Toplumsal kültüre Altın Portakal adıyla mâlolan “ulusal yarışma” bölümünün Antalya Film Festivali’nden çıkarılmasından sonra sinema dünyası tepkisini Ulusal Yarışma adlı alternatif festival düzenleyerek göstermişti. Eylem kaldığı yerden devam ediyor. 30 Eylül-4 Ekim tarihleri arasında yapılacak 55. Ulusal Yarışma sadece geleneğe sahip çıkmakla kalmıyor, giderek derinleşen kültürel çölleşmenin karşısına önemli bir direniş odağı yerleştiriyor. Üstelik sadece iktidar cephesinden değil, “içeriden” de gelen engellere rağmen…
6 Ekim 2017 sabahı, Antalya Film Festivali yöneticileri internet tarayıcılarını açtıklarında oldukça tuhaf bir sürprizle karşılaştılar. Festivalin resmi sitesi ile aynı adı taşıyan, aynı görünüme sahip bir site daha belirmişti çevrimiçi dünyada: antalyaff.net. Siteyi açtığınızda karşınıza, Antalya Büyükşehir Belediyesi Başkanı ve aynı zamanda festivalin de başkanı olan Menderes Türel ile Antalya Film Forum direktörü Zeynep Atakan’ın birlikte çekilmiş fotoğrafı çıkıyor, üzerinde de “Ulusal Yarışma geri döndü!” yazıyordu.
Peki bu sadece Antalya Film Festivali’nin Altın Portakal ismiyle anılagelen ulusal uzun metraj yarışmasını kaldırmasına tepki olarak hazırlanmış bir çevrimiçi eylem miydi? Yoksa çevrimdışı dünyada da somut bir karşılığı olacak mıydı? Sitede bir de Manifesto başlığıyla yayınlanan bir metin bulunuyordu. Metnin sol üst köşesinde ise küçük bir fotoğraf durmaktaydı: “1968 Cannes Film Festivali’nde, aralarında Truffaut, Godard, Polanski, Lelouch, Malle ve Carlos Saura’nın bulunduğu kalabalık bir grup gösterimi durduruyor.”
Öyleyse Ulusal Yarışma, 1968 Mayıs’ından feyz alan bir durdurma eylemi miydi? Ortada durdurulacak bir etkinlik kalmış olsaydı belki öyle denebilirdi. Ancak Menderes Türel ve ekibi, festivale uluslararası kimlik kazandırma kisvesi altında Altın Portakal’ı bir kültür çölüne çevirerek kendileri durdurmuşlardı zaten. Ulusal Yarışma, işte tam bu noktada, “madem durdurdunuz, o zaman biz yaparız” diyerek yola çıktı. Kuşkusuz boykot ve durdurma eylemlerinden ilhamla, fakat bambaşka bir stratejiyle…
“Bu davranışı ancak bir deli yapar”
Ulusal Yarışma, bu yılki tanıtım videolarında kullandığı Kadın Hamlet filminden bir replikle açıklayacak olursak, “bu davranışı ancak bir deli yapar” dedirten bir oluşum. Genç ve yetenekli bir ekip, pek çok sinema kuruluşunun, meslek birliğinin desteğiyle, tanıtım filmlerinde denildiği gibi “cesaretle, tutkuyla, sevgiyle, neşeyle, aşkla, umutla, dayanışmayla” düzenliyor Ulusal Yarışma’yı. Kendilerini “kendi işlerinden zaman ayırarak çalışan on kişilik bir ekip” olarak tanımlıyorlar. Ekibin her ferdinin farklı sorumluluk alanları olsa da “her konuda birbirimizin fikrini alarak, kolektif olarak üretmenin tadını çıkararak çalışıyoruz” diyorlar.
Ulusal Yarışma, bu yılki tanıtım videolarında kullandığı Kadın Hamlet filminden bir replikle açıklayacak olursak, “bu davranışı ancak bir deli yapar” dedirten bir oluşum. Genç ve yetenekli bir ekip, pek çok sinema kuruluşunun, meslek birliğinin desteğiyle, tanıtım filmlerinde denildiği gibi “cesaretle, tutkuyla, sevgiyle, neşeyle, aşkla, umutla, dayanışmayla” düzenliyor Ulusal Yarışma’yı.
İşin “delilik” kısmı esasında festival düzenlemekte değil. Türkiye’de film festivalleri, kültürel dinamikler içinde kendilerini fazlaca merkeze koyuyor; “biz olmasak bu filmler gösterilmezdi” gibi bir bakış açısıyla kendi varlıklarını üretimin üstünde tutmaya meyilli oluyorlar. Bunu en açık gördüğümüz nokta, 2014 yılının –isminden henüz Altın Portakal kaldırılmamış olan– Antalya Film Festivali’ydi. Gezi Direnişi’ni konu edinen Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek… belgeselinin programdan çıkarılması ve sansürsüz olarak geri alınmaması üzerine protesto dalgası büyüdüğünde festival cephesinden “aman festivalimize zarar gelmesin”, “bu filmler başka nerede gösterilecek”, “50 yıllık geleneği sabote ediyorsunuz” minvalinde sesler yükselmeye başladı. Bugün gelinen nokta, “festivali korumayı” merkeze alan bu mantığın ne gibi sonuçlar doğurabileceğini açıkça ortaya seriyor; Antalya’da artık bir Altın Portakal dahi yok. 2014’teki krizden sonra üç yıl içinde önce ulusal belgesel ve kısa film yarışmalarına son verildi, festivalin isminden Altın Portakal çıkarıldı ve nihayet 2017’de bu toplu sansür dalgası tamamlanarak ulusal yarışma ortadan kaldırıldı. Şu anki Antalya Film Festivali, sansürsüz bir gösterim ortamı yaratmak, yaratıcılarının sanatsal ifade özgürlüğünü savunmak, hedef haline getirildiklerinde sanatçıları korumak gibi ilkeler “festivali yaşatma ülküsü”nün arkasına itildiğinde geriye ne kalır, sorusunun cevabı niteliğinde bir etkinlik. Yaşamaya devam ediyor etmesine, ama bir eksik var, filmler yok ortada.
Ulusal Yarışma öncelikle bu ezberi bozduğu için güzel bir festival. Kendini, üreticilere bir lütuf olarak konumlamayan bir etkinlik bu. “Filmlerle birlikte” yaşadığının, ancak bu şekilde yaşayabileceğinin farkında olan bir festival. “Delilik” burada başlıyor. Zira, baskının hakim olduğu bir kültürel iklimde birliktelik esasına dayalı bir organizasyon düzenlemek çeşitli riskleri paylaşmak anlamına da geliyor. Gerek filmini Ulusal Yarışma’da gösterenler, gerekse de festivalin jürisinde yer alanlar, hedef gösterilme ve başka etkinliklerden dışlanma gibi riskleri de üzerlerine almış oluyorlar. Onlar ellerini taşın altına koymadan bu festival de gerçekleşmez. Ulusal Yarışma “ne yaparsak birlikte yapıyoruz” fikrinin kültür hayatının rutini içinde bir parantez açarak eyleme, söze dönüştüğü bir an olarak görülebilir. Festival ekibi de çıkış noktalarını benzer bir yerden tanımlıyor: “Farklı kesimleri bir araya getiren, bizi de etkileyen bir dert gördük ve beraber itiraz etmenin anlamlı olacağını düşündük.”
Gerçekten de, Antalya Film Festivali’nin ulusal yarışmayı kaldırmasının bir hata olduğu, farklı toplumsal kesimlerin ve siyasetlerin hemfikir olduğu bir görüş; hatta iktidar cephesinden bile bu görüşe katılanlar var. Kâğıt üzerinde Ulusal Yarışma’nın destek ve dayanışma konusunda bir sorun yaşayacağını düşünmek zor. Ama pratikte, maalesef, çeşitli kültür kurumları festivalin gücünü kıracak hamleler yapabiliyor. Örneğin, İstanbul Film Festivali yönetmeliği gereğince, Ulusal Yarışma’da halka açık prömiyer (ilk gösterim) yapan filmleri kendi yarışmalarına kabul etmeyeceğini bildirdi. Bu sebeple, prömiyerlerini İstanbul Film Festivali’nde yapmayı tercih eden yönetmenler Ulusal Yarışma’ya filmlerini vermiyorlar. Bir kısmı da yarışmaya filmini vermekle birlikte, prömiyer sayılmaması için halka kapalı (sadece jürinin izleyeceği) gösterimler yapıyor. Festival ekibi bu yönde sorunlar yaşadıklarını söylüyor: “Filmini vermek isteyen ama festival yönetmeliklerine takıldıkları için vermeme kararı alan filmler oldu. Vizyon kararları, festival planları doğrultusunda filmi vermek istemeyen veya başvurusunu iptal eden filmler oldu.”
Kâğıt üzerinde Ulusal Yarışma’nın destek ve dayanışma konusunda bir sorun yaşayacağını düşünmek zor. Ama pratikte, maalesef, çeşitli kültür kurumları festivalin gücünü kıracak hamleler yapabiliyor. Örneğin, İstanbul Film Festivali yönetmeliği gereğince, Ulusal Yarışma’da halka açık prömiyer yapan filmleri kendi yarışmalarına kabul etmeyeceğini bildirdi.
Engebeli, dolambaçlı yollar
Yarışmaya Di Navberê De (Arada) adlı filmiyle Diyarbakır’dan katılan Ali Kemal Çınar, ilk başta tüm bunlardan habersiz olduğunu söylüyor. Festivallerin prömiyer konusundaki yönetmeliklerinin Ulusal Yarışma’da gösterilen filmlerin önünü kesmesi mevzusundan haberdar olduğunda aklına Antalya Film Festivali’nin tavrı gelmiş: “Ben bu prömiyer sevdasını anlamıyorum artık. Bu Antalya’nın Ulusal Yarışmasını kaldırma nedenine benziyor. Antalya, dünya çapında festival olmanın yolunu ulusal yarışmayı kaldırmak olarak görmüştü. Bunun böyle olmayacağını benim söylememe gerek yoktur sanırım.” Çınar, Ulusal Yarışma’nın bu yılki sloganlarından birine (#neyimizvarkaybedecek?) referans vererek, “benim gerçekten kaybedecek bir şeyim yok” diyor ve ekliyor: “Filmim İstanbul Film Festivali’nde veya başka bir festivalde gösterilse ne olur, gösterilmese ne olur?” Herkes meseleye böyle baksa, kuşkusuz festivaller de bu prömiyer dayatmasından vazgeçmek zorunda kalır ya da Ulusal Yarışma’ya bir istisna olarak bakarlardı.
İçerdekiler filmiyle Ulusal Yarışma’da yer alan Hüseyin Karabey ise, Ulusal Yarışma’yı “akıllıca, zekice organize edilmiş bir protesto” olarak gördüğünü söylüyor. Filmini Ulusal Yarışma’ya heyecanla göndermiş, hatta, bu sene çekilen çok film olduğunu bildiği için İçerdekiler ön jüriyi geçebilecek mi endişesi de duymuş. Ancak bu sene çekilen birçok film, yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden Ulusal Yarışma’da yer almadı. İçerdekiler de, yine aynı nedenlerden gösterimini halka kapalı yapacak. Karabey, film festivallerinin “para ödüllerinden öte sinemacıları cezbedici bir ortam yaratamadıklarını” söylüyor. Festivallerin bu kadar sık yönetmelik değiştirmesi, Karabey’e göre bir şeylerin ters gittiğini ortaya koyan bir faktör. “İstanbul Film Festivali de belki bir sene sonra yönetmeliğini değiştirecek,” diyor Karabey. Sinemacılar ve festivalciler arasında antagonizmalar oluşturan bu gibi meselelerin ancak, tarafların bir araya gelip etik ve teknik konularda ortak kararlar almasıyla çözülebileceğini ekliyor.
Parçalar adlı belgeseli, Nisan 2018’de yapılan 37. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Belgesel ödülünü kazanan Rojda Akbayır ise, Ulusal Yarışma’yı “sinemacıların organize ettiği, festival ekiplerinin sinemacılardan oluştuğu festivaller olabileceğini” düşündürttüğü için önemsediğini söylüyor: “Aracı olmadan kendi filmlerimizi izleyicimize taşıyabiliriz gibi güzel bir fikir var.” Parçalar halihazırda İstanbul Film Festivali’nde gösterildiği için ‘ilk gösterim’e dair sorunlardan muaf ve Ulusal Yarışma’da halka açık gösterilecek. Böyle bir durum olmasaydı, yine de Ulusal Yarışma’ya filmlerini verirler miydi? Akbayır, buna şimdi bulundukları yerden cevap vermenin zor olduğunu söylüyor: “İlk gösterim şartı tabii ki zaten zor koşullarda üretebilen sinemacılar için ağır bir talep. Bu konunun defalarca konuşulduğunu biliyoruz, adil bir uygulama olmadığını da biliyoruz. Ama yıllar süren onca emekten sonra kalmayan enerjinizle filminizi olabilecek en iyi koşullarda seyirciyle buluşturmaya gayret ediyorsunuz.”
Buna karşın, “filmin ulusal yarışmada açılış yapması beni mutlu ederdi” diye ekliyor Akbayır. Ancak bunun, kayıt tescil meselesine bir çare olmadığını, Ulusal Yarışma’da prömiyer yapan filmlerin de kayıt tescil için başvuru yapmak zorunda olduklarını belirtiyor. Bilindiği gibi, 2015’ten sonraki süreçte, kayıt tescil belgesi (sıkça kullanılan diğer adıyla ‘eser işletme belgesi’) olmayan filmleri gösteren çok az film festivali kaldı; bu da birçok sansür vakasını beraberinde getirdi ve otonsansürü ciddi biçimde yaygınlaştırdı.
Bir eylem olarak ‘karşı-yapıcı’lık
Tüm bu sorunlara karşın Ulusal Yarışma hedefini tutturan bir etkinlik. Çok kritik bir ezberi daha bozuyor. Özellikle kültür etkinlikleri söz konusu olduğunda, genelde siyasi iktidar cephesinden ama bazen de kendi içinden, muhalefet cephesine yöneltilen bir suçlama/eleştiriye ters köşe yapıyor Ulusal Yarışma. Deniyor ki, “sadece boykot etmeyi biliyorsunuz, oturduğunuz yerden eleştirmek kolay, biraz da siz üretin” vs. Ulusal Yarışma, “muhalefet cephesinden somut bir pratik mi bekliyordunuz, tamam o zaman, kendi etkinliğimizi kendimiz üretiriz, ulusal yarışmayı kaldırdınız mı, o zaman biz yaparız,” dedi ve demeye de devam ediyor. Antalya Film Festivali’ni organize edenleri rahatsız etmesinin temel sebebi de, yapıcı/yıkıcı ikiliği üzerinden kurup işlettikleri karalama sistemine kısa devre yaptırması. Ulusal Yarışma ortaya çıktığı günden beri Menderes Türel hemen her açıklamasında ona referansla söz üretmek zorunda kalıyor ve her ne kadar yapıcı/yıkıcı ayrımını sürdürse de, Ulusal Yarışma varoldukça bu sözlerin boşa düşeceğini biliyor. Aynı şekilde, Sabah’taki yazısında uluslararası konuklara Antalya’nın durumunu anlatan mektuplar yazan sinema kuruluşlarını “ihanet çetesi” ilan eden Funda Karayel’in şu sözleri de Ulusal Yarışma varlığı sayesinde boşa düşüyor: “Yapabiliyorsanız, buyrun siz daha iyisini yapın ama nerede… Sadece oturduğun yerden eleştir, yazık.” Öte yandan bu gibi karalama yazıları şunu da gösteriyor: Adorno’nun ifade ettiği üzere faşizan söylem, eleştirel/muhalif olanı bu şekilde suçlamadan hayatını sürdüremez. Eleştiri üretimi, festival üretimi, film üretimi… Muhalif zihinler ne üretirlerse üretsinler bu rejimde yıkıcılıkla suçlanacaklar. Dolayısıyla Ulusal Yarışma şunu da göstermiş olmalı: Bir eylem olarak deyim yerindeyse “karşı-yapıcı”lık anlamlıdır ve sürdürülebilir hale de getirilebilir.
Bugün gelinen nokta, “festivali korumayı” merkeze alan mantığın ne gibi sonuçlar doğurabileceğini açıkça ortaya seriyor; Antalya’da artık bir Altın Portakal dahi yok. 2014’teki krizden sonra üç yıl içinde önce ulusal belgesel ve kısa film yarışmalarına son verildi, festivalin isminden Altın Portakal çıkarıldı ve nihayet 2017’de bu toplu sansür dalgası tamamlanarak ulusal yarışma ortadan kaldırıldı.
“Ulusal yarışmanın Antalya’ya döneceğine inanıyoruz” diyen festival ekibi, etkinliği ulusal yarışma o şehre dönene kadar düzenleme konusunda kararlı. Ancak bu şu soruyu da akla düşüyor: Antalya Film Festivali, diyelim ki önümüzdeki yıllarda ulusal yarışmayı geri getirdi, bu durumda Ulusal Yarışma sona mı erecek? Festival ekibinin verdiği cevap etkinliğin amaçladığı birliktelik haliyle uyumlu: “Ulusal Yarışma’nın devam edip etmeyeceği sadece bizim değil, tüm sinema dünyasının birlikte vereceği bir karar.”
Ulusal Yarışma’nın ikinci tanıtım videosu, bu yıl festivalde gösterilecek klasiklerden biri olan Karanlıkta Uyananlar’dan bir sahne içeriyordu. Beklan Algan, elinde bir boya kutusu işçi arkadaşlarına soruyor: “Şu meydana gelir miydi bizim emeğimiz olmasa?” Bu videonun yayınlandığı gün, Üçüncü Havalimanı’ndaki işçi direnişi başlamıştı. Twitter’da #KöleDeğiliz tag’iyle Ulusal Yarışma’nın #neyimizvarkaybedecek? sorusu birbiriyle konuşurken, havuz medyası bir “ihanet çetesi” daha yaratmakla meşguldü… Öyleyse Ulusal Yarışma’nın varlığı tüm film ve fikir üreticilerine bir kez daha şunu hatırlatmalı: Bizim emeğimiz olmadan hiçbir şey meydana gelmez.