dikey ve yatay düz çizgiler yerine, şablonlarca belirlenmemiş eğrisel bir yol izler. Formülü yoktur. Ve en önemlisi, hareketin kendisi hareketin lideridir.
Peki, ekolojik siyaset nasıl bir niteliksel dönüşüm vaat ediyor?
Çoban: Ekoloji mücadelesinde sendikalar, partiler, kooperatifler, komünler, küçülmeciler, ekososyalistler var. Bu grupların tek bir programı olduğunu söylemek zor. Her birini ayrı ayrı incelemek gerekir. Temel sorun indirgemecilik. Bu gruplar ekoloji için mücadele ettiği durumda bile çok katmanlı toplumsal konulara kendisini kapatıyor. Dünyayı içinde bulunduğu grubun dönüştüreceğine dair tahayyülleri baskın çıkabiliyor. Örneğin, ekolojik kooperatifçilikle ilgilenenler sendikal mücadeleyle pek ilgilenmiyor. Oysa ekoloji toplumun çeşitli kesimlerini farklı şekillerde etkiliyorsa bu etkilenme düzeylerine göre ortaklıklar kurulmalı. Yan yana gelmeyi ve başkalarının görüşlerine açık olmayı becerebilmek hayati.
Kritik bir kesişim alanı olan emek ve ekoloji mücadeleleri arasında çelişkiler yaşanabiliyor. Mesela, doğayı tahrip eden bir taş ocağına istihdam yarattığı gerekçesiyle karşı çıkılmayabiliyor. Bunu aşmak mümkün mü?
Çoban: Sendikalar kabaca “işçilerin toplu sözleşmelerini yaparız ve onların istihdamı için mücadele ederiz” diyor. Türkiye’de işgücünün yalnızca yüzde 10’u örgütlü. Kadınlar arasında bu oran yüzde 6. Yani sendikalar, örgütlenmeyi geliştiremedikleri için işçilerin çalışma yaşamıyla ilgili sorunlarını bile doğru dürüst gideremiyor. Anti demokratik koşullar sendikal yapıların üzerinde çeşitli baskılar uyguluyor. Böyle bir ortamda ekoloji lüks bir meseleymiş gibi algılanıyor. Oysa, mesela “meslek hastalığı” düpedüz ekolojik bir sorunun varlığını gösterir. Mesleğin yapıldığı yerde ekolojik kirlenme varsa işçiler hastalanır. Sendika meslek hastalığıyla mücadele ettiğini iddia ediyorsa ekolojik meseleleri doğrudan gündemine almak zorunda. “İş mi, çevre mi?” diye bir çelişki aslında yok. “Madene inip akciğerlerini mi kaybetmek istersin, yoksa işsizlikten ölmek mi?” gibi bir ikilem olabilir mi? İşçiye, “ölümler arasından hangisi beğenirsin?” diye sorulabilir mi? Sendikalar ekolojik problemlerle ilgili önemli aktör oldukları halde kendilerini geri çekiyor.
Ekoloji hareketinin belirli bir koordinata saplanmayan, ama sınıfsal ve politik perspektifinden vazgeçmeyen “eliptik” bir modele ihtiyacı var. Eliptik örgüt modeli melez bir yapıdadır. Çok merkezlidir. Düz çizgiler yerine, eğrisel bir yol izler. Ve en önemlisi, hareketin kendisi hareketin lideridir.
Ekoloji mücadelelerini kent ve kır diye ayırırsak, bu mücadeleleri nasıl görüyorsunuz?
Çoban: Türkiye’de ekoloji mücadeleleri genelde kırsal alanda. Ama üretimin yapıldığı kentler, yani fabrikaların, büroların, AVM’lerin, küçük işletmelerin toplandığı yerler dikkate alındığı zaman, çalışan kesimlerin önemli bir kesiminin ekoloji mücadelesiyle bir teması yok. Bir köydeki hidroelektrik santraline karşı mücadele edenler çok önemli işler yapıyor. Ama ekoloji mücadelesinin şehirlerde nasıl geliştirileceği konusu önemsenmiyor. Türkiye’de 30 milyon çalışan nüfus var. Bu nüfusun sorunları ekolojik değil mi?
Durmuş: Ekoloji mücadelesindeki sorunların sosyalizmin krizleriyle de bağı var. Sosyalist solun beslendiği işçi sınıfı hareketi ve yeni toplumsal hareketler güçsüz. Sermaye sınıfının ve devletin ekoloji meselesinde sesi çok gür çıkıyor. Kapitalistler en fazla “sürdürülebilir kalkınma hedefleri” gibi tutturulabilmesi imkânsız hedefler ortaya koyuyor. Bunun aksini söylemek, buna karşılık ideolojik bir hegemonya oluşturmak gerekiyor. Sosyalizm bir fikriyat olarak hegemonyasını kurabilmiş değil.
Gene de ekoloji mücadelesinin omurgasını sosyalist sol oluşturmuyor mu?
Durmuş: Koronavirüs ortaya çıktıktan sonra üniversitedeki derslerime bir süre yüz yüze devam ettim. Öğrencilerime virüsün kapitalizmde sermayenin doğaya tahakkümünün bir sonucu olarak ortaya çıktığını anlatıyordum. Bu sözler öğrencilerimde bir etki uyandırdı, ama bu etkinin kalıcı olup olmadığıyla ilgili şüphelerim var. Çünkü bir süre sonra bana “ekolojiyi savunduğumuzda işimizi kaybetmez miyiz?” diye soruyorlardı. Onları ikna etmekte zorlandığımı anladım. Çünkü akıllarında yapay bir çelişki vardı.
Nasıl bir çelişki bu?
Durmuş: Derslerimde emek ve ekoloji ilişkisinin kurulacağı sistemlerin mümkün olduğunu anlatıyordum. Örneğin, “Türkiye kapitalizmindeki meta üretim alanlarının yüzde 20’sinden vazgeçsek hiçbir şey kaybetmeyiz” diyordum. Topluma zararlı faaliyetleri ortadan kaldırdığımızda ekonomik büyümenin belli bir oranın altına çekileceğini, büyüme fetişizminin de ortadan kalkacağını söylüyordum. Öğrencilerim buna ikna oldular. Ama konu ortadan kaldırılacak sektörlere gelince başka bir tartışma çıktı. Ülkenin güvenliği ve ekoloji konusu akıllarını kurcalamaya başladı. Askeri sanayiye yapılan yatırımların, bir savaş uçağının yaptığı bir sortinin ekolojik etkilerini anlatırken “terörizmle mücadelemiz ne olacak?” diye soruyorlardı. Yani hem işsiz kalma hem de güvenlikle ilgili korkular toplumun içine yerleştirilmiş. Bu korku da ekoloji mücadelesine zarar veriyor.
“Meslek hastalığı” düpedüz ekolojik bir sorunun varlığını gösterir. Mesleğin yapıldığı yerde ekolojik kirlenme varsa işçiler hastalanır. Sendika meslek hastalığıyla mücadele ettiğini iddia ediyorsa ekolojik meseleleri doğrudan gündemine almak zorunda. “İş mi, çevre mi?” diye bir çelişki aslında yok. “Madene inip akciğerlerini mi kaybetmek istersin, yoksa işsizlikten ölmek mi?” gibi bir ikilem olabilir mi?
Ekolojik siyaset faşizmin yükseldiği, siyasetin göçmen karşıtı eğilimlerle harmanlandığı bir dönemin panzehiri olabilir mi?
Çoban: Ekolojik siyaset zaten neofaşist bir ortamda sınandı ve hayat buldu. Neofaşist burjuva siyaset ekoloji adını kullanarak kendine alan açarken bizim ekolojiyi siyasallaştırmaktan kaçınıyor olmamız ahmaklık olur. Zaten ekoloji mücadelesinin daha önce siyasallaşmamış insanları siyasetin merkezine çeken bir yönü var. Yerel ekoloji mücadeleleri daha önce hiç sokağa inmemiş, oy kullanmak dışında başka bir siyasi faaliyette bulunmamış insanları kamusal alana taşıdı. Yani ekoloji “şimdi siyasetin sırası mı?” denilen değil, tersine siyasallaşması gereken, sol siyasetlere de önemli fırsatlar sunan bir mücadele.
Durmuş: Ukrayna savaşından sonra uluslararası kuruluşlar “2022 ve 2023 yılları iktisadi olarak kayıp yıllar, 2024 ise henüz belli değil” demeye başladı. Tüm dünyada ekonomi yavaşlıyor, ABD bile resesyona girmiş durumda. Türkiye de bu yavaşlamadan ciddi bir şekilde etkilenecek. Düzen karşıtı sol-sosyalist güçlerin güçlü olmadığı yerlerde faşist eğilimlerin güçleneceğini düşünebiliriz. Halihazırda dünyanın üçte birini profaşist, otoriter ve neofaşist diyebileceğimiz iktidarlar yönetiyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu kapitalizmi neoliberalizm olarak tarif etmek artık yeterli değil. Ben bu dönemi nekrokapitalizm olarak adlandırıyorum. Yani askeri sanayi karması sektörler üzerinden büyüyen, emeğin, farklı ezilen kimliklerin, kadının, doğanın düşmanı, ırkçı ve mafyatik bir sistem bu. Ekoloji mücadelesinin tam da bu sisteme karşı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Demokrasinin, barışın, kadınların ve ezilenlerin yanında mücadele etmeyen bir ekoloji mücadelesinin anlamı yok. Demokratik katılımcı bir ekonomi programına ihtiyacımız var. Bu program merkezi değil yereli ön planda tutmalı. Gıda krizinden tutun diğer sorunlara neden olan şeylerin başında aşırı merkezileşme geliyor. Merkezin karşısına yereli güçlendiren pratiklerle çıkmak gerekiyor.
Yereldeki bazı ekoloji mücadelelerine kimi siyasi grupların veya örgütlerin destek vermesi sakıncalı bulunabiliyor. Böyle bir ortamda siyaset kurmak zor değil mi?
Çoban: Her mücadele bir katkı, deneyim biriktiriyor. Ama “o gelmesin” demek, elbette bu söyleşinin başından beri konuştuğumuz konuların tersine işaret ediyor. “Kadınlarla, Kürtlerle, sendikalarla, şu siyasi partilerle yürümem” demek mücadelede elde edeceğin başarının sınırlı kalacağını gösterir. Ancak birbirimize açılarak büyüyüp gelişebiliriz. Hareketi büyütmek için başkalarıyla yol almak zorundayız. Başka türlüsü mümkün değil. Bu yüzden Kürt ekoloji dernekleri kendi yalnızlıklarını aşmaya çalışıyorlar. Mesela bir gıda kooperatifi önemli deneyimler biriktiriyordur. Ama kendisini başka siyasal hareketlere açmadığı sürece domates satmaktan öteye geçemez. Domates satmak kötü bir şey değil, ama siyasal olarak daha ileri bir noktaya gitmek istiyorsak birbirimize açılmak zorundayız.
Ama ortak zemin ya kurulamıyor ya da çok zor ve yavaş kuruluyor…
Çoban: Dikensiz bir gül bahçesi değil ki bu. Yerelde ortaya çıkan ekolojik hareketin kendi dinamiklerine uygun konumlanmak gerekir. Belirli reçetelerle yerele gidilirse zaten olmaz. Oraya gidenler de belirli reçetelerle gittiklerinde reddedileceklerini bilir. Ortak zemin kurmak çok kritik. “Gelmesin” denilen yere gittiğinizde davetsiz misafire dönüşüyorsunuz. Mesela “Kürt işçiler Sakarya’ya gelmesin” demek mantıklı mı? Yerel ekoloji mücadeleleri böyle yapıyorlar demiyorum. Ama işi “o gelmesin, bu gelmesin” noktasına getirirseniz birlikte mücadele etmek olanaksız hale gelir.
Durmuş: Yerelde örgütlenen mücadele çeşitli meclislerle örgütlenip bütün yerelin onayı alınabilmişse birilerinin “onlar gelmesin” demesi zorlaşır. HDK benzeri örgütlenmeler bu yüzden önemliydi. “Merkezden karar alalım, yerele taşıyalım” mantığı çok eskide kaldı. ‘80 öncesindeki mücadele öyleydi. Ama şimdi tam tersine, aşağıdan yukarıya örgütlenme lâzım.
Ekolojik siyaset emek mefhumunu nasıl tanımlamalı? Örneğin, ev içi emeği sömürülen de ekolojik yıkımdan doğrudan etkileniyor. Yani iklim değişikliği toplumun farklı emek katmanlarını vuruyor.
Kurul: Ekolojik siyaset işçi sınıfına ve emekçilere, Bertell Ollman’ın Yabancılaşma adlı kitabında çerçevesini çizdiği gibi, doğal insan, toplumsal insan ve türsel insan olma hallerinin zenginliği içinde yaklaşmalıdır. Yani beslenme, üretme ve üreme etkinliği içinde doğal insan, birlikte el birliği içinde üreterek güçlenmek anlamında toplumsal insan, çevresindeki insanlar ve insan olmayanlara ilişkin algılama, yönelme ve sahiplenme gücü olarak türsel insan. İklim değişikliği ve ekolojik yıkım, ataerkil düzende görülmez kılınan ev içi emekçileri, belediyelerin park ve bahçelerinde çalışan işçileri, iş arayan işsizleri, üniversite öğrencilerini, esnek ve güvencesiz çalıştırılanları, mültecileri doğrudan etkiliyor. İşçi sınıfı, sınıfın çok bileşimli hallerini görmek zorunda.
Çoban: Emekle ilgili düşünürken, özellikle feminist çalışmalarda sıkça üzerinde durulan, “emeğin yeniden üretimi” kavramının köklerini Marx’ta ve Althusser’de görebiliriz. Emeğin yeniden üretimi, çeşitli düzlemlerde ekolojik sorunlara maruz kalan farklı katmanları yan yana getirebilecek bir kavram. Emekle ekoloji arasındaki bağı kuran tek kavram değil, ama çok önemli. Emekçinin sağlıklı bir şekilde ertesi gün işe gidebilmesi emeğin toplumsal yeniden üretimi olarak ifade edilebilir. Kapitalizm her gün işe gelecek emekçiye ihtiyaç duyar. Aynı zamanda emekçi kuşakların üremesine de ihtiyacı var. Her iki düzlemde de ekolojik sorunları giderilmesi lâzım. Yiyeceklerdeki zehirli maddeler ya da hava kirliliği sorunu emekçi erkeği ve emekçi kadını doğrudan vuruyor. Tarım işçisi bir kadını düşünelim. Tarlaya serptiği gıda zehirlerinden dolayı sağlığını kaybediyor. Ayrıca tarım zehiri doğaya zarar veriyor. O tarladan çıkan ürünle beslenen köydeki ve kentteki emekçiler etkileniyor. Yani emeğin yeniden üretilmesi meselesi hem doğa hem kadın özgürleşmesi hem de emekçiler ve köylüler bakımından birbiriyle bağlantılı. Emeğin yeniden üretimi bağlamında kadın hareketi, ekoloji ve emek hareketi kesişiyor.
Durmuş: Doğa ile emek, birbirlerinin tamamlayıcısı, eskilerin deyimiyle, birbirlerinin mütemmim cüzü. Doğa ile emek birlikteliği devrimci özne olan işçi sınıfının varlığını ve önemini inkâr etmez.
Engels’in de İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabında ekoloji ile işçilerin sağlığını birlikte düşünerek doğa-emek birlikteliğini kurduğu söylenebilir mi?
Durmuş: Evet. O dönem kapitalistlerin ekolojik tahribatın altyapısını hazırladıkları bir dönem. Manchester’daki fabrikalarda gün ışığı görmeden çalışan genç kadın işçileri, sokaklarında lağım akan mahallelerde, küçücük evlerde yaşayan işçi sınıfının durumunu anlatır Engels. Ama bugünkü gibi küresel ısınma ve hava kirliliğinden bahsedilemez. Ekolojik sorunlar özellikle 20. yüzyılda ortaya çıktığı için 19. yüzyılın tartışmalarında ön plana çıkmaz. Bugün sol siyasal program kendisini yeniden inşa edecekse bunu ancak kapitalizmde, ulus devletlerde ve sınıftaki değişimleri de dikkate alarak yapmak durumunda. Örneğin yüz yıl önce prekarya diye bir şeyden bahsedemezdik, ama bugün prekaryanın bile alt katmanları var.
Çoban: Marx ekoloji tartışmaları bakımından vazgeçilmez bir isim. Kapital’de kapitalistlerin balıkçılıkla ilgili faaliyetlerini eleştirirken “balık kokusuyla birlikte kâr kokusunu duyup geldiler” der. İlkel birikim bahsinde de insanların toprakla kurduğu ilişkinin ortadan kalkmasından bahseder. Sermaye birikimi, doğa ve emek sömürüsü olmadan gerçekleşemeyeceği için kapitalizmi kavrama araçlarını ve çözümleme yöntemini sunan Marx’ın ekolojik katkısı gözardı edilemez.
Sözü eşitlik konusuyla bağlayalım. Ne zaman, nasıl eşitlenebiliriz?
Durmuş: Herhalde sömürgeciliğin, sınıfların, ezen-ezilen ilişkisinin, ayrımcılığın olmadığı, farklı kimliklerin birbirine düşman edilmediği bir dünya kurduğumuzda eşitlenebiliriz ancak. Bu da kapitalizm sonrası kurulabilecek bir dünyada mümkün olabilir.